Edebiyat, evreni yeniden kurmaktır biraz da… Yoktan var etmek değil de, parçaları yeniden dizmek… O nedenle öyküler başka öykülere açılır sürekli, çünkü elde artan parçalar kalır.
Gültekin Emre, Ada, Adam ve Kadın adlı öykü derlemesinde birbirine açılan pencereler gibi öyküleri birbiri ardınca sürüklerken aslında aynı öykünün sonsuz anlatımını deniyor. Onun anlattıklarından sizin anlatacaklarınıza da bir açık kapı kalıyor.
Gel de Kurtul
Ayvalıklı fotoğraf sanatçısı Önder Aksoy’un “Kader Kısmetçi” fotoğrafını görüp de çocukluğuna gitmeyen var mıdır acaba? Tavus kuşunun özgür, tavşanın hapis, kekliğin omuzda, adamın esas duruşta olduğu o tezgâh da ekmek kapısıydı elbette. O “ekmek kapısı”nın başında dikilen, kaderini kısmetini merak edenlerin, tavşanın iki dudağı arasındaki manide yazılı olanlardan medet ummalarını ne çok gördüm. Manileri okuduktan sonra sevineni de, yıkılanı da, sararıp solanı da, düşüncelere dalanları da. Kadınlar, erkekler, çocuklar ne bekliyor yarından, yarınlardan, bilemedim. O hiç gelmeyen geleceği ben de ne çok bekledim. Yaşadıklarım beklediklerim miydi, bilemedim. O eski mahaller yok, o şehirler de. Kader kısmetçinin önünde annesinin eteğini çekiştiren çocuklar büyüdü; anne baba oldular. O çocukların anneleri babaları öldü. Devir değişti. Zaman(lar) geçip gitti. Fotoğraflar sararıp soldu. Çocuklar başka şeylerle büyüyor artık: Tabletler, cep telefonları, oyunlar üçgeninde yeni bir hayata doğuyor, orada boy veriyorlar. Enis Batur’u da etkilemiş o fotoğraf. Çok etkilediği için de 444 kitabı için adlar saptamış. Ben de yazdım; ama yazmam bitmedi. Fotoğraf beni işlemeyi hep sürdürdü. Çocukluğumdan, eski mahallelerden, evlerden, kahvelerden, pazarlardan… çıkamadım, kopamadım bir türlü. Mesellerin diline sığındım. Sığındım ama kolay kolay kurtulamadım fotoğrafın ezici baskısından. Hep çocukluğumun Ankara’sına, Yeni Mahallesi’ne, sokaklarına gidip geldim. Ne çok şey unutmuşum ama yine de ne çok şeyi anımsadım. Yaşıtım arkadaşlarıma da sordum durdum bu öyle miydi, şu da var mıydı, böyle değil miydi, biz de öyle yapardık değil mi?.. Böyle heybetli tezgâhımız yoktu ama elimizdeki kutunun içindeki çikolatayı kazanmak için “kazı kazan”larla parklarda fink atmadık mı? Attık. Yazın, okul tatilinde kazandığımız o paraları okul giderlerimiz için harcamadı mı ailelerimiz? Harcadı. Küçük bir “tezgâh” benim de, benim gibilerin de ekmek kapısı oldu, olmuştu. Çocukluğunu böyle yaşayanların Türkiye’si yok artık. O eski Türkiye yok dedim ya, içim sızladı. Eskiye özlem değil, değil ama… neyse… 444 sözcüğe sadık kaldım. Öyle doğdu bu mesellerin dili, öyküsü. Öyle olmasaydı olmazdı, olamazdı bir anlamı zaten. Sonra mı?
Anlatırım. 444’e benzer bir bahçenin ortasındayım
Böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayım
Evet, sonra Edip Cansever’in bu iki dizesi beni yeniden Önder Aksoy’un bu fotoğrafına götürdü. Edip Bey, acaba bu fotoğrafı gördü mü? Bunu yanıtlamak hiç de kolay değil. Ama Enis Batur’un Edip Cansever’in bu iki dizesini görmemesi, bilmemesi düşünülemez. Belki de bu iki dize onu 444 sözcüklü metinlerden oluşan kitaba götürdü.
Yaza yaza dolaştım ben de bu kadar kısmetçiyle birlikte Ayvalık’ın o daracık sokaklarını. Hem onun gözüyle çocuklara, kadınlara, adamlara baktım hem de kendi gördüklerime sığındım. Kahvelere, pazarlara, kapı önlerine… birlikte gittik. Yazdığı manileri bana da gösterdi. İnsanların yazgılarından beklediklerini iyi biliyordu ki, bu küçücük kâğıt parçasını okuyanların yüreklerini yerinden hoplatıyordu.
Fotoğraftan kurtuldum mu? Bilmiyorum.
Kurtulmak öyle kolay değildi, kurtulmaya çalışmak da ama çabaladım; kurtulmak için yazdım.
Artık o rüyalar, o maniler yok; gel de geçmişten kurtul!
Tavkektav
Anlatırız elbette.
İlkin şu sokağı incecik bir çocuk sesi sarıp sarmaladı: “Şans, talih, kader kısmet beş kuruşa!” Çocuklar annelerinin eteklerini çekiştirmeye başladı. Birkaç çocuk daha heveslendi bu işe. Bu çocukların hepsi büyüyünce birer dükkân açtı. Çekirdekten yetiştiler.
Bir gün, bir başka kader kısmetçi çıkageldi. Kahvedekiler merakla toplandık adamın başına. Kafesin önünde dörde katlanmış kâğıtlar, içeride beyaz bir tavşan. Kafesin kapısını yavaşça açan adam, “Hadi benim güzel kızım, çek amcan için bir şans” deyince, tavşan tek tek hepimizin yüzüne baktı ürkek ürkek. Ne yapacağını merakla bekliyorduk. Tavşan, boynunu uzatarak bir kâğıdı ısırır gibi dişlerinin arasına kıstırıp sahibine uzattı. Adam, “Aferin benim güzel kızıma” dedi. Bir parça marul koydu tavşanın önüne.
Adamın okuduğu kâğıtta yazılanlara kilitlendik: Su içtim kana kana / Sular akar yana yana / Bu gün yüzün görmezsem / Bilmem gidem ne yana.
İlkin kimse bir şey anlamadı, herkes birbirinin yüzüne baktı. Sonra sıraya girdik kısmetimizi öğrenmek için.
Bir gün başka biri göründü. Nereden geldi, hiç anlayamadık. Garipti, çok başka. İçinde tavşan olan apartman gibi bir kafesle karşımıza dikildi. Bir ayağından, belki de düz ovada avladığı, beline iple bağlı bir keklik. Upuzun, kocaman garip bir kuş da kafesin üstüne tünemişti. Tavus kuşuymuş! Hani kızlar vardır saçları topuklarına kadar uzanan, aynen öyleydi bu kuş. Herkes bu garip adamdan ilkin ürktü, sonra garipsedi, sonra da alışıverdi. Kafes adamın boyu kadardı. O da kader kısmet çektiriyordu tavşanına. Keklik ile tavus kuşu kader kısmet kâğıtlarını çeker miydi, hatırlamıyorum. Adam bağırmazdı, kimseyi çağırmazdı. Başına kimseyi toplamazdı. Kaderini kısmetini merak edenler adamın yanına gider, yirmi beş kuruşu uzatır, beklerdi. Adam, yavaşça kafesin kapısını açardı. Tavşan ürkek ürkek etrafına bakınır, sonra bir kâğıdı ön dişlerinin arasına kıstırıp adama doğru başını uzatırdı.
Dağlar dağladı beni / Gören ağladı beni / Gitti yarim gelmedi / Efkâr bağladı beni.
Sonra herkesi bir efkâr basardı. Sigaralardan derin derin çekilir, çaylar tazelenir, yorumlar alıp başını gider, düşler düşerdi önümüze. En çok gençler, orta yaşlı kadınlar kısmetini merak ederdi. Herkesin derdi gelecekle, ne olacak benim hâlimdeydi. Perşembe günleri pazarın uğultusunda, hep aynı yerde dikilir, kadınlara, kızlara, delikanlılara kısmet hizmeti verirdi. Hafta içi, şu köşede sessizce otururdu. Kahveci ondan para almaz, kahvesini çayını tazelerdi. O da, oradan bize, oyun oynayanlara, sohbet edenlere, gülenlere bakardı hiç söze karışmadan.
Aramızdan biri yanına gider, bir soruyla dönerdi. Sonra kafa kafaya vererek yorumları didikleyip dururduk. Herkes kendi kısmetini yaşar, ama yine de merak ediyor. Hayatımızdan her şey çıkıp gidiyor zamanı gelince. Günün birinde, bu hayalet adam tavus kuşuyla, tavşanıyla, kekliğiyle, sandalyesiyle, kafesiyle, gölgesiyle hayatımızdan çekilip gitti. Tuhaf, hiç yaşamadığımız bir hayal gördüğümüzü düşündük. Nereden geldiğini bilmiyorduk, nereye gittiğini, ne olduğunu da öğrenemedik.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıAda, Adam ve Kadın
- Sayfa Sayısı112
- YazarGültekin Emre
- ISBN9786254130601
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviOğlak Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mühür ~ Gökçer Tahincioğlu
Mühür
Gökçer Tahincioğlu
“Bendire üç kere uzun vuruldu ve müritlerin dalgalanması durdu… Şeyhin eline yüzlerini sürdükten sonra, cübbesini üç kez öpen tekrar yerine dönüyor, diz çökerek, başını...
- Zaman Kurucusu ~ Mehmet Erikli
Zaman Kurucusu
Mehmet Erikli
Biraz önce yüzünü düşürdüğü masasından, ne yaptığını bilmeyen bir insanın tavrıyla doğrularak, çalışma arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında kendisini dışarıya atıverdi. Tam dışarıya çıkmıştı ki...
- Puslu Gri Parlak Sarı ~ Yapıncak Gürerk
Puslu Gri Parlak Sarı
Yapıncak Gürerk
Yapıncak Gürerk farklı disiplinlerden süzdüğü sanatsal dilleri Puslu Gri Parlak Sarı’da yazıyla buluşturuyor. Duygularını müzikle, dansla, sanatla dışavuran, sanatla iyileşen, sanat aracılığıyla hayatla yüzleşen...