Reşat Nuri Güntekin, 1928 yılında yayımlanan bu eserinde; çalışkan, başarılı, ancak zaaf gösterenlere acımasız olan Zehra öğretmen ile babası Mürşit’in bakış açılarından dramatik yaşam öykülerini aktarıyor. Yazar, cumhuriyet öncesinde yeni mezun, idealist genç bir mülkiyelinin, iş ve sosyal yaşamdaki çatışmalarını ve uyumsuz ilişkilerini anlatırken, dönemin memuriyet yaşamına, köhne yapısına ait önemli ipuçları da veriyor. Şehirden kasabalara sürüklenirken, ardında birer birer ilkelerini de bırakan genç adam, hatalı bir evlilikle korkunç bir sona doğru sürükleniyor. Acı ve sefalet dolu ortamdan bir tesadüfle sadece kızı Zehra’yı kurtarabiliyor. ACIMAK; aile içi ilişkileri ve sorumluluklarını, adete ders verir gibi gözler önüne seriyor.
***
Başlangıç
-Kasabanızda Zehra Hanım isminde bir başmuallim varmış… Hangi mektepte olduğunu bir yere kaydettim ama bir türlü bulamıyorum.
Mebus Şerif Halil Bey, cüzdanını, yelek ceplerini karıştırıyordu.
Maarif müdürü gülerek:
-Zahmet etmeyin efendim, malûm, dedi, Zehra Hanım, vilâyetin en mâruf bir simasıdır.
-Dostlarımdan biri bu hanım için sizden on-onbeş gün izin istememi rica etti… İstanbul’da ihtiyar ve alil bir babası varmış… Son günlerde ağır surette hastalanmış… Hayatı tehlikedeymiş… Belki izin koparmak için mübalâğa ediyorlar ama, bir şey yapmak mümkünse…
-Mümkün tabiî… Ancak, benim bildiğime göre Zehra Hanım kimsesiz bir kadındır… Beş seneye yakın bir zamandan beri tanırım. Bana babası filân olduğundan hiç bahsetmedi. Maamafih kendisine sorarız. Zaten biraz sonra onu göreceksiniz.
-Ben mi, ne münasebet?
-Birazdan size kasabayı gezdirecek değil miyim? Evvela Zehra Hanım’ın mektebinden başlıyacağız, Daire-i intihabiyenizde göreceğiniz en şayan-ı dikkat müessese bu mekteptir. Halk, mektebin asıl ismini unutmuştur. “Zehra Hanım Mektebi” diye tanır. Hattâ kâtiplerimiz bile bazan şaşırırlar, resmî evrakta, “Zehra Hanım Mektebi” diye yazarlar. Geçenlerde bir çeşme başında iki kadın konuşuyordu. Birisi, “ben çocuğumu maarif mekteplerine vermem… Zehra Hanım’ın Mektebinde okutacağım!” diyordu.
Mebus gülmeye başladı:
-Çok garip… Bu Zehra Hanım size karşı âdeta istiklal ilan etmiş vaziyette ..
-Kelimeyi çok yerinde kullandınız… Zehra Hanım icraatında hemen hemen müstakildir… Bizim emirlerimize, nehylerimize hiç kulak asmaz… Hasılı bildiği gibi hareket eder.
-Bu, sizin maarif müdürü idareci izzeti nefsinizi rencide etmez mi?
Maarif müdürü pencereden uzaklara bakarak gülümsedi:
-Keşke bütün mekteplerimizin başında Zehra Hanım gibi muallimler olsa da bizim hiç hakkımız kalmasa… İstiklal alâmeti olarak onlara birer davul ile tuğ gönderir, maarif idarelerinin kapılarını kemal-i emniyet ve iftihar ile kapardık…
Mebus Şerif Halil Bey ile maarif müdürü Tevfik Hayri Bey iki eski mektep arkadaşı idiler. Mülkiyeyi bitirdikten sonra muallim olmuşlardı. Şerif Bey, sonradan mesleğini değiştirmiş, Tevfik Bey maarifçi kalmıştı. Dört buçuk seneden beri (…….) de maarif müdürüydü. Mesleğin kutsiyetine inanmış bir idealistti. Fakat bir parça gevşek ve hayalperestti. Başındaki süslü rüyayı hakikat yapmak için yalnız düşünmek okumak söylemek kâfi olduğuna inanırdı. Faal ve uğraşıcı değildi. Zaten burasını en ziyade sükûneti için seviyordu. Bütün boş vakitlerini kasabanın kenarından geçen derenin kenarındaki söğütler altında kitap okumakla geçirirdi.
Daire-i intihabiyesini gezmeye gelen Şerif Halil Bey onun evine misafir olmuştu. Gölge ve çiçekle dolu bir bahçeden geçilen küçük bir odada öğle yemeğini yedikleri esnada bu Zehra Hanım bahsi açılmıştı.
Tevfik Bey devam etti:
– Bundan dört sene evvel küçük bir kız, minimini bir Darülmuallimat mezunu olarak buraya gelmiş… İlk zamanlarda çok sıkıntı çekmiş… Fakat meyus olmamış… Kasabayı kendine vatan, mektebi bir aile ocağı yapmış… O kadar azim ve gayretle çalışmış ki terfi ve terakkisine mâni olamamışlardır… Daha yirmi beş yaşına gelmeden başmuallim yapmışlar, eline kocaman bir kız mektebi teslim etmişler… Şimdi yirmi dokuz otuz yaşlarında vardır… Kasabanın en sevilen, emniyet edilen, hatırı sayılan bir insanıdır. Bugün ekserisi kocaman ev hanımları olan eski talebesi üzerinde hâlâ eski nüfuzunu muhafaza eder… Onu bir abla, bir ana gibi dinlerler, bütün müşküllerini ona hallettirirler. Mektebe gelince.. Biraz sonra göreceksiniz ya… Bu mütevazı kasabada umulmayacak kadar güzel bir şeydir. .. Parasız hiçbir şey olmaz, deriz… Esas itibariyle doğrudur. Fakat çalışan ve irade sahibi bir insanın da az para ile ne büyük işler yapabileceğine bu mektepten güzel misal gösterilemez… Meselâ badana, dam. cam tamiri, filân gibi şeyler için para veririz. Eteklerini beline dolar, bu işleri kendi görür… Zaten elinden gelmeyen iş yok gibidir… Arttırdığı para ile bilfarz yemekhaneler için sofra takımı, yahut sınıflar için ders aleti tedarik eder… Yerli zenginlerden bir kısmının yardımıyla binayı büyüttü, tamir ettirdi, bahçesini genişletti. Eşraftan biri vefat eden anası için türbe şeklinde bir mükellef mezar yaptıracaktı. Zehra Hanım günlerce gitti, geldi. Bu türbe projesini mektep bahçesinde bir projeye tahvil ettirdi. Ne yaptı, ne söyledi bilemiyorum. Fakat haddi zâtında çok iyi ve rakik bir adam olan bu zengin, bir gün daireme geldi, aşağı yukarı şu sözleri söyledi: “Çok düşündüm. Merhume validenin mezarına sarfedeceğim para ile mektepte bir kış teneffüshanesi yaptıracağım. Türbe ancak zaman zaman yalağından su içmeye gelecek birkaç kuşa yarayacak. Fakat bu teneffüshanede karda, kışta yüzlerce çocuk barınacak. Yavrucukların burada sıcak sıcak, rahat rahat eğlenmeleri merhumeyi mezarında daha memnun eder. Teneffüshanenin içine merhumeye ait bir de kitabe vaz’ına müsaade buyurulursa vesile-i rahmet olur. Bu sözler tabiî Zehra Hanımındı. Onları bu saf adamın zihnine çivi gibi mıhlamıştı. Şimdi hak verdiniz ya… Keşke böyle birçok mualliminiz olsa da bizi hiçe saysalar…
Yemek bitmişti. Mebus dizlerine tırmanan bir kediyi okşuyor, ona sofra artıklarıyla ziyafet çekiyordu:
-Bunlar mektebin göze görünen kısımlan, dedi. Manevi ciheti nasıl acaba? Hayat beni biraz reybî yaptı. Zahiren çok faal ve işgüzar görünen insanlardan daima bir parça şüphe ediyorum.. Kezalik görünüşü, gösterişi çok mükemmel olan müesseselere de pek emniyet edemiyorum.
-Bu Zehra Hanım için sizi o cihetten de temin edebilirim. Çocuklarımıza verdiği terbiye de aynı derecede temiz ve mükemmeldir. Bir kere çok müspet kafalı bir kadın… Hurafe ve hayal ile mütemadiyen mücadele eder, talebesine ancak ilmin en müspet hakikatlerini öğretir. Sonra onda bir nevi hastalık, hiç durmayan, onu daima için için yakan bir humma var. Doğruluk, fedakârlık, manevî temizlik hastalığı… Haksızlığın, yalanın, riyanın, hâsılı bütün ahlâksızlıkların ve zaafların müthiş bir düşmanıdır.
-Şu halde bu hanımın kasabada bir çok düşmanları olacak.
Maarif müdürü kesik kesik gülerek cevap verdi:
-Orası öyle… Mamaafih yine zannettiğiniz kadar değil… Fena insanlar, suçlu insanların kendilerini telin ve tecziye eden insanlara daima düşman olmaları lazım gelmiyor. Bir günahımızı, bir zaafımızı yüzümüze vuran aynı günah ve zaaf ile malul olduğunu bildiğimiz bir insana çıldırıyoruz, isyan ediyoruz. Fakat lekesiz bir insansa, insanlık icabı, yine belki kızıyoruz. Fakat infiallerimiz, kinlerimiz evvelki kadar kuvvetli olmuyor. Bu Zehra Hanım’ın acı bir lisan ile kabahatlerini yüzlerine vurduğu birçok insanlar bilirim ki başlarını mazlumane önlerine eğdiler. Çünkü onun en temiz ve namuslu bir insan olduğundan şüphe etmiyorlardı. Hakikaten de öyledir. Bu kadının hususî hayatında en küçük bir leke, ahlâkında en ehemmiyetsiz bir zaaf gösterilemez.
-Mübalâğa ediyorsunuz.
-Katiyyen, hakikati söylüyorum.
-Siz ancak romanlarda tesadüf edilebilecek ideal bir kahramandan bahsediyor gibisiniz. İnsan olsun da hiçbir zaafı olmasın!
Maarif müdürü arkadaşının yüzüne bakıp gülerek:
-Böyle bir iddiada bulunmadım.
-Onda en ehemmiyetsiz bir zaaf gösterilemez demediniz mi?
-Evet…
-Şu halde?!..
Tevfik Bey elini eski arkadaşının dizine vurarak:
-Bir insan için zaaftan mahrumiyet de büyük bir zaaf değil midir? Hatta zaafların en büyüğü…
-Paradoks yapıyorsun Tevfik Bey…
-Bilâkis Allah’ın en basit bir hakikatini söylediğime kaniyim. Zehra Hanım’ı size bir kemal heykeli, ideal bir roman kahramanı olarak tasvir ettim. Fakat dikkat ediniz ki “tam bir insandır” sözünü sarfetmedim. Şimdi de size bu güzel madalyonun ters tarafını, kendi görüş ve düşünüşüme göre tasvir edeyim. Doğruluk, temizlik, fedakârlık hastalığı onda insanlığın en kıymetli bir kabiliyetini öldürmüştür: Acımak kabiliyeti… Zehra Hanıma hissiz bir kadın denemez… Bilâkis geniş bir ruhu var. Güzel, doğru, temiz şeyleri çılgınca sevebiliyor, onlar için her fedakârlığı yapıyor. Fakat zaafa, düşkünlüğe, çirkinliğe acımıyor. Sadece kızıyor, hırçınlaşıyor. Kabahatli insan, düşkün insan onun gözünde ekin tarlalarında bitmiş muzır bir ot gibi. Onu acımadan söküp atıyor. Yapılmış bir fenalık için mazeret tanımıyor. Hak namına, hakikat namına insafsızca vurmak… Bunu bir adliyeci, bir hâkim için anlarım. Hattâ onlar için bile bazı kayıtlarla.. Öyle ya cürümlerin günahların iç yüzleri her zaman bildiğimiz, anladığımız gibi midir acaba? Evet bu kat’iyyeti, bu huşuneti bir hâkim için bir dereceye kadar anlarım. Fakat bir mektep hocası için…
Tevfik Bey’in her zaman gülümseyen sakin çehresi garip bir heyecan ile takallüs ediyordu:
– Acımak… Ben insan ruhlarındaki derinliğin ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim. Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse başka larının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir… Fikrimce yalnız doğruluk hastalığı, bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak kabiliyeti, bir cemiyeti mesut etmeye kâfi gelemez… Bunun için acımak, birbirimizin feryadını, iniltisini duyabilmek de lâzım!.. Yine Zehra Hanım’a geliyorum… O şüphesiz çok mükemmel mahlûk, çok iyi muallim… Fakat bu söylediğim eksiği tamamlamadıkça hiçbir zaman istediğimiz muallim olamayacak… Biliyor musunuz, bu fikrimi ben kendisine de daima söylerim… Uzun uzun münakaşalar ederiz… Hattâ bu yüzden bazı idari ihtilâflarımız da olmuştur… Bir gün daireye geliyordum… Bir bahçenin kenarında üç küçük kız çocuğu gördüm… Çantalarını bir büyük taşın üstüne koymuşlar, dertleşiyorlardı. Bu saatte sokakta dolaşmaları dikkatimi celbetti. Evvelâ onları mektep kaçağı zannettim… Fakat öyle olsa beni görünce tabanı kaldırıp kaçmaları lâzım gelirdi… Halbuki onlar uzaktan bana bakıyorlar, hattâ bir şey sormamı bekliyorlardı… Çağırdım, niçin mektebe gitmediklerini sordum… Birisi, “gittik ama muallim hanım bizi mektebe sokmadı… Evimize gönderdi” dedi. Sebebini sordum. İkisi daima mektebe geç kalıyorlarmış.. Erken gelmelerini, ders başladıktan sonra gelirlerse mektebe kabul etmeyeceğini söylemiş… Onlar yine gecikmekte devam etmişler… Zehra Hanım da dediğini, tehdidini icra etmiş… Çocuklara niçin muallim hanımın sözünü tutmadıklarını sordum. Birisi, “annem hasta… Ben ev işlerine bakarım… Küçük kardeşimin yiyeceğini yediririm… Kuyudan su çekerim… Ateş yakarım… Bulaşık yıkarım… Bu işler bitinceye kadar vakit geçiyor” dedi. İkincisi titiz bir çocuktu. Hiddetle kendini müdafaa etti: “Ne yapayım efendim… Her sabah değil ya… Bazı gün erken geliyorum… Bazı günler de hava kapalı oluyor… Anlayamıyorum.* bu mantık tuhafıma gitti. ‘Hava kapalı olursa geç gelmek mi lâzım kızım!..” dedim. Çocuk hiç aklıma gelmeyen yerinde bir cevapla ağzımı tıkadı: “Hava kapalı olunca saati nereden anlayayım?” Demek onun da evinde saat yokmuş… Üçüncüsü çok fakir kıyafetli, fakat gayet edalı bir kızdı. Sualime pek çok tereddütten sonra cevap verdi: “Efendim, muallim hanım nalınla mektebe gelme diyor… Benim yeni potinlerim var ama ayağımı sıkıyor…” Onun da derdi anlaşılmıştı. Zavallının ya giyecek potini yoktu… Yahut da ailesi….
“Acımak” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıAcımak
- Sayfa Sayısı160
- Yazar Reşat Nuri Güntekin
- ISBN9751026569
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİnkılap Kitabevi / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arkada Yaylılar Çalıyor ~ Melikşah Altuntaş
Arkada Yaylılar Çalıyor
Melikşah Altuntaş
“Arkamda yaylılar çalıyor. Biri bir filmde ya da dizide gururla yürüdüğünde çaldığı gibi. Hep hüzünlü şeyler çaldığını bildiğim yaylılar, ben gülümserken bambaşka duyuluyor. Sonunda...
- Caz Çağı Öyküleri ~ Scott Fitzgerald
Caz Çağı Öyküleri
Scott Fitzgerald
Babasının, “Birini eleştirmeye kalktığında, herkesin seninle aynı imkânlarda dünyaya gelmemiş olduğunu aklına getir!” sözünü hiçbir zaman unutmamış olan F. Scott Fitzgerald (1896-1940), Caz Çağı...
- DAD ~ Selahattin Demirtaş
DAD
Selahattin Demirtaş
Başlangıçta koku biraz zorluyordu. Kanıksadım ama. Hatta seviyorum artık bu kokuyu. Yanık gibi. Hayatın gerçek kokusu. Şehir çöplüğü gibi kokuyor diyesim var fakat burası...
bu kitabı şidettle tavsiye ediyorum okudum :)
neden sorabilirmiyim sana
Bu tam mı ?