Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Açılın Ben Çocuğum
Açılın Ben Çocuğum

Açılın Ben Çocuğum

Müjdat Ataman

Bu kitap, aileleri okulla tanıştırmak ve okulun içinde yaşananları eğitimci gözüyle yansıtmak; eğitimcilere de ailelerin penceresinden yansıyanları göstermek için yazılmıştır. Okul ve aile arasındaki…

Bu kitap, aileleri okulla tanıştırmak ve okulun içinde yaşananları eğitimci gözüyle yansıtmak; eğitimcilere de ailelerin penceresinden yansıyanları göstermek için yazılmıştır. Okul ve aile arasındaki

çatışmaların çocukları ve gençleri nasıl etkilediğini, onların tutkularını nasıl yıllar içinde eksilttiğini; kurulacak okul-aile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini, davranış ve tutumlarımızı değiştirerek neleri var edebileceğimizi göstermekten öte bir amacım var:

“Çocukların-gençlerin büyülü hayallerine eşlik edebilmek.”

Müjdat Ataman, Açılın Ben Öğretmenim kitabından sonra Açılın Ben Çocuğum adlı eserde ele alıyor eğitim sistemini ve bu sistemin kahramanlarını. Farklı üslubu ve farklı bakış açısıyla çok ses getirecek yeni bir kitapla buluşuyor Elma Yayınevi okurlarıyla.

Açılın Ben Çocuğum…

Bir Varmış, Bir Yokmuş… Çocukluk günlerimin siyah beyaz sayfalarında, eve geç gelen bir adam var: İşten çıkınca uğradığı şehir kulübünde saatlerce arkadaşlarıyla briç oynayan babam. Gündüz muhasebeci olarak çalıştığı fabrikaya gider, akşam da oyuna. Babam için hafta içi akşam rutinlerinin ne kadar değerli olduğunu anımsıyorum. Amcamın da gittiği şehir kulübündeki heyecanlı oyunlarını anlatır, kazandığında daha bir keyifli olur; briç oyununa güzellemelerde bulunurdu. Sanırım lise ikideydim, ailece gittiğimiz bir akşam yemeği sonrası otuz yıl boyunca ona eşlik eden sigarasını hep koyduğu gömlek cebinden çıkardı, baktı ve çöpe attı.

“Yeter artık!” dedi ve o günden sonra da bu içmeme kararından hiç vazgeçmedi. Sigaradan kurtulmanın ardından kulübe gidişleri de azalmaya başladı. “Sigara dumanına boğuldum; ne çok içiyorlar, yazık!” cümlelerinden birkaç hafta sonra da akşamlarının neşesine veda etti. Fabrikadan ayrılıp kendi muhasebe bürosunu açtı ve kendini işine adadı, yaşı ilerliyor ve şeker hastalığının vurduğu gözleri çalışmasına engel oluyordu. Tam da o günlerde güvendiği bir çalışanı tarafından kandırıldığını da fark edince emekli olma kararı aldı. Kardeşim ve ben, ısrarla bu karara karşı çıktık; bu karşı çıkışın altında onun çalışması ya da para kazanması değil, yaşama bir şekilde tutunması isteğimiz yatıyordu.

İstemedi ve bürosunu kapatıp eve kapandı. Evin altında tamiratla uğraşacağı bir garaj, meyve ağaçlarının olduğu bir bahçe, yazın gidip saatlerce okey oynayacağı bir yazlık, evin salonunda hep ötelediği kitapları okuyacağı bir kütüphane, sandıkta onu bekleyen koleksiyon parçaları yoktu. Tutkuyla bağlı olduğu Fenerbahçe maçları, üstüne günlerce süren maç analiz programları ve büyük aşkı briçi oynayacağı bir tablet ona yetiyordu. Ömrü uzun olsun, babamla ne zaman sohbet etsek ve ona yaşama asılması için yeni sebepler önersek “Bizden geçti” diyerek burun kıvırıyor. “Yıllar önce diyor, ah yıllar önce” ve yıllar önce cümlesinin peşine kaçırdığı fırsatları sıralıyor. Bu, “var”dan çok; “yok” ile doldurulan öykünün içinden kendime dönüyorum. 1999 yılıydı. Herkes milenyuma girmek için gün sayarken ben, 2000 yılının gelişini göremeyeceğimden emindim. Yaşadığım duygusal çöküş, tüm vücut kimyamı bozmuştu. Her insanın yaşam öyküsünün karanlık bir parçası olur ya; işte, benimki de öğretmenliğimin üçüncü yılına denk geliyordu. Ankara’da bir psikiyatrın koltuğunda geçen üç dakikalık bir konuşma, yaşamıma başka bir gözle bakmamı sağladı. Güven Park’ın karşısındaki muayenehanede Aydın Hoca sordu:

— Hangi takımı tutuyorsun?
— Fenerbahçe.
— En son hangi maçını izledin?
— Hatırlamıyorum.
— En son hangi arkadaşınla buluştun?
— Bilmem, uzun süredir arkadaşlarımla buluşmuyorum.
— En son kendine ne aldın?
— Hiçbir şey.

— En son hangi kitabı okudun?
— Bilmem, uzun süredir kitap okumuyorum.
— Film izlemeyi sever misin?
— Hem de çok, sinema benim için aşk demek.
— Güzel, en son hangi filmi izledin ve etkilendin?
— Uzun süredir film izlemiyorum, hatırlayamadım.
— Kardeşin var biliyorum, onunla son dönemde hiç dışarı çıktın mı?
— Hayır…

Aydın Hoca koltuğuna yaslanıp gözleriyle boşluğa bakmaya başladı. Odanın renginin de ağırlığıyla bu sessizlik, içimde ağrıyan boşluğa vuruyordu. Sessiz geçen her saniye, beni yaşamın daha derinine alan bir el gibi altımdan çekiyordu. Tükenmez kalemin basma kapağına bir iki kere bastı, odadaki sessizlik bozuldu; bu ses, ritmik olarak odada dört-beş kere yankılandı. Neden sonra başımı kaldırıp Aydın Hocaya baktım. “İplerini…” dedi. “Seni yaşama bağlayan tüm ipleri kendi isteğinle kesmişsin. Şimdi o iplere yeniden sarılma zamanı…” 2000 yılına “Sana en çok kim sarıldı” diye sorsalar hiç tereddüt etmeden benim adımı verecektir.

O zor günlerin ardından yaşama sarılmanın, yaşamda kendine sarılmanın ne demek olduğunu hiç unutmadan yaşadım. Düşmedim mi, kırılmadım mı, üzülmedim mi… Elbette, hepsi oldu. Fakat 1999 yılındaki düşüşten sonra hızlı bir şekilde kalkmanın, kendimi iyileştirmenin, üzüldüğümde kısa sürede yeniden neşelenmenin yolunu buldum. Bu yolculukta yargılarımın ve doğrularımın altından çok sular aktı. Heyecanla oyunlar oynanan, merakla sorular sorulan, her şeyin öğrenilmeye çalışıldığı, hiç durmadan denenen, yüzde devamlı güller açtıran çocukluğu nasıl oluyor da yitiriyoruz diye soruyorum kendime. Nasıl oluyor da sıkı sıkıya bağlı olduğumuz ipleri bırakıyoruz birer birer? Cevaplar belli. Okullardaki yarış, hayat mücadelesi, ekmek parası için çalışma, iyi bir gelecek savaşı… Tüm hayatımız, bizim varoluş seçimimizle anlam kazanıyor.

Biz,o seçimlerde zihinlerimizi hep “yok”un içine hapsediyoruz. Benim ve çevremdeki tüm arkadaşlarımın geçmişe dair, babalarının ya da dedelerinin -aslı yok- tarlalarını zamanında satmadığına ve şimdi milyonlar eden yerlerde arsa almadıkları için bu durumda olduklarına dair bir kara öyküsü vardır. Toplum olarak yok delisiyiz; bu yok deliliği, bizim var olanı görmemizi de engelliyor. Tüm güzellikleriyle çiçek açan çocukluğu aile, okul ve içinde yaşadığımız toplumun kültürel kodlarıyla suluyoruz; hortumu, güzel olana değil; çalılığa, çakırdikenliğine, mutsuzluğa tutuyoruz. Yıllar içinde öyle çok soluyoruz ki içimizde kalan minicik yeşilliğin de değerini bilmez oluyoruz. Varoluş seçimlerimizde hep kurban rolünü seçiyoruz. “Nasıl olsa olmaz, başaramam, gidemem, deneyemem, yapamam…” Öyle bir geçmiş belleği var ki zihinlerimizde, tüm ışıklı seçimlerimizi yok etmek için uğraşmış, uğraşıyor. “O bölümü kazanamazsın, o işi başaramazsın, asla oraya gidemezsin, hiç deneme boşuna, olmaz”larla çevrilmişiz.

Ruken’in, eşimin yeğeni bu yıl üniversite sınavına girdi. Hilal’e “Nasıl bir tercihte bulunacaksın” diye sorduğumda makine mühendisliği okumak istediğini söyledi. Bu bölüm için tercih ettiği üniversiteyi beğenmedim. “Neden orası, bak şu üniversitelerden mezun olursan önün daha açık olacaktır” diye ekledim. Benim sözünü ettiğim üniversitelerin Uzakdoğu Erasmus programlarının olmadığını, ileride Kore’ye gitmek istediği için tercihini sözünü ettiği üniversiteden yana kullandığını belirtti. “Neden Kore” diye sorduğumda ileride orada mühendis olarak çalışmak istediğini söyledi. “Kafaya bak…” diye geçirdim içimden. “Kore… Bak sen, nasıl öğreneceksin o karışık dili” dedim, bir ay önce Korece kursuna başladığını ve yoğun bir şekilde çalıştığını öğrendim. Bu sohbet sırasında, onun büyüttüğü hayallerini yok etmek için üst üste sorular soruyordum. Bana zamanında sorulan sorulara benziyordu bunlar; o an farkında bile değildim yaptığımın. “Çok uzak, ne işin var orada…” Sıraladıkça sıralıyordum, zamanında bana sıralandıkça sıralandığı gibi…

“Müjdat Abi…” dedi: “Benim liseden beri hayalim bu…” Utandım, onun içinde var ettiği düşlerini yok etmek için ortaya çıkmış bir kara büyücü gibi hissettim kendimi. 9 Öncelikle onun varoluş seçimine saygı duymayarak bozmuştum büyüyü. Sonra içine, kalbinin derinliklerine korkular salmaya başlamıştım. Kalbimizin içine salınan korku, endişe, kaygı damlaları her yerde, her adımımızda bizi bekliyor. Mesele, tüm bunları bilerek bunlarla nasıl mücadele edeceğimizden geçiyor.

Öncelikle o kocaman gülüşleriyle meraklı sorular soran çocuklarımızın sorularının ardı arkası kesilmesin diye bıkmadan usanmadan bu sorulara yanıt vermek gerekiyor. Burada dikkat edilecek en önemli şey, sorulan sorunun genişliği kadar cevap vermek. Umay’ın beş yaşında sorduğu “Baba, bankalar ne iş yapıyor” sorusunu kısaca açıklamaya başlamış, lafı uzatmış da uzatmış, faiz sistemini anlatmaya kadar vardırmıştım işi. Ben açıklama yaparken o çoktan pişman olmuştu bu soruyu sorduğuna. Bir diğer önemli konu da “buluşturmak”. Doğayla, hayvanlarla, suyla, sanatla, kütüphaneyle, marangozhaneyle, mutfakla, üretim atölyeleriyle, çiftlikle, olabildiğince çok şeyle buluşturmak. Bu buluşmalar, gelecekte çocuklarımızın yaşamında başka dünyaların kapılarını açacak.

Uğraşları olacak çocuklarımızın; bizim istediğimiz değil, kendi dünyalarında onlara ilham veren uğraşları. İşte, tam o aşamada hayatın göz kırpışları onları heyecanlandıracak ve onlar o heyecanın peşinden gitmek isteyecek. Bize düşen, bu yolda onlara eşlik etmek ve onların heyecanlarını paylaşmak. Biliyorum ki burası en zor bölümü işin; hepimiz, geçmişin bize fısıldadığı karanlık sözcükleri içimizde tutmakta zorlanacağız. Çocuklarımızın heyecanlarına bu yaşımızdan bakıp, nelerin olamayacağını uzun uzun anlatmak isteyeceğiz. Bu karanlık kapıyı açtığımızda onlar yaşamın göz kırpışlarını kaçırmaya başlayacaklar. Umay’a şu an ileride ne olacağını sorduğumda veteriner, öğretmen, fotoğrafçı, yazar ve seyyah yanıtını alıyorum. Bu seçimler, ona hayatın göz kırpışları; biliyorum ki çocuklar yüzlerce alanda ışığın içlerine girmesine izin veriyorlar. Yeter ki eksiltmeyelim onların tutkularını. Bizim öğrendiğimiz yaşamın dışında bir gerçek var. Kitabın bu bölümünü yazmaya başlamadan okullu olmayan, okulda tutunamayan, okuldan atılan karakterlerin yaşam öykülerine daldım.

Zihnim bana harika fikirleri olan kişilerin okula ihtiyaç duymadan da başarılı olabileceklerine dair bir sürü örnek bulacağımı söylüyordu, öyle de oldu. Son dönemlerde sıklıkla adları anılan sosyal medya uygulamalarıyla dünyanın en zengini olan (İsimlerini hepimizin bildiklerini eledim) insanların yaşam öykülerini okudum.

Daha çok, geçmişe gitmeye çalıştım. Zenginlik değildi aradığım, aradığımın tam olarak ne olduğunu bilmeden okumaya devam ettim. Eski İngiltere Başbakanı John Major’un on altı yaşında okulu bırakmasına şaşırdım. Ingvar Kamprad’ın henüz çocukken aldığı kutu kibritleri komşularına tek tek satarak ticari hayata atıldığını, telefon aramalarıyla çerçeve, naylon çorap satarak işleri büyüttüğünü, sonra ürünlerini kataloğa döktüğünü, ürün yelpazesini genişlettiğini ve bugün elimizde tuttuğumuz IKEA kataloğunun ta o günlere dayandığını öğrendiğimde heyecanlandım. Soichiro Honda’nın formal eğitimi bırakıp oto tamircisinde çıraklığa başlamasından ya da George Eastman’ın ailesine katkı sağlamak için on dört yaşında okuldan ayrılıp fotoğrafçılığa başlamasından Kodak’ı kurmaya varan yolculuğundan etkilendim.

Okuduklarım bir arayıştı ve Güney Kaliforniya Üniversitesindeki sinema okuluna başvurusu hiçbir zaman kabul edilmeyen Steven Spielberg’in yaşam öyküsüne dalınca aradığımın ne olduğunu keşfettim. Okulsuz da olur parolasıyla çıktığım bu yolculukta, okullu olmak ya da okulsuz olmaktan daha önemli bir şey vardı: O da “tutkuları olmak”. Dünyanın en iyi yönetmenlerinden biri olmak için sinema-televizyon mezunu olmanın ya da olmamanın ötesinde, sinemaya tutkuyla bağlı olmalıydı insan.

Tutkunun ne büyük bir motivasyon olduğunu Orville ve Wilbur Wright kardeşlere bakarak da fark edebiliriz. Daha liseyi bitirmeden onlar, uçma tutkuları sayesinde gökyüzüne çıkmışlardı. Bizim öğrendiğimiz yaşamın dışındaki gerçeklerde, hayal kuran ve kurdukları hayalleri hiç vazgeçmeden büyütenler var. Çocukların hayalleri hep olacak, bize kalansa bu hayallerin neresinde duracağımıza karar vermek. Bunları yazarken “annesinin, çocuğun okuduğu kitabı kaldırıp attığı; gel, yemeğe yardım et dediği ya da soruyu çözemeyeceğini bildiği halde sırf utandırmak için öğretmeni tarafından tahtaya kaldırılıp arkadaşlarının önünde utandırılan bir çocuğu” düşündüm. Çocukların hayallerine eşlik etmek de onları yok etmek de ailelerin ve öğretmenlerin elinde.

Çocukluktan gençliğe uzanan okul yolculuğunda yaşanan sorunlarda aileler okulları, okullar da aileleri işaret ediyor. “Okulda şu eksik, bu yüzden böyle oldu” suçlaması ile “Aile şunu yapamadığı için böyle oldu” cümlesi tahterevalli gibi bir kalkıyor bir iniyor. Sorunlarda aynayı karşı tarafa tutmak ve nedeni orada görüp çözümü oradan beklemek işin kolay yolu. Hayalimiz çocuklarımızın yararına adım atmaksa sorunu başka pencerelerde aramak yerine tuttuğumuz aynanın yansımasının biz olacağını kabul ederek başlamalıyız işe. Bu kitap, aileleri okulla tanıştırmak ve okulun içinde yaşananları eğitimci gözüyle yansıtmak; eğitimcilere de ailelerin penceresinden yansıyanları göstermek için yazılmıştır. Okul ve aile arasındaki çatışmaların çocukları ve gençleri nasıl etkilediğini, onların tutkularını nasıl yıllar içinde eksilttiğini; kurulacak okul-aile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini, davranış ve tutumlarımızı değiştirerek neleri var edebileceğimizi göstermekten öte bir amacım var: “Çocukların-gençlerin büyülü hayallerine eşlik edebilmek.” Bir varmışların sesinin daha çok duyulduğu bir ülke hayaliyle… Sürçü lisan ettiysek affola… Bu kitapta kullandığım örneklerin bazıları eski okuyuculara aşina gelebilir, örnekleri yinelememin nedeni bağlam gereğidir, sevgilerimle…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Açılın Ben Öğretmenim ~ Müjdat AtamanAçılın Ben Öğretmenim

    Açılın Ben Öğretmenim

    Müjdat Ataman

    Öğrencilerin ayaklarının geri geri gittiği okullarda iyi dersler işlemenin yolunun strateji, teknik, yöntem, ipuçları bilmekten geçtiğini yıllar içinde deneyimleyerek öğrendim. Öğrenmek kadar öğrendiklerini paylaşmanın...

  2. 112 Öğretmenliğime Notlar ~ Müjdat Ataman112 Öğretmenliğime Notlar

    112 Öğretmenliğime Notlar

    Müjdat Ataman

    Öğretmenlik; her günü bir diğerinden farklı, tekrarı olmayan muhteşem bir meslek ve uzun bir öykü. Öğretmenliğe yeni başlayanlar için yaşanmışlıklardan, örnek olaylardan yola çıkarak...

  3. Yaratıcı Yazma İçin Yaratıcı Drama ~ Müjdat AtamanYaratıcı Yazma İçin Yaratıcı Drama

    Yaratıcı Yazma İçin Yaratıcı Drama

    Müjdat Ataman

    Eğitim bilimi de diğer bilimler gibi değişiyor ve dönüşüyor. Bu dönüşüm, değişim içinde belirli beceriler önemini yitirirken bazıları varlığını koruyor. Kendini ifade etme becerisi...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur