İnsan neden yazma mecburiyeti duyar? Başkalarının isteklerine rağmen neden kendini ayrı tutar, üzerine bir koza örer, yalnızlığa dalar? Virginia Woolf ’un odası vardı. Proust’un kapalı pencereleri. Marguerite Duras’ın sessiz evi. Dylan Thomas’ın mütevazı kulübesi. Hepsi de kelimelerle dolacak bir boşluk peşinde. Bakir topraklara nüfuz edecek, sahipsiz şifreleri kıracak, sonsuz olanı ifade edecek kelimelerle.
Adanmışlık’ta çağımızın en ilham verici sanatçılarından biri sakınmadan defterlerini açıyor, kendi yaratım sürecinin yanı sıra neden yazdığımızı dagözler önüne seriyor.
Öngörülemeyen niceliktir ilham, esrarengiz bir vakitte taarruz eden esin perisidir. Oklar uçuşur ve kişi vurulduğunu, bir dolu farklı farklı katalizörün kendi sistemini oluşturmak için gizlice birleştiğini, aynı anda hem melun hem de kutsal olan onulmaz bir hastalığın –şiddetli bir hayal gücü– titreşimleriyle sarıldığını anlamaz bile. Sonuçta ortaya çıkan itkilerle, aydınlatılmış bir hırsız takımyıldızı haritası misali parıldayan bu si- nir uçlarıyla ne yapmalı? Yıldızlar titreşir. Esin perisi canlanma peşindedir.
Ama zihin de bir esin perisidir. Şanlı rakiplerini faka bastırmanın, bu gibi hayal gücü kaynaklarını yeniden yapılandırmanın yollarını arar. Birden kuruyan billur bir dere. Güzel bir şey, neşesiz, kirletilmiş. Yaratıcı ruh neden kendi kendine saldırır? Yaratıcı neden tüm olaylar dizisini tersine çevirir? Harap esin perisinin rehberliğinde kaldırılır kalem.
Uyumsuzluk olmadan, diye yazar, fark edilmez uyum, uyumsuzluk olmadan, diye devam eder, Habil unutulmuş bir çobandan daha fazlası olarak betimlenemez.
Zihin Nasıl Çalışır
1
Başka bir şey ararken bir şekilde Risttuules [Rüzgâr- ların Arasında] adlı filmin fragmanına denk geldim. Martti Helde’nin 1941 senesinin baharında Stalin’in birlikleri tarafından bir araya toplanan, ailelerinden koparılan ve hayvan vagonlarına doldurulup Sibirya kolhozlarına tehcir edilen binlerce Estonyalıya ağıtı bu film. Ölüm ve sürgün, insanların yeniden belirle- nen kaderleri. Yönetmen, hareketsiz insan tabloları mizanseni etrafında dönen oyuncuların eşsiz canlandırmaları aracılığıyla görsel bir şiir yaratmış. Zaman bu hüzünlü anma töreninden alınan ve kelime suretinde beliren imgeler saçarak duruyor ama acele de ediyor. Korkunç bir hediye olduğunu bu satırları yazarken teslim ediyorum. Gelgelelim artlarında başka bir şeyin daha demlendiğini hissediyorum. Zihinsel bir hattı takip ediyor ve içinde gölet ile küçük ahşap ev olan bir köknar ormanına varıyorum. Bu, işte o başka şeyin başlangıcıydı ama o zaman bunu bilmiyordum. Bir kış tasviri. Hemen şuracıkta. Mavi bir sabahlık bir daha kimsenin ardından bakmayacağı bir pencerenin perdesi şimdi.
Her yerde kan var, kan rengini kay- betmiş artık ve bir köpek havlıyor ve yıldızlar düşüyor soluk göklerden. Can çekişen bir buzağı. Toynakta şişkinlik lekeler, delikler. Gece çöküyor, karartıyor yaşayan son canlının seğiren uzvunu. Zaman üzerine bir karalama. Dişliler, küçük eller buzda donakalan. Artık meraklı olmayan kuşlar bırakıyor kanat çırpmayı.
Bitiyor dans; hem aşkın yüzü nedir ki kışın eteğinden ve cilalı ökçelerinden başka. Sabah uyandığımda Risttuules’ın siyah beyaz diora- maları, öne eğilmiş ve nefes alan heykellerle vücut bulan insan operasının gergin temposu aklımda hâlâ. O dokunaklı gücünden öyle etkilendim ki aslen ne aradığımı hatırlayamıyorum. Orada yatıp durmak bilmeyen beyaz taç yaprakları serpintisi altında kıv- rıla kıvrıla ilerleyen sürgün edilmiş insan zincirini panoramik açıyla yeniden oynatıyorum zihnimde. Kasımpatı. Evet! Dal dal kasımpatı ve yanlarından hızla geçip giden biçare hayat treni. Ne var ki filmin daha önce izlediğim kısmını tekrar açtığımda böyle bir sahneye rastlamıyorum.
Farkında olmadan ben mi tasarladım acaba? Bilgisayarımı kenara itiyor ve eğri büğrü alçı tavana cetvelle bir çizgi çiziyorum: Yağmalıyoruz, kucaklıyoruz, bihaberiz. İşemek üzere kalkıyorum. Kar hayal ediyorum. Erma’nın, Risttuules’ın kadın anlatıcısının, narin sesi kulağımda yankılanırken giyiniyorum, defterimi ve Patrick Modiano’nun Accident Nocturne* kitabını alıyor ve hemen karşıdaki mahalle kafesine gidiyorum. İşçiler sokağı kazıyor, insanı adeta sağır eden titreşimler kafenin duvarlarını kuşatıyor. Yazamadı- ğımdan okuyor, Nocturne’ün ağında dolanıyorum belirsiz sokaklar, bölük pörçük adresler, artık konuyla bir bağlantısı olmayan yollar ve bir hiçlik döngüsüne eklenen olaylar.
Yazamadığım için hayıflanıyorum ama insanın kendisini Modiano evreninin canlı durgunluğunda kaybetmesinin yazmakla hemen hemen eşdeğer olduğu sonucuna varıyorum. Belli belir- siz bir paranoya içinde olan ve önemsiz teferruatları dert edinen anlatıcının kimliğine bürünüyorsunuz ve bulunduğunuz mekân değişiveriyor. Cümlenin ortasında bir yerlerde kaçınılmaz olarak kendimi kaleme uzanırken buluyorum. Nocturne’ün sonuna geldiğimde, gerçi tam da bir son değil bu, zira geleceğin sisi son sayfanın çok ötesine yayılıyor, başını yeniden okuyorum, ardından önümde uzanan kendi günüme atılıyorum hızla.
Son uçakla Paris’e gideceğim. Fransız yayıncım kitap te- malı, bir hafta sürecek birtakım etkinlikler ayarladı; bunlardan biri de yazmak üzerine gazetecilerle konuşmak. Defterime elimi bile sürmedim. Yazmayan bir yazar gazetecilerle yazmak üzerine konuşacak. Bu ne ukalalık, diye paylıyorum kendimi. Bir sade kahve daha içiyor ve bir kâse yabanmersini yiyorum. Epey zamanım var ve ben gittiğim yerlere hep az eşya götürürüm. Sokak inşaat alanı, karşıdan karşıya geçip de eve dönmek için devasa bir vincin demir kirişleri kafenin birkaç kat yukarısına kaldırmasını beklemek zorunda kalıyorum, bu da aklıma La Dolce Vita (Tatlı Hayat) filminin, Roma semalarında süzülen bir helikopterin gerçek boyutlu bir İsa heykelini taşıdığı açılış sahnesini getiriyor. Fragmanın dış sesini bir kez daha dinlerken, seyahat için her zaman ne götürüyorsam onları topluyor ve küçük bavulumun yanına yığıyorum. Yabancısı olduğum bir dilin ahengi en hüzünlü melodileri barındırıyor içinde.
Birlikler ilerlerken genç bir anne çamaşır asıyor ve elini güneşe siper ediyor. Kocası buğdayı sapından ayırıyor, kızı mutlu mutlu oynuyor. Meraklanıp biraz daha araştırıyor ve Risttuules filminden alt başlığı The Birch Letter* olan altı daki- kalık bir kesit buluyorum. Açık bir pencere, beyazlık imgeleri ve fısıldanan cümlelerin arasından beliren huş ağaçları, bir tren, rüzgâr ve boşluk. Telefon çalıyor, büyüyü bozuyor, uçuşum iptal. Daha erken olan başka bir uçağa binmem gerekiyor. Hemen harekete geçiyorum, bir taksi çağırıyorum, bilgisayarımı çantasına, fotoğraf makinesini kılıfa koyuyor, gerisini de bavulun içine tıkıştırıveriyorum.
Taksi çok çabuk geliyor ve ben daha yanıma alacağım kitapları seçmediğimi fark ediyorum. Uçağa kitapsız binme olasılığı bir panik dalgası yaratıyor. Doğru kitap bir tür rehber görevi görebilir, yolculuğun gidişatını belirleyebilir, hatta seyrini değiş- tirebilir. Çaresizce, derin bir bataklıkta bir cankurtaran halatı ararcasına, odaya bakınıyorum. Dosya dolabı- nın üzerindeki okunmamış kitaplardan oluşan ufak yığında Francine du Plessix Gray’in Simone Weil monografisi ve Modiano’nun, kapağında yazarın şaşkın siması olan Pedigree’si** duruyor. İki kitabı kapıyor, küçük Habeş kedimle vedalaşıyor ve havaalanına doğru yola koyuluyorum. Neyse ki biz Holland Tüneli’ne girerken trafik az. Rahatlamış bir şekilde yeniden Erma’nın sesine gömülüyorum. Belli bir insan sesinin yankılanımının yarattığı atmosferin yönlendirdiği bir hikâye yazmayı hayal ediyorum. Onun sesinin. Aklımda bir olay örgüsü yok, sadece onun tınısının izini sürmek ve bunu, müzik misali, cümlelerle bestelemek ve onları, say- dam katmanlar olarak, onunkilerin üstüne eklemek. Ve aşkın yüzü nedir ki kışın renksiz göklerinin deliklerinden düşüp ağaçların dallarını örten beyazlığından başka.
Terminalde koşturuyorum, rahatlıkla yetişiyorum uçağıma, yine de bir parça dengem şaşıyor. Bu kadar erken saatte uyumamın imkânı yok, otel oda- mın varışımdan saatler sonra hazırlanacak olması da cabası. Yine de yerime yerleşiyor, maden suyu içiyor ve kendimi bir hayatın kitabına, Simone Weil’in bir parçasına bırakıveriyorum. Alelacele seçilen kitap faydalıdan da öte çıkıyor, öznesiyse çok sayıda zihniyet için takdire şayan bir model. Çok zeki ve ayrıcalıklı biri olarak yükseköğrenimin koca binalarından hızla akıp geçti, hepsinden zorlu bir devrim, vahiy, kamu hizmeti ve özveri yoluna atılmak üzere feragat etti.
Henüz kendisine zaman ayırmamıştım, yazdıklarını okuyup araştırmış da değildim ama şüphesiz değişecekti bu. Gözlerimi kapatarak zihnimde bir buzulun tepe noktasını canlandırıyorum ve nüfuz edilmesi mümkün olmayan buzdan duvarlarla çevrili mahrem bir kaplıcaya giriyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAdanmışlık
- Sayfa Sayısı136
- YazarPatti Smith
- ISBN9786051980539
- Boyutlar, Kapak12.6 x 19.4 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cennet ~ Mieko Kawakami
Cennet
Mieko Kawakami
“Hep acı çektiğimiz için, başkasını incitmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz.” 14 yaşında ortaokul öğrencisi sürekli olarak sınıftaki bir grubun ağır zorbalığına uğrar...
- Zar Kitabı ~ Luke Rhinehart
Zar Kitabı
Luke Rhinehart
Zar Kitabı, zar yaşamına başlarken yanınızda bulunduracağınız ve ara sıra içindeki mesellerden, atasözlerinden, denemelerden, düşüncelerden ve pratik önerilerden faydalanabileceğiniz eğlenceli bir kitap. Karar vermek...
- Küçük Arı ~ Chris Cleave
Küçük Arı
Chris Cleave
Size bu kitapta ne olduğunu anlatmak istemiyoruz; çünkü gerçekten çok özel bir hikâye ve biz onu bozmak istemiyoruz. Yine de bu kitabı almanıza yetecek...