Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Âdem’den Önce
Âdem’den Önce

Âdem’den Önce

Jack London

Âdem’den Önce, geceleri rüyasında insanlığın ilk dönemlerinde, henüz ateşin bulunmadığı zamanlarda yaşadığını gören bir gencin ağzından acımasız, vahşi, yalnız güçlülerin hayatta kaldığı ilkel dünyanın…

Âdem’den Önce, geceleri rüyasında insanlığın ilk dönemlerinde, henüz ateşin bulunmadığı zamanlarda yaşadığını gören bir gencin ağzından acımasız, vahşi, yalnız güçlülerin hayatta kaldığı ilkel dünyanın ve büyük yırtıcılardan korunmak için ağaç tepelerinde ya da dik uçurumlardaki mağaralarda uyumak zorunda kalan, konuşamayan, çıkardığı seslerle anlaşan ilkel insanın hikâyesini anlatır.

Her yaştan okura kendi uzak geçmişini, kolektif bilinçaltının derinliklerini böylesine canlı, derin bir özdeşleşme yaratarak anlatmayı başaran roman yazarının deyimiyle, “yazılmış en ilkel hikâye”dir. Üst Paleolitik Çağ’dan başlayıp ilkel bir varlıktan insana dönüşmenin soluk kesen serüvenini Jack London’ın kaleminden, onun hayal gücünün biçimlendirdiği haliyle okumak başlı başına bir macera.

1

Resimler! Resimler! Resimler! İşin aslını öğrenmezden önce hep merak ederdim düşlerimi altüst eden o binlerce resmin nereden geldiğini. Gündüzki gerçek yaşantım içinde bu resimlere benzeyen hiçbir şey görmemiştim çünkü. Çocukluğumun bitmez tükenmez bir işkence, düşlerimin bir kâbuslar dizisi olmasına yol açan bu imgeler, bir süre sonra öbür insanlardan ayrı, doğadışı ve lanetlenmiş bir kişi olduğuma inandırdılar beni.

Mutluluğu yalnızca gündüzleri –o da belli bir ölçüde– tadabiliyordum. Gecelerime korkunç bir korku egemendi –hem de ne korku!– Dünyada yaşamış, yaşayacak hiçbir insanın böylesine derin, böylesine anlaşılmaz bir korku duymadığından emin olduğumu söylersem durumumu abartmış sayılmam. Çünkü benim korkum çok uzak bir geçmişin korkusuydu. Genç Dünya’da, hem de Genç Dünya’nın en gençliğinde duyulan korku. Kısacası benim korkum, Orta Pleyistosen (ya da Dördüncü Çağ) olarak bilinen çağda yaşayanların çektikleri korkuydu.

Ne demek istiyorum, öyle mi? Evet, düşlerimin özelliklerini ayrıntılı olarak anlatmaya başlamazdan önce bir açıklamanın gerekli olduğunu görüyorum. Yoksa benim çok iyi bildiğim, anladığım bazı şeylerin sizin için hiçbir anlamı olamaz. Bu satırları yazarken, öteki dünya nın bütün varlıkları, bütün olayları, birbirini kesiksiz izleyen bir görüntüler dizisi olarak geçiyor gözlerimin önünden; ancak bütün bunların sizin için anlamsız, ipsiz sapsız şeyler olacağını da pek iyi biliyorum. Sarkıkkulak’ın dostluğu, Tezayak’ın sıcak çekiciliği, ya da Kızılgöz’ün kokunç tutkusu ve atavizmi örneğin. Ne anlamı var bunların sizin için? Öte yandan Ateş Adamları’nın ya da Ağaç Adamları’nın yaşantısı, yarı insan sürülerinin bir araya geldikleri zaman çıkardıkları acayip sesler de bir şey diyemez sizlere. Uçurum kenarlarındaki serin mağaraların huzurunu bilemezsiniz siz. Akşam oldu mu tam bir sirk havasına bürünen su içme yerlerinin canlılığını duyamazsınız. Sabah rüzgârının ağaç tepelerinde dolaşanlara nasıl çarptığını, ağzınızın içinde eriyen körpe ağaç kabuklarının tadını da bilemezsiniz. En iyisi siz de benim gibi yapın ve benim çocukluğumdan başlayarak girin konuya. Küçük bir çocukken öbür küçük çocuklardan ayrı bir yanım yoktu pek –gündüz saatlerinde tabii–. Uyku saatlerinde ise değişiyor, hiç kimseye benzemez, herkesten ayrı bir yaratık oluyordum. Kendimi bildiğimden beri uyku anlatılmaz bir dehşet dönemiydi benim için. Düşlerimde mutlu olduğum pek enderdi. Genellikle korku doluydu düşlerim –hem de öyle anlaşılmaz, öyle yabancı bir korku ki– oturup üzerinde düşünmeme, anlamaya çalışmama olanak yoktu. Gündüzleri geçirdiğim korkularla en ufak bir ilintisi yoktu gecelerimi zehir eden korkuların. Gecelerime egemen olan korkunun, başımdan geçen olayları tümüyle aşan bir niteliği vardı.

Örneğin, bir kent çocuğuydum ben. Dağlar tepeler hiç bilmediğim, görmediğim yerlerdi. Buna karşın düşlerimde kent ya da kentle ilgili hiçbir şey görmezdim; hiçbir düşümde bir ev gördüğümü hatırlamıyorum. Üstüne üstlük kendi türümden olan hiçbir insan, düşlerimin o karanlık duvarını delip içeri girememiştir. Ağaç denilen nesneyi yalnızca parklarda, bir de resimli kitaplarda görmüş olan ben, uykumda bitmez tükenmez ormanlarda gezerdim. Üstelik bu düşsel ağaçlar öyle belli belirsiz biçimlerde değillerdi. Son derece belirli, parlak ve ayrıntılı görüyordum onları. Her dalı, her ufak sürgünü, her ayrı yaprağı bir bir tanıyordum. Uyanık yaşamımda ilk kez meşe ağacını görüşümü çok iyi hatırlıyorum. Yapraklara, dallara, budaklara, yumrulara bakarken aynı türden ağaçları uykumda sayısız kereler görmüş olduğum, sinir bozucu bir canlılıkla kafama dank etti. Yaşamımın daha sonraki dönemlerinde ladin, porsuk, huş, defne gibi ağaçları ilk kez gördüğümde de hiç yadırgamamış, hemen tanımışımdır. Bu ağaçların hepsini daha önceden görmüştüm çünkü, hâlâ da her gece düşlerimde görüyordum. Sizin de fark etmiş olacağınız gibi düş görmenin temel yasalarına aykırıdır bu dediklerim. Herkes bilir; kişi düşünde, ancak daha önce, gündüzki yaşamı içinde görmüş olduğu şeyleri ya da bunların karışımlarını görür. Ne var ki, benim tüm düşlerim bu kuralı altüst etmiştir. Düşlerimde gündüzün görüp bildiğim hiçbir şeyi görmezdim. Geceki yaşamım ile gündüzki yaşamım arasında dağlar kadar fark vardı; bu ikisinin benden başka hiçbir ortak yanı yoktu.

Çocukluğumun oldukça erken bir döneminde, fındık fıstık gibi şeylerin bakkaldan; çilek, dut ve benzeri yemişlerin manavdan alındığını öğrenmiştim; ancak, bu bilgiyi edinmezden çok daha önce de düşlerimde fındık fıstığı ağaçlardan toplayıp yediğimi ya da ağaç altlarına düşmüş olanları topladığımı, aynı şekilde yemişleri çalılıklar arasından bulup çıkardığımı hatırlıyorum. Oysa bu, günlük deneylerimin tüm ötesindeydi. Sofraya ilk kez yabanmersini geldiği günü çok iyi anımsıyorum. O zamana dek hiç yabanmersini görmemiştim, ama tabak dolusu yemişi görür görmez bataklıklarda dolaşarak tıka basa yabanmersini yediğim düşlerin anısı canlanıverdi kafamda. Annemin önüme koyduğu tabaktan bir kaşık aldım, daha kaşığı ağzıma götürmeden yabanmersininin ne gibi bir tadı olacağını biliyordum. Yanılmamıştım da. Uykumda, binlerce kez duyduğum aynı buruk tattı bu.

Ya yılanlar? Daha yılan diye bir hayvanın varlığından haberim bile yokken, uykumu zehir ediyordu bu yaratıklar. Ormanın açıklık yerlerinde pusuda beklerler, üzerime saldırmaya çalışırlar, ayaklarıma sarılırlar ya da kuru otlar arasından tıslayarak kaçarlardı; kimi zaman da beni taa ağaç tepelerine kadar kovalarlar, parlak gövdelerini ağaca sararak çıkarlar, beni daha yükseklere, en ince dallara tırmanmaya zorlarlardı. Ayağımın altında çatırdayan dalların sesini, yerden baş döndürücü uzaklığımı hatırladıkça titrerim. Yılanlar! çatallı dilleri, boncuk gözleri ve parlayan pullarıyla; tıslamaları ve çıngıraklarıyla kâbuslarımda cirit atan yılanlar! İlk kez sirke gittiğim gün yılan oynatan sihirbazın becerilerini gördüğümde, gecelerimi korkuyla dolduran bu yaratıkların çok eski bir arkadaşı, daha doğrusu düşmanıydım.

Ah, o bitmez tükenmez ormanlar! O dehşet dolu karanlıklar! Ben, zavallı küçük yaratık, bir av hayvanı gibi titrek, tedirgin, her an tetikte, hayatımı kurtarmak için her an delice bir koşu koparmaya hazır durumda yıllar, belki de yüzyıllar boyu dolaştım durdum ormanlarda. Ormanda yaşanan her türlü vahşetin kurbanı olabilirdim çünkü; ava çıkan canavarlardan kaçarken aklınızın alamayacağı türden korkular geçirirdim. Beş yaşındayken ilk kez sirke götürdüler beni. Eve döndüğümde hastalanmıştım. Yanlış anlamayın, fazla çekirdek yiyip gazoz içmekten değil. Hayvanların bulunduğu çadıra girdiğimizde, boğuk bir kükreme sarstı her yanı. Elimi babamın elinden kurtarır kurtarmaz deli gibi kaçtım dışarı. Bir sürü insana çarptım, yere düştüm; bu arada dehşet çığlıklar atıyordum elbet. Babam beni yakaladı ve yatıştırmaya çalıştı. Kükremeye hiç aldırış etmeyen kalabalığı gösterdi bana, korkulacak bir şey olmadığını anlattı.

Gene de korkudan titreyerek ve babamın binbir ısrarı sonucunda yaklaştım aslanın kafesine. Ah, görür görmez tanıdım onu. Hayvan! En korkunç hayvan! O anda düşlerimden kalma anılar parladı beynimin içinde. Yüksek otlar üzerine ışıyan öğle güneşi, sessiz sessiz otlayan yaban öküzü ve birden ikiye ayrılan otlar arasından fırlayan esmerhayvan… Öküzün sırtına atlayışı, haykırışlar, böğürmeler; çiğnenen, kırılan kemiklerin çıkardığı sesler ya da başka bir gün, su çukurunun serin sessizliği içinde dizlerine kadar suya girmiş bir yaban atının dalgın dalgın su içişi, derken esmerhayvanın –her zaman, her zaman o esmerhayvan– bir sıçrayışı, yaban atının kişnemeleri, çırpınmaları ve gene çiğnenen, kırılan kemiklerin çıkardığı sesler; daha başka bir gün, alacakaranlıkta, gün sonunun kederli sessizliğini birdenbire yırtan boğuk, korkunç bir kükreme; sanki kıyametin habercisi… Hemen ardından da yankılanan çılgın çığlıklar, ağaçların arasından gelen korkulu uğultular ve ben korkudan titreyen, ağaçların arasında çığlık çığlığa haykıranlardan biri olan ben…

Onu öyle demir parmaklıklar arasında çaresiz ve zavallı bir durumda görünce deliye döndüm. Ona baka baka dişlerimi gıcırdattım, hopladım zıpladım, kimsenin anlayamayacağı bir şekilde haykırarak alay ettim onunla; yüzümü binbir türlü, o eski zamanlardaki biçimde buruşturdum. O da karşılık verdi tabii. Bana ulaşabilmek için parmaklıklara saldırdı, güçsüz bir öfkeyle kükredi durdu. Eveeet, tanımıştı beni, çok iyi tanımıştı hem de.

Çünkü çıkardığım sesler o eski zamanların sesleriydi ve esmerhayvan anlıyordu dediklerimi.

Anam babam korktular benden. “Çocuk hastalandı,” dedi annem. “Sinir krizi,” dedi babam. Gerçeği hiçbir zaman söylemedim onlara. İşin aslını hiçbir zaman öğrenmediler. Daha o zamandan, bu acayip özelliğim konusunda çekingen davranmaya başlamıştım. Daha sonraları kişilik bölünmesi olarak nitelendirdiğim bu durumu yalnızca kendime saklamam gerektiğini anlamıştım herhalde. O gece bir de yılan oynatıcısını gördüm, o kadar. Apar topar eve götürdüler beni; sinirli, saçma sapan sayıklar bir durumda. Düşlerimdeki o gizli yaşamımın günlük yaşamımı da istilaya kalkması hasta etmişti beni. Bu konudaki çekingenliğimden söz etmiştim ya, ömrümde bir kez, yalnızca bir tek kez, düşlerimin acayip dünyasının kapısını araladım birine. O da bir çocuktu –en yakın arkadaşımdı hem de–. İkimiz de sekiz yaşlarındaydık. Düşlerime dayanarak, bir zamanlar içinde yaşamış olduğumu sandığım o eski, yitmiş dünyadan sahneler canlandırmaya çalıştım ona. Genç Dünya’nın dehşetinden, Sarkıkkulak’la olan arkadaşlığımdan ve oynadığımız oyunlardan, toplanıp bağırış çığırışlarımız dan, Ateş Adamları’ndan ve onların inlerinden söz ettim. Arkadaşım bana güldü, alay etti. Hayaletler, gece gezen ölüler hakkında masallar anlattı gülerek. Ama her şeyden çok hayal gücümün zayıflığına güldü sanıyorum. Düşlerimde başımdan geçen daha başka şeyler anlattım; ben açıldıkça o daha çok güldü. Bütün anlattıklarımın doğru olduğuna yemin ettim. Bu kez bana garip garip bakmaya başladı. Üstelik anlattıklarımı karman çorman edip, her şeyi birbirine karıştırarak öteki arkadaşlarımıza da aktardı. Bir süre sonra hepsi bana tuhaf tuhaf bakmaya başladılar. Acı bir deneydi bu, ama dersimi aldım. Anladım ki ben öbür insanlardan farklıydım. Onların akıl erdiremeyecekleri kadar anormal olduğumu ve başımdan geçenleri anlatmakta direnirsem bunun, öbür insanlarla aramdaki ilişkilerde anlaşmazlıktan başka bir şey yaratmayacağını anladım, sustum. Herkes hayaletlerden, cinlerden, perilerden söz ederken ben sustum. Kendi kendime, acı acı gülümsedim hem de. Yaşadığım korku gecelerini düşündüm. Biliyordum ki benimkiler hep gerçek şeylerdi. –günlük yaşantım kadar gerçek–. Uydurma gölgelerle, saçma sapan hayaletlerle işim yoktu benim.

Umacıları, kötü yürekli gulyabanileri düşünmek en ufak bir korku vermiyordu bana. Çok yükseklerden, yapraklı dallar arasından düşmek, bağırıp çağırarak kaçarken üstüme atlayan yılanlardan kurtulmaya çalışmak, ormanın açıklık yerlerinde ardıma düşen yabanköpeklerinden kaçmak… Gerçek, somut korkulardı bunlar. Hayal ürünü değil, gerçektiler. Yaşayan, et, ter, kan kokan şeylerdi. Yatağımı umacılar, gulyabanilerle paylaşmak; çocukluğum boyunca ve hatta şimdi, yetişkin halimde bile uykumu paylaşan korkunç yaratıklarla yaşamaktan çok daha kolay, çok daha rahat olurdu kuşkusuz.

2

Daha önce de söyledim ya, düşlerimde tek bir insanoğlu görmedim. Bu özelliği pek erken ayrımsamış, kendi türümden varlıkların yokluğunu çok acı bir biçimde duymuştum. Daha minicik bir çocukken bile düşlerimin bütün dehşeti arasında bir insan, bir tek insan görüntüsüne rastlamış olsaydım, korkularımın tümüyle ortadan kalkabileceğine inanmıştım. Yıllar yılı, Tanrı’nın her gecesi bu düşünceye sarılmışımdır. Bir insan, bir tek insan bulabilsem de kurtulsam!

Bu düşünce de hep bana uykumun arasında gelirdi. Bu da benim iki kişiliğimin birbirine karıştığının, yani bölünmüş olan kişiliğimin iki ayrı bölümündeki tek birleşme noktası olduğunun bir kanıtıdır sanırım. Düşlerimdeki kişiliğim, çok eskiden, insanoğlunun bizim bildiğimiz biçimine girmesinden çok önce yaşamıştı; öte yandan gündüz yaşayan kişiliğim, modern insana ait birtakım bilgilerle, hiç değilse insanoğlunun varlığına değin bilgilerle, düşlerimin özüne karışabiliyordu.

Bu kitabı okuyan ruhbilimciler, belki de “kişilik bölünmesi” deyiminin benim kullandığım şekilde kullanılmasına karşı çıkacaklardır. Onların bu deyimi başka yerlerde kullandıklarını biliyorum; ama bu duruma verecek başka ad bulamadığım için dilimizin bu alandaki yetersiz liğine bahane olarak sığınıyor ve ister istemez bu deyimi kullanıyorum. Şimdi de bunu ne anlamda kullandığımı açıklamam gerek. Ancak yetişkin çağa geldikten, hatta üniversiteye başladıktan sonra düşlerimin anlamı ve nedeni konusunda bir ipucu elde edebildim. O zamana kadar anlamsız ve nedensiz kalmışlardı benim için. Ama üniversitede evrim denilen şeyin ne olduğunu öğrendim ve de psikoloji okudum. Bu arada çeşitli ruh halleri ve acayip birtakım deneyler açıklığa kavuştu benim için. Örneğin boşlukta kayma (ya da düşme) düşleri vardır. En yaygın düş olaylarından biridir bu ve hemen herkesin başından geçmiştir.

Hocamın açıkladığına göre ırksal bir anıymış bu. O pek uzaktan akraba olduğumuz Ağaç Adamları’ndan kalmaymış. Ağaçlarda yaşayan bu yarıinsanlar için yüksekten düşme tehlikesi çok büyük ve somut bir korkuymuş. Birçokları böyle bir düşme sonucu can vermişler; hemen hepsinin başından da korkutucu düşme olayları geçmiş; hayatlarını ancak alçak dallara tutunarak kurtarabilmişler.

Bu şekilde son dakikada önlenen korkunç bir düşüş, büyük bir şok yaratırmış. Bu şok da birtakım molekülsel değişimlere yol açarmış. Bu değişimler sonraki kuşakların beyin hücrelerine aktarılmış ve kısaca ırksal anılar haline gelmişler. Yani siz ya da ben, uykuda ya da tam uykuya dalacağımız sırada boşlukta düşer gibi olup da yere değmezden bir saniye önce yerimizden sıçradığımız zaman, ağaç tepelerinde yaşamış olan dedelerimizin başına gelenleri hatırlamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Beyin hücrelerinde meydana gelen değişimler bu duyguyu kalıtımsal hale getirmiş. Bunda şaşılacak bir şey yok –bir yerde içgüdü gibi bir şey–. Zaten içgüdü dediğimiz nedir ki? Kalıtımsal ha­

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıÂdem'den Önce
  • Sayfa Sayısı152
  • YazarJack London
  • ISBN9789750740145
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Vahşetin Çağrısı ~ Jack LondonVahşetin Çağrısı

    Vahşetin Çağrısı

    Jack London

    Vahşetin Çağrısı Jack London’ın en önemli eserlerinden biridir. Yazar bu kitabında, altına hücum çağını değişik bir açıdan ele alır. Romanın başkahramanları kızak köpekleridir. Jack...

  2. Beyaz Diş ~ Jack LondonBeyaz Diş

    Beyaz Diş

    Jack London

    Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış… Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında...

  3. Vahşetin Çağrısı ~ Jack LondonVahşetin Çağrısı

    Vahşetin Çağrısı

    Jack London

    Jack London, Vahşetin Çağrısı’nda, çetin doğa koşullarıyla ve sahiplerinin acımasızlıklarıyla mücadele eden bir köpeğin üzerinden insanlığın dizginlenemeyen hırsını anlatıyor. Güneşli, yeşil bir vadideki konforlu...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Lord Jim ~ Joseph ConradLord Jim

    Lord Jim

    Joseph Conrad

    Patna gemisinin ikinci kaptanı Jim, kahraman olma hayalleri kuran basit ve duyarlı bir genç adamdır. Ancak gemi batma tehlikesi geçirdiğinde Jim’in verdiği yanlış bir...

  2. Harry Potter ve Ateş Kadehi ~ J. K. RowlingHarry Potter ve Ateş Kadehi

    Harry Potter ve Ateş Kadehi

    J. K. Rowling

    Harry Potter’ın büyücülük okulundaki dördüncü yılında başından geçenleri anlatan Harry Potter ve Ateş Kadehi, dizinin önceki kitaplarında tanık olduğumuzdan hem çok daha eğlenceli, hem...

  3. Aşka Adanmış Bir Gün ~ Pamela ClareAşka Adanmış Bir Gün

    Aşka Adanmış Bir Gün

    Pamela Clare

    Tutku bir kez alev aldı mı onu söndürmek ya da varlığını inkar etmek zordur. Connor MacKinnon, komutanı Lord William Wentworth’ten öyle nefret etmektedir ki...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur