Jack London az rastlanır anlatı yeteneğiyle kendisini ilgilendiren birçok farklı alanda eser verdi. Ademden Önce, ilk insanın çarpıcı öyküsüyle, genetik kodlanmayı, rüyaları ve ilkel yaşamı keşfe çıkan bir roman. Oldukça sert çizilen karakterler ve sürükleyici dramatik yapı, okura büyük bir okuma zevki ve düşünme vesilesi vaat ediyor.
Ademden Önce: Evrim düşüncesine fantastik bir bakış.
*
Klasik eserleri çift dilli olarak yayınlamak dünya yayıncılığında ve dil eğitiminde sıklıkla başvurulan bir yoldur. Anglosakson edebiyatının on seçkin eserinden oluşan bu dizide İngilizce metinler sağ, Türkçe çeviriler sol sayfalardan akmatadır.
Böylece edebiyat tutkunları sevdikleri yazarları orjinal dilinden okurken sol sayfalardan yardım alabilcekler. İngilizce – Türkçe Dünya Klasikleri yabancı dilini ileri düzeye yükseltmek için de son derece pratik bir eğitim dizisi niteliğindedir.
***
ÖNSÖZ
FANTASTİK BİR EVRİM DÜŞÜNCESİ
Jack London, genellikle yaşamından yararlanarak yazar kitaplarını ve bu kitaplar, kendi yaşam serüveninin derin izlerini taşır. Ademden Önce, konu bakımından, yazarın tutumuna pek uymasa da, yarattığı atmosfer açısından diğer kitaplarınıandırıyor. Bu kitapta Jack London insanoğlunun çok uzak geçmişini, yarı insan olduğu dönemi, Ağaç İnsanları, Ateş İnsanları ve ‘Ahali’ diye üç bölüme ayırarak gözler önüne seriyor. Kitap, yazıldığı çağın, yani 20. yüzyıl başının, bilimsel verilerine uygun olduğu kadar soluk kesici ve anlamlı bir serüven romanıdır aslında.
Jack London’ın sadece basit aletleri kullanmayı bilen, iletişim güçlüğü çeken, ağaçlarda ve mağaralarda yaşayan Ağaç İnsanları’nı, eski atalarımızın, yani İri Diş, Sarkık Kulak ve Hızlı’yı çok daha gelişmiş bir evrenin temsilcisi olan ve ateş yakmayı, ateşi kullanmayı öğrenmiş, ok atmayı ve düşmanlarını bu şekilde yok etmeyi bilen Ateş İnsanları’na tercih ettiği; Ağaç İnsanları’na yakınlığını, onlara duyduğu sempatiyi açıkça belli ediyor. Yazar yenilmesi ve belki de ortadan kalkması kaçınılmaz olandan, oku yayı olmayandan, öldürme güdüsü gelişmemiş olandan yanadır.
Jack London’ın bütün yapıtlarında işlediği güçlüyle güçsüzün mücadelesi, güçlü ve neredeyse yenilmez olan doğa’nın karşısında İnsan’ın aciz durumu ve doğayla mücadelesi temasını bu kitapta da sürdürür. Jack London bu kitabında kendi metaryalist dünya görüşünün yanı sıra Darwin ve Darwinciliğin evrim kuramından da yararlanır. Gerçi insanoğlunun uzak geçmişine dair bulgular yirminci yüzyılın başında, günümüzde olduğu kadar kesine yakın bilimselliği içermiyordu. Yeterince çok fosil bulunmamıştı.
Daha sonra bulunan fosiller Jack London’ın elbette ki kurmaca olan metninin fantastik bir çehre kazanmasına neden oluyor. Bir kere kitapta dönemsel olarak birbirine yaklaştırılan Ağaç İnsanları ile yere inen Ateş İnsanları arasında zamansal uzaklığın London’un sandığından daha fazla olduğu kanıtlanmıştır. Ama yine de Darwincilikten faydalanarak yazdığı bu romanda Jack London günümüz insanının yaşam içindeki tutum ve davranışlarının uzak atalarımızdan bize aktarılan içgüdülerden etkilendiğini çok usta bir biçimde ortaya koyuyor.
Son olarak, insanın insan olma mücadelesi, Jack London’ın büyük bir ustalıkla anlattığı bu yırtıcı ve acımasız savaş, okurlara coşkunun yanı sıra acıyı da yaşatıyor. Bir yandan insana özgü dostluk, aşk, bağlılık gibi duyguların, toplumsal bilincin gelişmesini sergilerken, bir yandan da o vahşi ve korku dolu eski dünyada, –kıran kırana bir mücadelenin sürdüğü, yalnızca en güçlülerin egemen olabileceği, güçsüzlerin ise ölüme mahkûm olduğu o acımasız dünyada– insanın varlığını sürdürebilmek için en vahşiyaratıktan daha vahşi, daha yırtıcı olmak zorunluluğunu büyük bir ustalıkla, insanı heyecandan heyecana sürükleyen bir anlatımla dile getiriyor bu büyük yazar.
ADEMDEN ÖNCE
Resimler! Resimler! Resimler! Rüyalarıma üşüşen o binlerce resmin nereden geldiğini öğrenmeden önce, sık sık merak ederdim; çünkü gündüzleri bu resimlere benzer hiçbir şey görmemiştim. Rüyalarımı bir karabasan dizisine dönüştürerek çocukluğumu bir işkence, rüyalarımın kâbuslar dizisi olmasına yolaçan bu imgeler bir süre sonra beni kendi türümden farklı, insanlıktan uzak, lanetli bir yaratık olduğuma inandırdılar.
Mutluluğu yalnızca gündüzleri; o da belli bir ölçüde tadabiliyordum. Gecelerime ise korkunç bir korku hâkimdi, hem de ne korku! Bu dünyada yaşamış, yaşayacak insanlar arasında hiçbir insanın böylesine derin, böylesine anlaşılmaz bir korku duymadığından emin olduğumu söylersem abartmış sayılmam. Çünkü benim çektiğim korku çok uzak bir geçmişin korkusuydu; Genç Dünya’da, uzak bir geçmişin Genç Dünya’nın ilk gençliğinde duyulan korkuydu. Kısacası Orta Pleistosen (ya da Dördüncü Çağ) olarak bilinen çağda yaşayanların çektikleri korkuydu.
Ne demek istiyorum, öyle mi? Rüyalarımı anlatmadan önce bir açıklama yapmam gerekiyor. Yoksa, benim çok iyi bildiğim, anladığım bazı şeylerin sizin için hiçbir anlamı olamaz. Bu satırları yazarken, o öteki dünyanın bütün varlıkları ve olayları art arda birbirini izleyen muazzam imgeler dizisi olarak gözlerimin önünden geçiyor ve bütün bunların size birbiriyle ilişkisiz ve anlamsız geleceğini çok iyi biliyorum.
Sarkık Kulak’ın dostluğunun, Hızlı’nın sıcak çekiciliğinin ya da Kızıl Göz’ün şehvetinin ve atavizminin sizler için ne anlamı olabilir? Gülünç bir tutarsızlıktan öte hiçbir şey ifade etmez. Ateş Adamları’nın ve Ağaç Adamları’nın yaşantısı, sürülerin anlaşılmaz sesler çıkardıkları o toplantılar da aynı şekilde bir şey ifade edemez. Çünkü siz, sarp kayalıklardaki soğuk mağaraların huzurunu, gün bitiminde su içme yerlerinin sirk havasına bürünen canlılığını, ne ağaç tepelerinde esen keskin sabah rüzgârını ne de körpe ağaç kabuklarının şekerli tadını bilemezsiniz.
En iyisi, siz de konuya, benim yaptığım gibi çocukluğumdan başlayarak girin. Çocukken öbür çocuklardan farklı bir yanım yoktu. –Elbette uyanık olduğum saatlerde. Uyku saatlerinde ise değişiyor, herkesten farklı biri oluyordum. Kendimi bildim bileli uyku saatleri benim için dehşet dönemleri olmuştur. Rüyalarımda mutluluk anları nadiren olurdu. Genellikle korku doluydu; hem de öylesine garip ve yabancı bir korkuydu ki, üzerinde düşünmeme, anlamaya çalışmama imkân yoktu. Uyanıkkenki hayatımda yaşadığım hiçbir korku, uykularımda beni saran korkulara benzemiyordu.
Örneğin, ben bir kent çocuğuydum. Kırsal bölgeler benim için keşfedilmemiş yerlerdi. Buna rağmen rüyalarımda ne bir kent ne de bir ev gördüm. Üstüne üstlük, hiçbir insanoğlu düşlerimin o karanlık duvarını yıkıp içeri girmedi. Ağaçları sadece parklarda ve resimli kitaplarda gören ben, uykumda bitmez tükenmez ormanlarda dolaşıyordum. Daha da ötesi, bu ağaçları yalnızca bulanık birer imge olarak değil, son derece net görüyordum. Onlara öyle yakındım ki, her dalı, her sürgünü, her yaprağı bir bir tanıyordum.
Uyanıkken ilk kez bir meşe ağacı gördüğüm zamanı çok iyi hatırlıyorum. Yapraklarına, dallarına ve budaklarına bakarken, rüyamda aynı türden ağaçları sayılamayacak kadar çok gördüğüm, sinir bozucu bir canlılıkla kafama dank etti. Hayatımın daha sonraki dönemlerinde ladin, porsuk, huş ve defne gibi ağaçları ilk kez gördüğümde onları hemen tanımak beni hiç şaşırtmadı. Bu ağaçların hepsini daha önce görmüştüm ve hâlâ her gece uykumda görüyordum.
Bu, sizin de fark ettiğiniz gibi, rüya görmenin birinci yasasına aykırıdır. Çünkü insan rüyada sadece hayatının uyanık saatlerinde görmüş olduklarını ya da bunların bir karışımını görür. Ne var ki benim bütün rüyalarım bu yasayı çiğniyordu. Rüyalarımda asla gündüzleri görüp bildiğim BİR ŞEYİ görmezdim. Rüya yaşamım ile uyanıkyaşamım, benden başka hiçbir ortak yanları olmayan, birbirinden farklı iki hayattı. Ben, her nasılsa her iki hayatı da yaşayan bir bağlantı halkasıydım.
Çocukluğumun erken bir döneminde fındık fıstık gibi yemişlerin bakkaldan, çilek, böğürtlen gibi meyvelerin manavdan alındığını öğrenmiştim; ama bütün bunları öğrenmeden önce de rüyalarımda fındığı fıstığı ağaçlardan ya da ağaç diplerine dökülmüş olanları yerden toplayıp geldiğimi, aynı şekilde çilek ve böğürtlenleri de asmalardan ve çalılardan bulup çıkardığımı hatırlıyorum. Oysa bu, gerçek yaşamdaki günlük deneyimlerimin çok ötesindeydi.
Böğürtlenin ilk kez sofraya getirildiği günü asla unutmayacağım. O zamana kadar hiç böğürtlen görmemiştim, ama bir tabak dolusu meyveyi görür görmez, bataklıklar arasında tıka basa böğürtlen yiyerek dolandığım rüyaların anıları kafamda canlanıverdi. Annemin önüme koyduğu tabaktan bir kaşık aldım, ama daha kaşığı ağzıma götürmeden, tadının nasıl olduğunu biliyordum. Yanılmamıştım. Uykumda binlerce kez tatmış olduğum böğürtlenlerin tadındaydı.
Ya yılanlar? Yılanların varlığını öğrenmeden çok daha önce, uykumda onlar tarafından canımdan bezdirilmiştim. Ormanın açıklık yerlerinde benim için pusuya yatarlar, üzerime atılır ayaklarıma sarılırlar; kuru otların arasından ya da çıplak kaya parçalarının üzerinden kıvrılarak geçerler; büyük, parlak gövdeleriyle ağaçlara dolanıp beni ağaç tepelerine kadar kovalarlar, giderek daha ve daha yükseğe, daha da ileriye bedenimin ağırlığıyla eğrilen ve çatırdayan dallara tırmanmaya zorlarlardı. Ayaklarımın altında çatırdayan dalların sesini, yerden baş döndürücü bir uzaklıkta olduğumu hatırladıkça hâlâ irkilirim. Yılanlar! Çatallı dilleri, boncuk gibi küçük gözleri, parıldayan pulları, tıslamaları ve çıngıraklarıyla… İlk kez sirke gittiğim gün, yılan oynatan adamın onları havaya kaldırdığını gördüğümde bu yaratıkları zaten çok iyi tanıyordum. Benim eski arkadaşlarım, daha doğrusu gecelerimi korkuyla dolduran eski düşmanlarımdı.
Ah, o bitmez tükenmez ormanlar ve onların dehşet verici karanlıkları! Ben, en küçük bir sesten bile irkilen, kendi gölgemden korkan zavallı ürkek yaratık, tedirgin, hep tetikte ve uyanık, hayatımı kurtarmak için her an delice koşu tutturmaya hazır bir durumda, yıllar, belki de yüzyıllar boyu dolaştım durdum ormanlarda. Çünkü ben ormanda süren vahşi hayatın avıydım ve ava çıkan canavarların önünden, beni kendimden geçiren o anlatılmaz korkuyla kaçardım.
İlk kez sirke gittiğimde beş yaşımdaydım. O gün eve hasta döndüm –yediğim fındık fıstık ya da içtiğim limonatadan değil. İzin verin de anlatayım: Hayvanların bulunduğu çadıra girdiğimizde, her yanı boğuk bir kükreme sarstı. Elimi babamın elinden kurtarır kurtarmaz, deli gibi giriş kapısına doğru koşmaya başladım. İnsanlara çarpıyor, yere düşüyor; bu arada dehşet içinde çığlıklar atıyordum. Babam beni yakaladı ve yatıştırmaya çalıştı. Kükremeye hiç aldırış etmeyen kalabalığı gösterdi ve güvenlikte olduğumuzu söyleyip beni yüreklendirdi.
Ne var ki, korkudan titreyerek, babamın oldukça cesaretlendirici sözlerinden sonra, en sonunda aslan
“Ademden Önce – Before Adam” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAdemden Önce - Before Adam
- Sayfa Sayısı264
- YazarJack London
- ÇevirmenSevgi Tamgüç
- ISBN9786055588557
- Boyutlar, Kapak11x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sarışın Jane – Bela’nın Peşinde ~ Paul Kieve
Sarışın Jane – Bela’nın Peşinde
Paul Kieve
Çok değerli casus kedisi Bela kaçırılmıştır. Janey Brown, Müthiş casus Sarışın Jane olarak ikinci görevine başlar! Bir grup çatlak bilim insanı, kedilerin dokuz canlı...
- Kuantum Gecesi ~ Robert J. Sawyer
Kuantum Gecesi
Robert J. Sawyer
Flashforward, Neanderthal Parallax ve WWW Üçlemelerinin Hugo, Nebula ve John W. Campbell ödüllü yazarı şimdi de her insanın aşabileceği ‘iyi’ ile ‘kötü’ arasındaki ince...
- Tüm Ruhlar ~ Javier Marías
Tüm Ruhlar
Javier Marías
“Tüm Ruhlar” anlatıcının, dünyanın ve zamanın dışındaki bir şehirde, Oxford Üniversitesi’nde geçirdiği sislerle kaplı, tuhaf iki yılın hikâyesidir. Bu romanın büyüleyici kahramanları da dünyanın...
saçma