Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Acı İmparatorluğu: Sackler Hanedanı’nın Gizli Tarihi
Acı İmparatorluğu: Sackler Hanedanı’nın Gizli Tarihi

Acı İmparatorluğu: Sackler Hanedanı’nın Gizli Tarihi

Patrick Radden Keefe

2021 BAILLIE GIFFORD KURGU DIŞI ÖDÜLÜ 21. YÜZYILIN EN İYİ 100. KİTABI SEÇKİSİ New York Times Book Review, Washington Post, Time, NPR, Boston Globe,…

2021 BAILLIE GIFFORD KURGU DIŞI ÖDÜLÜ
21. YÜZYILIN EN İYİ 100. KİTABI SEÇKİSİ

New York Times Book Review, Washington Post, Time, NPR, Boston Globe, Amazon, Goodreads ve Guardian’da Yılın En İyi Kitapları Seçkisinde

Son âna kadar yalan söylediler. Servetlerini son kuruşuna kadar, bağımlılıktan, paramparça hayatlardan ve berbat ölümlerden kazandılar…

Yaptıkları cömert bağışlar sayesinde, dünyanın en önemli müze ve üniversitelerinin duvarlarında Sackler ismi yazılıydı. Çizdikleri göz kamaştırıcı profil, karanlık zihinlerini ve servet yolunda yarattıkları vahşeti maskelemeye yetecekti. Ta ki…

Hikâye 20. yüzyılın başlarında, Brooklyn’deki fakir bir aileden üç kardeşin, sağlık pazarlamasında devrim yaratacak bir reklam ajansı kurmasıyla başlamıştı. İlk başarıları savaş sonrası nesli sakinleştiricilere bağımlı hale getirmekti.
Bundan yaklaşık kırk yıl sonra aynı beceriler ve vicdansızlık yeni nesil Sackler’lara tarihin en büyük sağlık krizlerinden birinde başrolü verecek; morfine karşı güvenilir bir alternatif iddiasıyla piyasaya sürdükleri “mucize” ağrı kesici OxyContin, aileyi tarifsiz bir servetle, Amerika’yı ise opioid salgınıyla tanıştıracaktı. Denetim mekanizmalarını manipüle ederek ve ilacın bağımlılık riskini küçümseyerek agresif bir biçimde pazarladıkları ilaç, ağrısının derdine düşmüş milyonlarca insanı zamanla birer opioid bağımlısına dönüştürdü. Ama Sackler’lar son âna kadar bunu reddettiler; her yıl trafik kazası kayıplarından daha fazla sayıda insan opioid kaynaklı aşırı dozdan ölürken, sorunun ilaçta değil kullanıcılarda olduğunda ısrar ettiler.

Bu kitap, acılara kayıtsız kalarak acı üzerine imparatorluk kurmuş bir hanedanın yükseliş ve düşüşünün öyküsü. Dizginlenemeyen kapitalizm, dizginlenemeyen lobicilik ve paramparça olmuş bir sağlık sistemi arasındaki ölümcül ittifakın ve açgözlülüğün ete kemiğe bürünmüş hali.

“O kadar çok ‘yok artık!’ dediğiniz an var ki neredeyse tüm kitabı ağzınız açık okuyorsunuz.” –Sunday Times

“Bu kadar keyif aldığınız için neredeyse suçluluk hissediyorsunuz.” –The Times

“Usta eseri” –Guardian

“Harikulade” –New York Times

*

Kiliseye toprak vermenin yaptıkları baskınların ya da
soygunların anısını sileceğini düşünen ortaçağ baronlarının batıl inançları ve korkaklıklarıyla sık sık alay
ettik ama modern kapitalistler de tamamen aynı düşünce yapısına sahip görünüyor, üstelik pek önemsiz denemeyecek bir farkla; kapitalistler söz konusu olduğunda
soygunların anısı gerçekten siliniyor.
– G. K. Chesterton

Doctor, please, some more of these.*
– Rolling Stones (1966)

İÇİNDEKİLER
Önsöz: Anakök 1
I. KİTAP AİLE REİSİ
1 İtibarlı Bir İsim 13
2 Akıl Hastanesi 23
3 Reklamcı Tabip 38
4 Efkâr Penisilini 59
5 Çin Humması 74
6 Ahtapot 86
7 Dendur Derbisi 108
8 Yabancılaşma 122
9 Hayalet İzler 135
10 Ölümün Kaçınılmazlığına Karşı 147
II. KİTAP HANEDAN
11 Apollo 159
12 Veliaht 168
13 Sackler Davası 182
14 Vakit Daralıyor 193
15 Rüyalar Tanrısı 205
16 Hidrojen Bombası 219
17 Sat, Sat, Sat! 227
18 Ann Hedoni 244
19 Yeni Milenyumun Pablo Escobar’ı 266
20 Günah Keçileri 292
III. KİTAP MİRAS
21 Turks 323
22 Suistimale Dayanıklı 341
23 Elçiler 355
24 Acı Gerçek 373
25 Açgözlülük Tapınağı 394
26 Savaşa Hazır 408
27 Adı Geçen Sanıklar 425
28 Zümrüdüanka 441
29 İsimler Sökülüyor 457
Sonsöz 488
Teşekkür 496
Kaynaklar Hakkında Not 499
Notlar 507
Dizin 591

Önsöz
ANAKÖK

Manhattan’ın ortasındaki gökdelen ormanının kalbinde yer alan simsiyah ve şık ofis kulesinin on katı, uluslararası hukuk bürosu Debevoise & Plimpton’ın New York’taki merkezine evsahipliği yapıyor. 1931 yılında saygın bir Wall Street bürosundan ayrılan iki “aristokrat” avukatın kurduğu Debevoise, zamanla kurucuları gibi saygın bir firmaya dönüştü. Yıllar içinde büyüyerek sekiz yüz hukuk uzmanı, bir dizi prestijli müvekkil ve yaklaşık 1 milyar dolarlık yıllık cirosuyla1 küresel bir dev haline geldi. Şehir merkezindeki ofislerde firmanın meşe ve deri köklerinden artık eser yok. Halıyla kaplanmış koridorlar, cam duvarlı toplantı odaları ve yüksek çalışma masalarıyla alelade bir modern ofisin banal tonları hâkim. Yirminci yüzyılda güç dediğin kendini belli ederdi. Yirmi birinci yüzyıldaysa gerçek gücü ayırt etmenin en kesin yolu sadelikten geçiyor. 2019 baharının soğuk ama pırıl pırıl bir sabahında, bulutlar binanın siyah cam cephesinden kayıp giderken Mary Jo White binaya girmiş,2 asansöre binip Debevoise ofisine çıkmıştı; bastırılmış bir enerjiyle dolup taşan konferans salonunda yerini almaya hazırlanıyordu. Yetmiş bir yaşındaki White, gücün sadelikten geçtiğinin kanlı canlı örneğiydi âdeta. Taş çatlasa 1,50 boyunda ufak tefek bir kadındı, kısacık kesilmiş kahverengi saçları, çevresi kırışık gözleri ve de lafını esirgemeyen, gösterişsiz bir konuşma tarzı vardı. Ama etrafa korku salan bir avukattı. White bazen uzmanlık alanının3 “kallavi belalar” olduğunu söyleyip gülerdi: Ucuza çalışmazdı ama başınız büyük bir derde girmişse ve paranız çoksa aradığınız avukattı. White, kariyerinin başlarında yaklaşık on yıl boyunca New York Güney Bölgesi federal savcılık görevinde bulunmuş, 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen bombalı saldırının faillerine yönelik soruşturmayı yürütmüştü. Barack Obama tarafından Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu başkanlığına atanmıştı. Ancak bu devlet görevlerinden fırsat bulduğu her boşlukta Debevoise’a geri dönüyordu. Genç bir avukatken katıldığı firmada zamanla ortaklığa yükselen ikinci kadın haline gelmişti. Verizon, JP Morgan, General Electric, NFL gibi ağır topları temsil ediyordu.4 Toplantı odasında yalnızca Debevoise’dan avukatlar bulunmuyor, başka bürolardan da gelen avukatlarla kaynıyordu; defterleri, dizüstü bilgisayarları ve yapışkan notlarla dolup taşan üç halkalı devasa klasörleriyle yirmiden fazla avukat hazır bekliyordu. Masada bir hoparlör vardı ve ülkenin dört bir yanından yirmi hukukçu daha hattın öteki ucunda onları dinliyordu. Bu küçük avukat ordusu, münzevi bir milyarderin ifade vermesi için toplanmıştı. Mary Jo White’ın uzun zamandır müvekkili milyarder, şimdilerde bu milyarlık servetin yüz binlerce insanın canına mal olduğunu iddia eden sürüyle davanın tam ortasında kalmıştı. White bir keresinde savcıyken işinin tereyağından kıl çeker gibi yürüyeceğini söylemişti: “Doğrusu neyse onu yapıyorsun.5 Kötülerin peşine düşüyorsun. Her gün topluma iyilik yapıyorsun.” Bugünlerdeyse durumu daha karmaşıktı. White gibi itibarlı kurumsal avukatlar toplumda belirli bir saygınlığa ulaşmış yetenekli uzmanlardır ancak sonuçta işleri müvekkil odaklıdır. Ödenmeyi bekleyen ev kredileri ve okul harçlarıyla, pek çok savcı bu dinamiğe aşinadır. Kariyerinizin ilk yarısını kötü adamların peşine düşerek, ikinci yarısını ise onları temsil ederek geçirirsiniz. O sabah soruları yöneltecek avukat, altmışlarının sonunda Paul Hanly adlı bir adamdı. Diğer avukatlara benzemiyordu. Hanly, toplu davalarda davacıları temsil eden bir vekildi. Cesur renklerde özel dikim takımlar ve sert, kontrast yakalı ısmarlama gömlekler tercih ediyordu. Gümüşi saçlarını geriye taramıştı, kemik çerçeveli gözlüğü delici bakışlarını ortaya çıkarıyordu. White abartısız gücün ustasıysa Hanly de tam tersiydi: Dick Tracy çizgi filmlerindeki avukatlara benziyordu. Ama en az White kadar rekabetçiydi ve White gibilerin bu işi yaparken büründükleri adabımuaşeret kisvesine karşı içgüdüsel bir küçümseme duyuyordu. Kendimizi kandırmayalım, diye düşünüyordu Hanly. Ona göre White’ın müvekkilleri “kibirli pisliklerdi”.6 O sabah ifadesi alınan milyarder yetmişli yaşlarındaki kadın bir hekimdi ama mesleğini hiç yapmamıştı. Sarışındı ve yüzü göze çarpıyordu; alnı geniş, gözleri birbirinden uzaktı. Aksi mizaçlıydı. Avukatları bu sorgu için mücadeleye girişmişti ve kendisi de burada bulunmak istemiyordu. Toplantıdaki avukatlardan birinin deyişiyle, tavırları uçağa binmek için hayatta sıra beklemeyen birinin lakayt sabırsızlığını yansıtıyordu. “Kathe Sackler siz misiniz?” diye sormuştu Hanly. “Benim,” yanıtını vermişti. Kathe, New York’un önde gelen hayırsever hanedanlarından Sackler Ailesi’nin üyesiydi. Birkaç yıl önce Forbes dergisi, yaklaşık 14 milyar dolarlık tahmini servetleriyle Sackler’ları “Busch, Mellon ve Rockefeller gibi ünlü aileleri burun farkıyla geride bırakarak” ABD’nin en varlıklı yirmi ailesi arasında7 listelemişti. Sackler adı, dünyanın dört bir yanındaki sanat müzelerinin, üniversitelerin ve tıbbi tesislerin duvarlarını süslüyordu. Kathe, toplantı odasından çıkıp yirmi blok aşağı yürüse New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki Sackler Biyomedikal Bilimler Lisansüstü Eğitim Enstitüsü’ne, on blok yukarı yürüse Rockefeller Üniversitesi’ndeki Sackler Biyotıp ve Beslenme Araştırma Merkezi’ne, daha da ilerlerse Guggenheim Müzesi’ndeki Sackler Sanat Eğitim Merkezi’ne ve Beşinci Cadde’den geçip Metropolitan Müzesi’ndeki Sackler Kanadı’na varabilirdi. Tıpkı bir zamanların Vanderbilt’leri ve Carnegie’leri gibi, Kathe Sackler’ın ailesi de son altmış yılda New York’a damgasını vurmuştu. Ama Sackler’lar, servetleri Yaldızlı Çağ’a* uzanan bu ailelerin her ikisinden de daha zengindi. Üstelik bağışları New York sınırlarını aşıp Harvard’daki Sackler Müzesi ve Tufts’taki Sackler Biyomedikal Bilimler Lisansüstü Eğitim Okulu’na, Oxford’daki Sackler Kütüphanesi ve Louvre’daki Sackler Kanadı’na, Tel Aviv’deki Sackler Tıp Fakültesi ve Pekin’deki Sackler Sanat ve Arkeoloji Müzesi’ne kadar uzanıyordu. Kathe, “Ben ailemin vakıflarıyla büyüdüm,” dedi Hanly’ye. “Toplumsal davalara” katkıda bulunduklarını söyledi. Sackler’lar yüz milyonlarca dolar bağış yapmıştı ve Sackler adı onlarca yıldır kamuoyunda hayırseverlikle yan yana anılıyordu. Bir müze yöneticisi, aileyi on beşinci yüzyılda Floransa’da yaşayan ve sanata verdiği destekle Rönesans’ın doğuşuna katkıda bulunan soylu Medici Ailesi’ne benzetmişti.8 Ama Medici’ler servetlerini bankacılıktan kazanırken Sackler’ların servetinin asıl kökeni uzun bir zaman gizemini korumuştu. Aile bireyleri soyadlarını sanat ve eğitim kurumlarına çılgıncasına dağıtıyordu. Mermere kazınmış, pirinç plaketlere işlenmiş, hatta vitraya yazılmıştı adları. Sackler kürsüleri, Sackler bursları, Sackler konferansları ve Sackler ödülleri cirit atıyordu. Ama sıradan birinin, aile adına bakıp bunca serveti hangi işten kazandıklarını anlamakta güçlük çekmesi mümkündü.9 Aile bireylerine gala yemeklerinde ve Hamptons’taki bağış etkinliklerinde, Karayipler’de bir yatta ya da İsviçre Alpleri’nde kayak yaparken rastlayan tanıdıklar, parayı nereden kazandıklarını merak eder ya da aralarında fısıldaşırlardı. İşin tuhafı, Sackler’ların servetinin büyük bölümü hırsız baronlar devrinde değil, son yıllarda elde edilmişti. “1980 yılında New York Üniversitesi’nden mezun oldunuz, değil mi?” diye sormuştu Hanly. “Doğru,” diye yanıtlamıştı Kathe Sackler. “1984 yılında da New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden?” “Evet.” “Peki,” diye sormuştu Hanly. “İki yıllık cerrahi ihtisasının ardından Purdue Frederick Şirketi’nde çalışmaya başladığınız doğru mu?” Purdue Frederick, sonradan Purdue Pharma adıyla tanınan bir ilaç üreticisiydi. Connecticut merkezli şirket, Sackler’ların servetinin büyük çoğunluğunun kaynağıydı. Sackler’lar, cömertliklerinden faydalanan tüm galerilerin ve araştırma merkezlerinin aile adını açıkça taşıması gerektiğini detaylı “isim hakkı” sözleşmeleriyle üstüne basa basa belirtse de aile işletmesine Sackler adı verilmemişti. Hatta Purdue Pharma’nın internet sitesini didik didik arasanız bile Sackler’ların izine rastlamanız mümkün değildi. Ama Purdue, tamamen Kathe Sackler ve ailenin diğer bireylerine ait bir özel şirketti. Purdue 1996 yılında, kronik ağrı tedavisinde devrim olarak duyurulan çığır açıcı bir ilacı, OxyContin adlı güçlü opioid ağrı kesiciyi piyasaya sürmüştü. İlaç, farmasötik tarihinin en büyük satış rekortmenlerinden10 birine dönüşmüş ve yaklaşık 35 milyar dolar gelir sağlamıştı. Ancak aynı zamanda bağımlılık ve suistimal silsilesine de yol açmıştı. Kathe Sackler ifade koltuğuna oturduğu sırada ABD opioid salgınının kuşatması altındaydı. Ülkenin her köşesinden Amerikalılar kendilerini bu güçlü ilaçların bağımlısı haline gelmiş bulmuştu. OxyContin’i amacı dışında kullanmaya başlayan pek çok insan sonunda eroin ve fentanil gibi sokak uyuşturucularına geçiş yapıyordu. Rakamlar sarsıcıydı.11 Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri’ne göre, OxyContin’in piyasaya sürülmesinden sonraki çeyrek asırda 450 bin kadar Amerikalı, opioid kaynaklı aşırı doz vakalarında hayatını kaybetmişti. Bu tür aşırı doz vakaları artık ABD’de kazara ölümlerin başlıca sebebi haline gelmiş ve trafik kazalarından daha fazla can almaya başlamıştı. Can kayıpları, en tipik Amerikan ölçütlerinden ateşli silah yaralanmalarını bile geride bırakmıştı. Hatta aşırı dozda opioidden hayatını kaybeden Amerikalıların sayısı, ülkenin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana girdiği tüm savaşlarda ölen Amerikalılardan daha fazlaydı. Mary Jo White bazen12 hukukun en sevdiği yanlarından birinin “işin özüne inmeye” zorlaması olduğunu söylerdi. Opioid salgını epey karmaşık bir kamu sağlığı kriziydi. Ama Paul Hanly, Kathe Sackler’ı sorgularken bu müthiş trajedinin kökeninde yatan sebeplere inmeye çalışıyordu. OxyContin piyasaya sürülmeden önce Amerika’da opioid krizi baş göstermemişti. OxyContin piyasaya sürüldükten sonraysa kriz ortaya çıkmıştı. Sackler’lar ve şirketleri şu anda eyalet, şehir ya da ilçe yönetimleri, Amerikan yerli kabileleri, hastaneler, okullar ve nice başkalarınca açılan 2500’den fazla davada sanık konumundaydı. Kamu avukatlarının ve özel avukatların, ilaç şirketlerini bu güçlü ilaçların pazarlanmasındaki ve bağımlılık yapıcı özellikleri hakkında halkı yanıltmadaki rollerinden sorumlu tutmaya çalıştığı devasa bir davaya sürüklenmişlerdi. Buna benzer bir olay daha önce de yaşanmış, tütün şirketleri sigaranın sağlık risklerini bile bile önemsiz gösterme politikalarından ötürü hesap vermek zorunda bırakılmıştı. Şirket yöneticileri Kongre karşısına çıkmış13 ve 1998 yılında sektör 206 milyar dolarlık tarihi anlaşmayı kabul etmişti. White’ın görevi, Sackler Ailesi’ne ve Purdue’ya böyle bir fatura kesilmesini önlemeye çalışmaktı. Purdue’ya dava açarak Kathe’yi ve Sackler Ailesi’nin diğer yedi ferdini sanık gösteren New York başsavcısı, yasal bir şikâyette OxyContin’in “opioid salgınının anakökü”14 olduğunu savunuyordu. Amerikalı doktorların ağrı kesici reçetelerindeki değişimin öncüsü kabul edilen bu ilaç, yıkıcı sonuçlar doğurmuştu. Sackler’lara dava açan isimlerden Massachusetts başsavcısı da “opioid salgınının büyük bir bölümüne tek bir ailenin yaptığı seçimlerin15 sebebiyet verdiğini” öne sürmüştü. White ise aynı fikri paylaşmıyordu.16 Sackler’lara dava açanların, müvekkillerini günah keçisi ilan etmek için gerçekleri çarpıttığını öne sürmüştü. Suçları neydi? Tek yaptıkları, Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylanmış tamamen yasal bir ilacı satmaktı. White tüm bu maskaralığın “mahkemede birbirini suçlama yarışına” girişmek anlamına geldiğini savunuyor, opioid salgını “müvekkillerimin veya Purdue’nun yarattığı bir kriz değildir” görüşünde ısrar ediyordu. Ancak o gün ifade alınırken hiçbir şey söylememişti. Kendini tanıttıktan sonra (“Dr. Sackler adına Debevoise & Plimpton’dan Mary Jo White”) sakince oturmuş ve diğer meslektaşlarının araya girip itirazlarla Hanly’nin sözünü kesmesini dinlememişti bile. Orada bulunma amacı gürültü çıkarmaktan ziyade kınındaki tabanca gibi sessizce bekleyip Kathe’nin yanında durmaktı. Üstelik White ve ekibi, müvekkillerini iyi eğitmişti. White hukukun “işin özüne inmesi” konusunda ne derse desin, müvekkiliniz sorgu sandalyesinde otururken bütün mesele işin özünden kaçınmaktır. “Dr. Sackler, Purdue’nun opioid krizinde herhangi bir sorumluluğu var mı?” diye sormuştu Hanly. Avukatlardan biri, “İtiraz ediyorum!” diyerek araya girmişti. “İtiraz ediyorum!” diye söze karışmıştı bir diğeri de. “Purdue’nun yasal bir sorumluluğu olduğuna inanmıyorum,” diye yanıtlamıştı Kathe. Ben onu sormadım, diye belirtmişti Hanly. “Purdue’nun tavrının opioid salgınına yol açıp açmadığını öğrenmek istiyorum.” “İtiraz ediyorum!” “Bence burada farklı koşulların, toplumsal sorunların, tıbbi meselelerin ve ülke çapında çeşitli eyaletlerdeki mevzuat boşluklarının kesiştiği çok karmaşık bir dizi etken mevcut,” demişti Kathe. “Çok ama çok karmaşık bir mesele bu.” Sonrasında Kathe Sackler şaşırtıcı bir şey yapmıştı. OxyContin’in karanlık mirasından ötürü, ilaçla arasına mesafe koyması elbette bekleniyordu. Ancak sorgu sırasında Hanly’nin sorgusunun temel dayanak noktasını kabul etmemişti. Sackler’ların utanacak ya da özür dileyecek hiçbir şeyi olmadığını savunmuştu, çünkü OxyContin’de hiçbir sorun yoktu ona kalırsa. “Çok güzel bir ilaç, ayrıca gayet etkili ve güvenli,” demişti. Milyarlarca dolarlık bir davada ifade veren bir şirket yetkilisinin savunmaya geçmesi normaldi elbette. Ama bu öyle bir şey değildi. Bunun adı gururdu. İşin aslı, OxyContin “fikrini” bulduğu için övgüyü hak ettiğini söylemişti. Onu suçlayanlar OxyContin’in modern tarihteki en ölümcül kamu sağlığı krizlerinden birinin anakökü olduğunu iddia ederken Kathe Sackler gururla çıkıp OxyContin’in anakökünün bizzat kendisi olduğunu söylüyordu. “Yüz binlerce Amerikalının OxyContin bağımlısına dönüştüğünün farkında mısınız?” diye sormuştu Hanly. “İtiraz ediyorum!” diye atlamıştı iki avukat birden. Kathe duraksamıştı. “Basit bir soru sordum,” demişti Hanly. “Evet ya da hayır.” “Bunun yanıtını bilmiyorum,” demişti Kathe. Sorgusunun bir yerinde, Hanly şu an oturdukları konferans salonundan birkaç blok ötedeki Doğu 62. Sokak’ta bulunan binayı sormuştu. “Aslında iki bina var,” diye düzeltmişti Kathe. “Dışarıdan bakınca iki ayrı adres gibi görünseler de içeriden birbirlerine bağlılar. Dolayısıyla tek sayılırlar.” Bahsedilen yapılar, Central Park’ın yanı başındaki nadide bir mahallede yer alan iki güzel sıraevdi. Birbirine bitişik bu kireçtaşı evler, gıptayla bakılan ve geçmişe dair hayalleri canlandıran, zamansız New York binalarındandı. “Burası ofis niyetine kullanılıyor,” demişti Kathe ve aniden hatasını fark edip eklemişti: “Yani kullanılıyordu… Aslen babamın ve amcamın ofisiydi.” “Aslında başlangıçta üç kardeşin ofisiydi,” diye açıklama getirmişti: “Arthur, Mortimer ve Raymond.” Mortimer, Kathe’nin babasıydı. Üçü de doktordu, “Sackler kardeşler girişimciliğe çok meraklıydı,” diye devam etmişti. Yaşamlarının ve kuracakları hanedanın efsanesi, aynı zamanda bir asırlık Amerikan kapitalizminin de hikâyesiydi. Üç kardeş 1950’li yıllarda Purdue Frederick’i satın almıştı. “İlk başta çok daha küçük bir şirketti,” demişti Kathe. “Ufak bir aile işletmesiydi.”

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Ekonomi İş Dünyası
  • Kitap AdıAcı İmparatorluğu: Sackler Hanedanı’nın Gizli Tarihi
  • Sayfa Sayısı632
  • YazarPatrick Radden Keefe
  • ISBN9786051983608
  • Boyutlar, Kapak15 x 23 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDomingo Yayınevi / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur