Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Adem’Den Önceki Yaşam
Adem’Den Önceki Yaşam

Adem’Den Önceki Yaşam

Margaret Atwood

“Nate’in içinden ansızın ayağa kalkıp Elizabeth’in üzerine atılmak, ellerini onun boynuna kenetleyip sıkmak geliyor. Doyurucu bir hoşnutluk duyuyor bunu düşününce. Annesi boyuna, ‘Erkekler kadın…

“Nate’in içinden ansızın ayağa kalkıp Elizabeth’in üzerine atılmak, ellerini onun boynuna kenetleyip sıkmak geliyor. Doyurucu bir hoşnutluk duyuyor bunu düşününce. Annesi boyuna, ‘Erkekler kadın haklarını savunmalı’ der durur. Nate kuramsal açıdan bunu anlayabiliyor. Kadın terziler, fırın işçileri, kadın üniversite öğretmenleri, ırza geçme olayları hakkında birçok şey biliyor. Ne var ki kendisininki gibi somut, elle tutulur olaylarda kadın haklarını savunmaya gerek yok. Bu olayda savunulması gerekenin Elizabeth değil, kendisi olduğu apaçık ortada.”

Damızlık Kızın Öyküsü’nün yazarı Margaret Atwood, 1979 tarihli Âdem’den Önceki Yaşam’da Elizabeth, Nate ve Lesje aracılığıyla “açık ilişki” kavramını sorguluyor. Nefessiz kalınan aile salonlarından, seks oyunlarıyla şenlenmeyen sıkıcı yatak odalarından kurtulmanın yolu açık ilişkiden mi geçiyor? Yoksa açık ilişki oyunun bütün taraflarını, özellikle de kadınları, yalnızlıkla, görünmezlikle, incinmişlikle, tamamlanmamışlıkla baş başa bırakan bir yanılsamadan mı ibaret?  Atwood, o ince ironisiyle, ahlak bekçiliğine soyunmadan, kahramanlarının ve okurlarının kulağına bütün zamanların, Âdem’den bu yana bütün hikâyelerin en cevapsız sorusunu fısıldıyor: “Bağlanmadan özgürlük mümkün mü?”

Fosil organizmanın bir parçası olacağına, organizmanın varoluşunun bir belgesi olabilir; fosilleşmiş bir ayak izi ya da yuva gibi… Bu fosiller bize soyu tükenmiş hayvanları devinim halinde görme ve davranışlarını inceleme olanağı sağlarlar. Zaten tek olanağımız da budur. Ne var ki, kesin kimlik saptaması ancak hayvanın izlerinin üzerine düşüp öldüğü ve fosilleştiği yerde yapılabilir.

– Björn Kurtén, Dinozorlar Çağı

İşte bak, gülümsüyorum sana; senin içinde, senin aracılığınla, senin sayende gülümsüyorum. Elinin her titreyişinde soluk alıp veriyorsam, nasıl ölmüş olabilirim?

– Abram Tertz (Andrei Sinyavsky), Buz Saçağı

Birinci Bölüm

29 Ekim 1976, Cuma

ELIZABETH

Nasıl yaşamalıyım, bilmiyorum. Herkes nasıl yaşamalı, bilmiyorum. Bütün bildiğim nasıl yaşadığım. Kabuğu çıkarılmış bir salyangoz gibi yaşıyorum. Bu da para kazanmak için iyi bir yol değil.

O kabuğu geri istiyorum, onu oluşturmam yeterince uzun zaman aldı zaten. Her neredeysen o senin yanında, biliyorum. Sen kabuğu çıkarmakta ustaydın. Pullu bir elbise gibi bir kabuk istiyorum; gümüş paralardan, dolarlardan yapılmış olmalı. Bunlar bir armadillonun pulları gibi üst üste dikilmeli. Bir Fransız trençkotu gibi de su geçirmez olmalı.

Keşke seni düşünmeden durabilsem. Beni etkilemek istedin. Ama etkilenmedim işte, tiksindim. Yaptığın iğrenç bir şeydi; çocukça, aptalca bir şey. Bir kriz, bir oyuncak bebeği parçalamak gibi bir şey. Ne var ki, parçaladığın kendi kafandı, kendi bedenindi. Yatakta o bedenin yanımda olmadığını hissetmeden bir daha bir yandan öbür yana dönmeyeceğimden emin olmak, kesinkes emin olmak istedin. O bedenin orada olmadığını, ama kesilmiş bir bacak gibi hâlâ dokunulabilir olduğunu bileyim istedin. Kesilip atılmış ama yeri hâlâ acıyor. Ağlamamı, yas tutmamı, elimde kara kenarlı bir mendille sallanan bir koltuğa oturmamı, gözlerimden yaş değil kan dökülmesini istedin. Ama ben ağlamıyorum, öfkeliyim yalnızca. O kadar öfkeliyim ki, bu işi zaten kendin yapmamış olsaydın, ben seni öldürebilirdim.

Elizabeth sırtüstü yatıyor, elbisesi sırtında ama ütüsü bozulmamış. Ayakkabıları yatağın önündeki halının üzerine yan yana konmuş. Bu oval örgü halıyı dört yıl önce, ev döşemeye hâlâ meraklı olduğu yıllarda, Nick Knack’ten almıştı. Elizabeth’in kolları iki yanına açılmış, ayakları birbirine bitişik, gözleri açık. Tavanın yalnızca bir bölümünü görebiliyor, o kadar. Görme alanının içinde küçük bir çatlak var, bu çatlaktan daha küçük başka bir çatlak dallanmış. Hiçbir şey olmayacak, hiçbir şey açılmayacak, o çatlak genişleyip yarılmayacak, içinden hiçbir şey çıkmayacak. O çatlağın tek anlamı var. Duvar boyanmak istiyor. Bu yıl değil, gelecek yıl. Elizabeth “gelecek yıl” sözü üzerinde dikkatini toplamaya çalışıyor, ama yapamıyor.

Solda bir ışık lekesi var. Başını çevirse, yarısına kadar kaldırılmış, örümcek gibi çiçekleri olan Çin tarzı bambu storlarıyla pencereyi görecek. Öğle yemeğinden sonra ofise telefon etti, orada olamayacağını söyledi. Bunu son zamanlarda çok sık yapmaya başladı, oysa o işe ihtiyacı var.

Orada olamayacak, evet. Çünkü Hint işi baskı yatak örtüsünün üzerinde kıpırdamadan yatan bedeniyle, saç gibi çatlakları olan tavanın arasında bir yerde şu anda. Hint işi örtünün üzerinde kaplanlar, çiçekler var. Kendisi ise siyah balıkçı yaka bir kazak, düz siyah bir eteklik, leylak rengi bir kombinezon, önden açılıp kapanan bej bir sutyen ve plastik yumurtaların içinden çıkan türden bir külotlu çorap giymiş. Kendisini orada yatarken görebiliyor. Yoğunlaşmış hava gibi, albümin gibi bir şey. Hani yumurta haşlarken kabuk çatlayıp da içinden pırtlayan şey gibi. Tavanın öte yanındaki boşluktan haberi var, kiracıların oturduğu üçüncü kat gibi değil burası. Uzaktan uzağa, minik bir gök gürültüsünü andıran sesler duyuluyor: Çocuğu orada, yerde bilyelerini yuvarlayarak oynuyor. Hava ancak duyulur, ıslık sesi gibi hafif bir ses çıkararak siyah boşluğa doğru emiliyor. Elizabeth duman gibi yukarıya, o kara boşluğun içine çekilebileceğini düşünüyor.

Parmaklarını oynatamıyor. İki yanında duran ellerini, lastik eldivenleri düşünüyor: Bu el biçimi şeylerin içine kemikleri, etleri zorla tıkıştırmayı, her seferinde bir parmağı hamur gibi sokuşturmayı düşünüyor.

Alışkanlık sonucu iki üç santim aralık bıraktığı kapıdan yanmış balkabağı kokusu geliyor. Elizabeth bir hastanenin acil bölümünde tetikte duruyor sanki; çatırtılar; kırılma sesleri, çığlıklar duymayı bekliyor hâlâ. Cadılar Bayramı’na daha iki gün var ama çocukları balkabağından fenerlerini yakmışlar bile. Oysa hava bile kararmadı daha. Yalnız, Elizabeth’in yanı başındaki ışık lekesi hafiften solmaya yüz tuttu. Çocuklar giyinip kuşanmayı, acayip kıyafetlere girmeyi, maskeler takmayı öyle seviyorlar ki. Sokaklarda ölü yaprakların arasında koşmaya, yabancıların kapılarını çalmaya, ellerindeki kesekâğıtlarını uzatarak bonbon dilenmeye bayılıyorlar. Eskiden böylesi bir coşku, o ateşli sevinç, odasının kapalı kapısının ardında haftalarca sürüp giden hazırlıklar Elizabeth’in içine dokunurdu. İçinde bir şey burulur, bir anahtar çevrilirdi sanki. Bu yıl çocuklar ona uzak davranıyorlar. Aralarında bir hastanın bebek odasındaki gibi onları ayıran sessiz bir cam pano var sanki. Elizabeth sabahlığıyla panonun önünde durmuş, sırayla her ikisine de bakıyor, onların o pembecik dudaklarının açılıp kapandığını, yüzlerinin buruştuğunu görüyor. Elizabeth onları görebiliyor, onlar da onu görüyorlar. Bir şeyin yolunda gitmediğini biliyorlar. Terbiyeleri, kaçınışları dondurucu; çünkü bunu o kadar iyi becerebiliyorlar ki.

Beni gözetliyorlar ne zamandır. Yıllardır bizi gözetliyorlar. Bunu nasıl yapmaları gerektiğini niçin bilmiyorlar? Her şey normalmiş gibi davranıyorlar, belki onlar için normal de. Biraz sonra akşam yemeği isteyecekler, ben de yemek yapacağım. Bu yataktan çıkıp onlara yemek hazırlayacağım, yarın onları okula uğurlayacağım, sonra da işime gideceğim. Böyle olması gerekiyor.

Elizabeth eskiden yemek pişirirdi, hem de çok iyi pişirirdi. O zamanlar halılara da ilgi duyardı. Hâlâ yemek pişiriyor, bir şeylerin kabuğunu soyuyor, başka bir şeyleri ısıtıyor. Kimisi sertleşiyor, kimisi yumuşuyor pişince. İş böyle sürüp gidiyor. Ama yemek düşündüğü vakit Ağzının Tadını Bilenlerin Yemek Kitabı’ndaki o parlak renkleri, kırmızıları, turuncuları, yeşilleri görmüyor artık. Bunun yerine, kahvaltınızda ne kadar yağ var gibi yazıların bulunduğu dergilerdeki yiyecek resimleri gibi görüyor yiyecekleri. Ölü yumurta akları, domuz pastırmasındaki beyaz şeritleri, beyaz tereyağı. Donmuş domuz yağı kılıklı tavuklar, rostolar, biftekler. İşte bütün yiyeceklerin tadı böyleymiş gibi geliyor şimdi ona. Ama yiyor yine de aşırı yiyor hem de şişmanlayacağını bile bile.

Hafif bir kapı tıkırtısı, bir adım sesi duyuluyor. Elizabeth gözlerini indiriyor. Tuvalet masasının üzerindeki meşe çerçeveli oval aynadan kapının açıldığını, arkadaki koridorun karanlığını ve Nate’in solgun bir balona benzeyen hafifçe eğik yüzünü görebiliyor. Nate odaya giriyor ve Elizabeth’in onu dışarda tutmak için eşiğe germeyi âdet edindiği görünmez ipliği koparıyor. Elizabeth başını ona çevirmeyi başarıyor. Ona gülümsüyor. Nate, “Nasılsın, sevgilim?” diyor.

“Sana çay getirdim.”

29 Ekim 1976, Cuma

NATE

Birbirlerine hep sevgilim diyorlarsa da, Nate artık aralarında sevginin ne anlama geldiğini bilmiyor. Hepsi çocukların hatırı için. Nate ne zamandan beri karısının yanına kapıyı vurarak girmeye başladığını da, o kapıyı ne zamandan beri kendi odasının kapısı saymaktan vazgeçtiğini de anımsamıyor. Çocukların ikisini başka bir odaya geçirdiklerinde, Nate o boş yatağa sahip çıkmıştı. Elizabeth boş yatak, demişti o zaman. Şimdiyse o yatağa fazla yatak diyor.

Nate çay fincanını gece masasının üzerine, Elizabeth’i her sabah neşeli kahvaltı haberleriyle uyandıran saatli radyonun yanına koyuyor. Masanın üzerinde bir kül tablası var, içinde sigara izmariti yok. Neden olsun ki? Elizabeth sigara içmez. Ama Chris içerdi. Nate bu odada uyuduğu zamanlar, bir yığın kül, sürüyle kibrit, içi halkalı bardaklar, kendi cebinden çıkma bozuk paralar olurdu masanın üzerinde. Elizabeth’le Nate bunları bir fıstık ezmesi kavanozunun içine koyup biriktirir, bu parayla birbirlerine küçük armağanlar alırlardı. Elizabeth bu paralara “deli parası” derdi. Nate cebindeki bozuklukları hâlâ masaya boşaltıyor. Bunlar odasındaki –kendi odasındaki– yazı masasının üzerinde fare pisliği gibi birikiyor. Elizabeth onu orada tutmak istercesine, “kendi odan” deyip duruyor.

Elizabeth ona bakıyor, yüzünde renkten eser yok, gözlerinin çevresi koyu renk halkalarla kuşatılmış, gülümseyişi solgun. Gayret etmesi gerekmiyor, o zaten her zaman gayret eder.

“Teşekkür ederim, sevgilim” diyor. “Hemen kalkıyorum.” Nate, yardımcı olmaya çalışarak, “İstersen, bu akşam yemeği ben hazırlayayım” diyor. Elizabeth keyifsizce razı oluyor. Keyifsizliği; isteksizliği, yüreklendirmekten yoksun oluşu Nate’i korkunç sinirlendiriyor ama hiçbir şey söylemiyor. Gerisingeri dönüp kapıyı yavaşça ardından kapatıyor. Bir jest yaptığı halde Elizabeth sanki bunun hiçbir anlamı yokmuş gibi davranıyor.

Nate mutfağa gidiyor, buzdolabını açıyor, içinde ne var ne yok bakıyor. Tıkış tıkış giysilerle dolu bir çekmeceyi karıştırmak gibi bir şey bu. Kavanozların içinde artık yemekler, bozulmuş soya filizleri, plastik bir torba içinde çürük çimenlik gibi kokan, bozulmaya başlamış ıspanak. Elizabeth’in bunları temizlemesini beklemek boşuna. Eskiden temizlerdi. Bugünlerde başka şeyleri temizleyecek ama buzdolabını değil. Nate kendi temizleyecek buzdolabının içini, yarın ya da öbür gün, vakti olduğunda. Bu arada, bulabildikleriyle bir yemek uydurması gerek. Nate için bu büyük bir dert değil, yemek pişirilirken hep yardım ederdi, eskiden elbet. Nate o günleri “eski günler” diye düşünüyor, geçmiş romantik bir çağ, şövalyelik üzerine bir Disneyland filmi gibi. Her zaman erzak vardı o günlerde. Şimdiyse marketten alınacakların çoğunu Nate alıyor, eve gelirken bisikletinin sepetine hep bir iki kesekâğıdı yüklüyor. Ne var ki, bazı gerekli şeyleri unutuyor, bu yüzden de eksiklikler oluyor. Yumurta yok, tuvalet kâğıdı yok. O zaman çocukları köşedeki dükkâna göndermek zorunda kalıyor, orada her şey daha pahalı. Daha önce, otomobili satmadan evvel bu o kadar büyük sorun olmuyordu. Elizabeth’i haftada bir, cumartesi günleri markete götürüyor, eve döndüklerinde de onun, konserve kutularını, dondurulmuş yiyecek paketlerini yerine yerleştirmesine yardım ediyordu.

Nate suları akan kokmuş ıspanağı sebze kutusundan çıkarıp çöp tenekesine götürüyor. Paketten yeşil bir sıvı sızıyor. Yumurtaları sayıyor. Omlete yetecek kadar yok. İster istemez yine peynirli makarna yapacak. Bu da kötü sayılmaz, çünkü çocuklar makarnaya bayılırlar. Elizabeth bayılmayacak ama yine de yiyecek; sanki aklındaki son şey oymuş, Nate orada değilmiş gibi boş gözlerle duvara bakarak, ağır ağır ateşte kızaran bir din şehidi gibi gülümseyerek, tabağındakinin hepsini yiyip yutacak.

Nate bir makarnayı karıştırıyor, bir peyniri rendeliyor. Sigarasından kül düşüyor, neyse ki tencerenin içine değil. Chris’in bir av tüfeğiyle kafasını parçalaması onun suçu değil elbet. Evet, bir av tüfeğiyle. Bu, Nate’in Chris’te her zaman tatsız bulduğu aşırılığı, isteriyi özetliyor işte. Kendisi olsa bir tabanca kullanırdı. Elbet böyle bir şey yapmaya niyeti olsaydı. Nate’in asıl sinirine dokunan, telefon geldiğinde Elizabeth’in kendisine nasıl baktığı: Hiç değilse o bu yürekliliği gösterebildi. Hiç değilse o ciddiydi. Elizabeth bunları hiçbir zaman açık açık söylemedi söylemesine ama Nate onun ikisini kıyasladığından da, hâlâ sağ olduğu için kendisini suçlu çıkardığından da o kadar emin ki. Hâlâ sağ olmak ödleklik, başka bir şey değil.

Yine de Elizabeth’in, söylemese de, bütün olup bitenlerden onu sorumlu saydığını biliyor. Şu ya da bu olsaydın, şunu ya da bunu yapsaydın –Neyi yapsaydı acaba? Nate bilmiyor– bütün bunlar olmayacaktı. Bunlara sürüklenmeyecektim, zorlanmayacaktım… Bu Elizabeth’in görüşü. Ona göre sapıtmasına yol açan Nate’miş. Nate’in bu tanımlanmayan başarısızlığı, Elizabeth’i çevresinde dönüp dolaşan, “güzel kalçaların var” diyen ilk çılgın erkeğe vantuz gibi yapışmaya hazır, titrek, çaresiz bir et yığını haline getirmiş güya. Ama sutyeninin üzerindeki Aşk Kilidi’ni açmak için Chris ona ne dedi, elbet Nate bilemiyor. Olasılıkla, “Güzel dal budak salmışsın” gibi bir şey demiş olsa gerek. Satranç oyuncuları böyledir. Nate biliyor. Kendisi de eskiden satranç oynardı. Nate kadınların, yani bazı kadınların satranç oynamayı neden seksi bulduklarını bir türlü anlayamıyor.

İşte o geceden beri, tam bir haftadır, Elizabeth öğleden sonralarını o yatakta –eskiden Nate’in olan, daha doğrusu yarısı Nate’in olan yatakta– böyle yatarak geçiriyor. Nate de ona her gün bir fincan çay getiriyor. Elizabeth bu çayları ölmekte olan kuğu bakışlarıyla kabul ediyor; Nate bu bakışa dayanamadığı gibi, karşı da koyamıyor. Olanlar senin kabahatin sevgilim ama bana fincan fincan çay getirmene bir diyeceğim yok. Yetersiz bir özür dileme bu. Banyodan bir aspirinle bir bardak da su getir. Teşekkür ederim. Hadi şimdi bir yere git ve kendini suçlu hisset. Buna katlandığı için Nate enayinin biri olduğunu düşünüyor; iyi bir çocuk gibi. Gidip ölüyü teşhis etmek de ona düştü üstelik, Elizabeth’e değil. Elizabeth’in yaralı gözlerinin dediği gibi, kimse ondan gidip ölüyü teşhis etmesini bekleyemezdi. Nate ne kadar da işgüzarca girmişti apartmana. Kendisinin yalnızca iki kez gittiği, Elizabeth’inse son iki yıldır en azından haftada bir uğradığı o apartmanda durmak, mide bulantısıyla savaşmak, kendini toparlayıp bakmaya zorlanmak korkunçtu. Nate Elizabeth’in orada, onlarla birlikte odada olduğunu hissetmişti; boşluktaki bir kıvrıntı, bir gözleyici gibi. Chris’ten daha çok, onun varlığı duyumsanıyordu. Doğrusu, kafa diye bir şey kalmamıştı ölüde: Başsız süvari. Ama yine de tanınabilecek durumdaydı. Chris’in o ağır, yassı suratı hiçbir zaman ifadeli olmamıştı zaten. Oysa çoğu insan öyledir. Onun bütün ifadesi bedeninde toplanmıştı. Kafası her zaman ona sorun çıkartmıştı. Besbelli Chris de bu yüzden bedeninin başka bir yerine değil de kafasına sıkmıştı kurşunu. Bedenini bozmak istememişti.

Yerler, masa, yatağın yanında duran satranç takımı, üzerinde gövdeyle uzuvların yattığı yatak, Nate’in ona o ince uzun kordonla bağlı öbür bedeni, Elizabeth’in denetlediği boşluktaki o delik. Chris, üzerine bir takım elbise giymiş, boyunbağı takmıştı. Sırtında beyaz bir gömlek vardı. Nate o garip töreni düşünüyor; kalın, etli ellerin kravatı bağlayışını, aynaya bakıp düzeltişini… Tanrım, ayakkabılarını bile parlatmıştı! Düşündükçe ağlayası geliyordu. Nate ellerini ceketinin ceplerine sokmuştu; parmakları bozuk paraların, evin anahtarlarının üzerinde kasılıp kalmıştı.

İkinci polis, “Masanın üzerine sizin telefon numaranızı bırakması için bir neden var mıydı?” diye sordu. Nate, “Hayır” dedi. “Biz arkadaşıydık, ondan olsa gerek.” Birinci polis, “İkiniz de mi?” diye sordu. Nate, “Evet” dedi. Nate güveç kabını fırına koymak üzereyken Janet geliyor: “Yemeğe ne var?” diye soruyor; sonra Nate’e kim olduğunu anımsatmak ister gibi, “Baba” diye ekliyor. Nate birden bu soruyu öyle acıklı buluyor ki, bir süre yanıt veremiyor. Geçmişten kalma bir soru bu, eski günlerden. Nate’in gözleri buğulanıyor. Güveç kabını yere fırlatıp kızını kucaklamak istiyor cam. Ama fırının kapağını yavaşça kapatmakla yetiniyor. “Peynirli makarna” diyor. Janet, “Nefis” diyor. Sesi ırak, denetimli, dikkatli bir hoşnutluk numarası yapar gibi. “Domates sosu da var mı?” Nate, “Hayır” diyor. “Domates yoktu.” Janet, tahtada bir cızırtı çıkartarak, başparmağını mutfak masasının üzerine sürtüyor. Bunu iki kez yapıyor. Sonra, “Annem dinleniyor mu?” diyor. Nate, “Evet” diye karşılık veriyor. Sonra, ahmakça, “Ona bir fincan çay götürdüm” diyor. Bir elini arkasına götürüp mutfak tezgâhına dayanıyor. Neden kaçınmaları gerektiğini her ikisi de biliyorlar. Janet, küçük bir yetişkin sesiyle, “Eh, yakında görüşürüz” diyor. Dönüp mutfak kapısından çıkıyor.

Nate bir şey yapmak, mutfak penceresine vurup elini parçalamak istiyor. Ama camın öbür yanında bir tel kafes var. Bu, yapacağı işi etkisiz hale getirebilir. Şu anda ne yapsa gülünç olacak zaten. İnsanın kafasını uçurmasının yanında bir pencereyi parçalamak nedir ki? Köşeye sıkıştın işte. Eğer bu işi Elizabeth planlamış olsaydı, daha iyisini yapamazdı kuşkusuz.

29 Ekim 1976, Cuma

LESJE

Lesje [Laşyadiye okunur] tarihöncesinde dolaşıyor. Kendi güneşinin hiçbir zaman olamayacağı kadar turuncu bir güneşin altında, kalın saplı çiçeklerle, aşırı büyümüş eğreltiotlarıyla dolu, bataklık gibi sulak bir alanın ortasında; sırtları kemik levhalarla kaplı bir grup Stegosaurus otluyor. Bu grubun çevresinde ise, ancak görünüşü sayesinde korunan, daha uzunca boylu, daha ince yapılı birkaç Camptosaurus var. Arada bir ihtiyatla, sinirli sinirli küçük kafalarını kaldırıyor, havayı koklamak içın arka ayakları üzerinde dikiliyorlar. Bir tehlike varsa, alarmı veren ilk onlar olacak. Lesje’nın daha yakınında, orta boylu bir Pterozor sürüsü dev bir eğreltiotu ağacından ötekine doğru süzülüyor. Lesje bu ağaçlardan birinin en tepesindeki yaprak demetinin içine çömelmiş, kendisini işe hiç karıştırmadan, mutluluk içinde, dürbünle sürüyü seyrediyor: Dinozorların hiçbiri ona en küçük bir ilgi göstermiyor. Onu görseler ya da kokusunu alsalar bile, ayrımına varmayacaklar. Lesje onlar için o denli yabancı bir şey ki, dikkatlerini onun üzerinde toplayamıyorlar. Yerliler de Kaptan Cook’un gemilerini gördüklerinde oralı olmamışlardı, çünkü böyle şeylerin var olmaması gerektiğini biliyorlardı. Görünmez olmak gibi bir şey bu.

Lesje dinlenmek için herkesin böyle hayaller kurmadığını biliyor elbet. Ama o böyle hayaller kurarak dinleniyor. Özellikle de, hangi paleontolojik gerçeğin resmi uyarlamasını seçtiyse, onu utanmazca bozmaya başladı başlayalı. Genellikle çalışma saatleri içinde zeki, nesnel ve yeterince kuramcıdır. “Burada, bu Jura çağından kalma bataklıklardaki taşkınlığımın asıl nedeni bu olsa gerek” diye düşünüyor. Çağları, zamanları birbirine karıştırıyor, renkleri ekliyor. Uzmanların varsaydığı gibi donuk kurşuniler ya da kahverengiler yerine niçin kırmızı-sarı benekli metalik mavi bir Stegosaurus olmasın sanki? Kendisi de az buçuk o uzmanlardan Camptosaurus’ların böğürlerinde pastel renkler bir görünüyor, bir kayboluyor; kırmızımtrak pembeler, morlar, uçuk pembeler… Ahtapotun derisindeki kasılıp gevşeyen kromatoforlar gibi, bu renkler de hayvanın duygularını yansıtıyor. Camptosauruslar ancak öldüklerinde renkleri kurşuniye döner.

Aslında hiç de sanıldığı kadar hayal ürünü değil bunlar. Lesje daha egzotik çağdaş kertenkelelerin parlak renklerine alışık; Mandril denen maymunun kıçındaki memeli çeşitlemeler de cabası. Bu tür tuhaf eğilimler bir yerden başlayarak gelişmiş olsa gerek.

Lesje bunun bir kaçış olduğunu biliyor. Son zamanlarda çok sık yapmaya başladı bunu. Çocukluktan, erken ergenlik çağından kalma, başka düşünce kurguları yararına bir süre önce rafa kaldırılmış bir gündüz düşü bu. Kafasının içinde dinozorların yerini insanlar –erkekler– aldı, doğru, tıpkı jeolojik zamanlarda olduğu gibi. Şu var ki, erkekleri düşünmek giderek daha az ödüllendirilir oldu. Her neyse, yaşamının o bölümü şimdilik düzenli gidiyor. Düzenli. Yani düzenli bir yanlışlık içinde. Şu anda erkekler demek, William demek. William, Lesje’nın da, kendisinin de artık yerleşik düzene girdiğine inanıyor. Herhangi bir değişiklik için bir neden görmüyor. Düşününce, Lesje da görmüyor. Yalnız, artık William’la ilgili gündüz düşleri kuramıyor, kurmaya çalıştığı zamanlar bile yapamıyor bunu. Eskiden kurduğu düşlerin ne olduklarını bile anımsayamıyor artık. William’la ilgili bir gündüz düşü ancak bir çelişki diye nitelendirilebilir şimdi. Lesje bu gerçeğe pek önem vermiyor.

Tarihöncesinde erkekler ya da başka insanlar yok, kendisi gibi rastgele ortaya çıkan yalnız gözlemciler bunun dışında elbet. O bir turist, bir sığınmacı, kendi özel eğreltiotunda dürbünüyle çömelmiş, kendi işiyle uğraşan biri. Telefon çalınca Lesje irkiliyor. Gözleri irileşiyor, kahve kupasını tutan eli havaya sıçrıyor, kahve dökülüyor. Ani gürültülerden aşırı etkilenen insanlardandır Lesje. Kendisini ürkek bir insan, bir otobur olarak görür. Arkasından biri geldi mi havaya sıçrar; metrodaki görevli düdüğünü çaldı mı, orada insanların olduğunu ve düdüğün çalacağını bile bile irkilir. Arkadaşlarından bazıları bunu sevimli bulsa da, bazılarının sinir olduğunu Lesje biliyor.

Lesje sinir biri olmak istemiyor. Onun için, yanında kimse olmadığı zaman bile kendini denetlemeye çabalıyor. Kahve kupasını masanın üzerine koyuyor –dökülen kahveyi daha sonra silip temizleyecek– sonra gidip telefonu açıyor. Kimden telefon beklediğini de, kimin aramasını istediğini de bilmiyor. Bu ikisinin ayrı ayrı şeyler olduğunu düşünüyor.

Lesje telefonu açtığında hat kapanmıştı bile. Telefondan gelen ses kentin uğultusu. Dökme camın dışından yansıyan bu ses, karşısındaki beton kayalıkta büyüyor. Lesje kendisi de o beton kayalığın içinde yaşıyor. Kayalıklarda yaşayan, kayalıklarda asılı duran biri. Lesje telefonu bir an elinde tutuyor, bir sesi dinler gibi uğultuya kulak veriyor. Sonra alıcıyı yerine bırakıyor. William değil arayan, bu belli. William söyleyeceği bir şey, pratik bir mesajı olmadı mı asla aramaz: Geliyorum. Beni şurada bekle. Gelecek durumda değilim. Var mısın şuraya gidelim, ve daha sonra, birlikte yaşamaya başladıklarında, şu saatte evde olacağım. Ve daha sonra, şu saate kadar evde olmayacağım. Lesje bunları ilişkilerinin olgunlaşmasının işareti olarak görüyor ve William’ın yokluğundan tedirgin olmuyor. William’ın önemli bir proje üzerinde çalıştığını biliyor. Bir lağım boşaltma projesi bu: Lesje onun işine saygı duyuyor. O da, William da birbirlerine bol özgürlük tanıyacakları konusunda sözleşmişlerdi.

Bu üçüncü kez. Geçen hafta iki kez, bir de bugün. Bu sabah Lesje ofisteki kızlara laf olsun diye bu telefonlardan söz etti. Bundan kaygılanmadığını belirtmek için de, dişlerini göstererekten şöyle bir gülümseyiverdi çabucak. Sonra hemen elini götürüp ağzını kapattı. Dişlerinin yüzüne oranla çok büyük olduğunu düşünüyor. Bu koca dişler onu iskelet gibi, karnı aç gibi gösteriyor. Elizabeth Schoenhof da oradaydı, kafeteryada. Çok işleri yoksa hepsi on buçukta kafeteryaya giderler. Elizabeth Özel Projeler bölümünde çalışır. Lesje onu sık sık görür, çünkü müzedeki en gözde şeylerden biri de fosillerdir. Elizabeth fosiller üzerinde çalışmayı sever. Bu kez Elizabeth onların masasına geldi ve bir sergi için Lesje’nın üzerinde çalıştığı materyale gereksinimi olduğunu söyledi. Sergiye Kanada’dan küçük nesneler koymak istiyormuş aynı coğrafya bölgesinden birtakım doğal nesneler de eklemeyi, düşünüyormuş. Hem insan eliyle yapılmış nesneler olmalıymış, hem de çevresel nesneler. Öncü baltalar, hayvan tuzaklarına yakışsın diye birtakım doldurulmuş hayvanlar koyabilirmiş örneğin. Atmosferi sağlamak için de oraya buraya birkaç kemik fosili serpiştirmeyi düşünüyormuş.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıAdem’Den Önceki Yaşam
  • Sayfa Sayısı392
  • YazarMargaret Atwood
  • ISBN9786256417601
  • Boyutlar, Kapak13.5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Çırak Sihirbaz – Yazarlar, Kahramanlar, Hikayeler Ve Hayat ~ Margaret AtwoodÇırak Sihirbaz – Yazarlar, Kahramanlar, Hikayeler Ve Hayat

    Çırak Sihirbaz – Yazarlar, Kahramanlar, Hikayeler Ve Hayat

    Margaret Atwood

    “Kadınların yazar olarak karşılaştıkları zorluklardan bahsedebilirim. Örneğin; bir kadın yazarsanız, bazen herhangi bir yerde size şu soru sorulabilir: Kendinizi önce yazar olarak mı, yoksa...

  2. Ölülerle Uzlaşmak ~ Margaret AtwoodÖlülerle Uzlaşmak

    Ölülerle Uzlaşmak

    Margaret Atwood

    Yazar kimdir, ne için yazar, kimin için yazar, onun Sevgili Okur’u kimdir? Yazı ölümlülüğün panzehri midir? Yazmak ile yazar olmak aynı şey midir? Aynı...

  3. Kedi Gözü ~ Margaret AtwoodKedi Gözü

    Kedi Gözü

    Margaret Atwood

    Elaine Risley, retrospektif sergisinin açılışı için gittiği Toronto’da geçmişiyle yüz yüze geliyor.  Acılarından güç devşirdiği geçmişi karşısında şimdi: Okulda ona nasıl olması gerektiğini söyleyen kız arkadaşlarının zorbalığı, güzel, kusursuz ve hanım hanımcık olmayı öğreten kadın dergileri, ona hep sınırları gösteren ailesi

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İnsandan Öte ~ Theodore Sturgeonİnsandan Öte

    İnsandan Öte

    Theodore Sturgeon

    “BİZİ KİMSE YARATMADI. EVRİMLEŞEREK BU HÂLE GELDİK. BİR SONRAKİ AŞAMAYIZ BİZ.” Hugo ve Nebula ödüllü Theodore Sturgeon kaleme aldığı eserlerle bilimkurgu, fantezi ve korku...

  2. Kahya ve Klara ~ Patrick DewittKahya ve Klara

    Kahya ve Klara

    Patrick Dewitt

    Kartpostallara layık doğası ve insan azmanı sert adamlarıyla meşhur Bury köyünün cılız, müzmin yalancı ve yalnız sakini Lucien Minor. Baştan başlaması gerek. Çok uzaklardan,...

  3. Tehlikeli Yaz ~ Ernest HemingwayTehlikeli Yaz

    Tehlikeli Yaz

    Ernest Hemingway

    Yazarın, Türkçeye ilk kez çevrilen romanı: Tehlikeli Yaz. Ernest Hemingway, adeta meydan okuyan bir tavırla okurlarını bu kez İspanya’nın geleneksel boğa güreşlerine götürüyor.Tehlikeli Yaz‘ı okurken...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur