Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Terkediş
Terkediş

Terkediş

Abdulrazak Gurnah

Terkediş, modern dünya edebiyatında sömürgecilik sonrası dönemde yazılmış en parlak romanlardan biri. Terkediş, kolonyalizmin bireysel ve siyasal düzlemdeki sonuçlarını üç neslin birbirine örülmüş hikâyeleri…

Terkediş, modern dünya edebiyatında sömürgecilik sonrası dönemde yazılmış en parlak romanlardan biri.

Terkediş, kolonyalizmin bireysel ve siyasal düzlemdeki sonuçlarını üç neslin birbirine örülmüş hikâyeleri üzerinden anlatan bir insanlık epiği. Gurnah, Terkediş’te uygarlığın eşiğinde ufalanan bir ülkeyi, ülkeden göçenlerin yakasını bırakmayan suçluluk duygusunu, yurtsuzluğu, kalanların üzerine çöken karanlığı, din ve geleneğin şaşmaz bir süreklilikle muhafaza ettiği değerleri ve yok ettiği aşkları anlatmakta. 1899’da çölde yolunu kaybeden ve yaralı halde Doğu Afrika sahilindeki bir şehre varan İngiliz seyyah Martin Pearce, bölge esnafından Hasanali’nin ve güzeller güzeli kardeşi Rehana’nın yardımıyla hayata döner. Pearce ile Rehana’nın hikâyesini üç kuşağın ortak yazgısına bağlayan Gurnah, nesnel ve sahici anlatısı ile etnik-ulusal kimliklerin ötesinde bir kimliğin mümkün olduğu yeni bir edebiyatın ve dünyanın habercisi.

“Gurnah, Terkediş’te çöküşü yeni bir şafağa dönüştürmeyi başarıyor.”
Adam-Mars Jones

*

Birinci Kısım

I

Hasanali

Onu ilk görüşünün ardında bir hikâye yatıyordu. Aslında birden fazla hikâye vardı ama ayrıntıları zamanla, tekrarlana tekrarlana birbirinin içine geçip tek bir hikâyeye dönüşmüştü. Hepsinde de şafak vakti bir masalın içinden doğmuş gibi belirmişti. Birinde, dimdik bir gölgeydi; o tuhaf su altı aydınlığında öylesine ağır hareket ediyordu ki fark ettirmeden, usul usul, kader gibi yaklaşıyordu. Bir başka hikâyede ise hiç yerinden kımıldamamıştı, en ufak bir kıpırtı ya da titreme yoktu; şehrin kıyısında, gri gözleri parıl parıl bir karaltı, birinin ortaya çıkmasını, birinin kaçınılmaz bir tesadüf eseri onu bulmasını öylece bekliyordu. Sonra biri buldu onu, o da kimsenin o sırada tahmin edemeyeceği olaylara yol açmak üzere bu kişiye doğru kendini bıraktı. Başka biri, gecenin derin karanlığında görülmeden evvel onu duyduğunu, bir söylenceden fırlamış bir hayvan gibi yalvaran, can çekişen iniltisini işittiğini iddia etti. Anlatılan hikâyelerin hepsi bu kişinin ortaya çıkışının tuhaflığına dikkat çektiği için aralarında gerçek anlamda bir uyuşmazlık olmasa da kesin olan tek şey bu adamı Hasanali’nin bulmuş olmasıydı, ya da o Hasanali’yi bulmuştu.

Her şeyde olduğu gibi, bu kişinin de şehre gelmesinde talihin rolü vardı, fakat talih tesadüf değildir, en umulmadık hadiseler bile aslında bir tasarının parçasıdır. Nitekim onu Hasanali’nin bulmuş olmasının yalnızca tesadüfle açıklanamayacağını gösteren birtakım sonuçları olmuştu. O zamanlar bu muhitte sabah en erken uyanan kişi daima Hasanali’ydi. Caminin kapı ve pencerelerini açmak için şafak sökmeden kalkardı. Sonra, sesini önündeki meydanın her köşesinden duyulacak şekilde ayarlayarak insanları namaza kalkmaları için uyandırırdı. Salla, salla. Bazen rüzgâr, civardaki camilerden insanları uyanmaları için azarlarcasına seslenen diğer görevlilerin benzer çağrılarını buralara kadar taşırdı. Es-salatu hayrun mine’n nevm. Namaz uykudan hayırlıdır. Hasanali günahkârların, bu çağrıdan duydukları rahatsızlıktan ötürü hırçın bir hareketle yataklarında döndüklerini, kendilerini daha erdemli sayarak için için öfkeli bir tatmin hissettiklerini düşündü. Ezanı tamamladığında, caminin basamaklarındaki toz ve kumu casuarina ağacının yumuşak, gür dallarından biriyle süpürürdü, bu ağaçtan yapılmış süpürgenin sessiz hamaratlığı ona derin bir haz verirdi.

Camiyi açma, merdivenleri temizleme, namaza çağırma işini üstlenmesinin ardında kendine göre nedenleri vardı. Birinin erken kalkması, camiyi açması ve sabah ezanını okuması gerekiyordu, bunu kendi nedenlerince yapmaya gönüllü biri her zaman olurdu. Bu kişi hasta olduğunda ya da bu mesuliyetten yorulduğunda, yerini alabilecek bir başkası hep bulunurdu. Hasanali’den önce bu işi yürüten kişi Şerif Mdogo’ydu, iki sene önce kaskazi1 sırasında öyle bir hummaya yakalanmıştı ki halen iyileşmemişti. Hasanali’nin sabah ezanını okuma vazifesini üstlenmek istemesi, kendisine öyle gelmese de aslında biraz şaşırtıcıydı. Bu iş için pek hevesli değildi, her gün şafak vakti şevkle uyanıp ahaliyi uyanmaya zorlaması gerekiyordu. Şerif Mdogo’nun tabiatı buna uygundu, insanları uykusundan gönül rahatlığıyla, paldır küldür uyandırmakta bir sakınca görmezdi. Ayrıca Hasanali yaradılıştan her şeyi kendine dert eden biriydi ya da belki yaşadıkları onu böyle kaygılı ve tedbirli bir insana dönüştürmüştü. Gün doğmamış, gece henüz bitmemişken yapılan bu rutin iş asabını bozuyor, gecelerine korku salıyor, ıssız sokakların karanlığından, bir an görünüp kaybolan gölgelerinden ürküyordu. Fakat bunlar aynı zamanda onu bu işi, tevekkülle, bir kefaret gibi üstlenmesine sebep olan gerekçelerdi. Karısı Malika’yla evlendiğinde, yani bu gölgenin belirmesinden iki sene önce üstlenmişti bu görevi. Bunun karşılığında evliliğinin yolunda gitmesini ve kız kardeşinin acısının dinmesini diliyordu.

Cami, dükkânın tam karşısındaki meydandaydı, Hasanali’nin kısa bir yürüyüşle hemen varabileceği kadar yakındı fakat sabah ezanını okumaya başladığından beri bu işi kendinden önceki müezzin Şerif Mdogo gibi yapmak zorunda hissetmişti kendini, bu yüzden onun yaptığı gibi civardaki dar sokaklardan geçiyor, uyuyanları yatak odalarının pencerelerinden içeriye sesini ulaştıracak şekilde bağırarak uyandırmaya çalışıyordu. İblislerin gölgeler içinde pusuda beklediği çukurları ve mağaraları görmeyeceği bir güzergâh seçmişti kendine, fakat yine de uykudaki dini bütün ahaliyi uyanmaya teşvik ederek yürürken, hayaletimsi varlıkların kutsal kelimelerinin marifetiyle sokakların en karanlık köşelerine doğru kaçıştığını görür gibi oluyordu. Sokağı dönerken bir canavar pençesi ilişiyordu gözüne, ensesinde yavaşça soluk alıp veren huzursuz ruhlar, yeraltı yaratıkları bir an belirip o daha ne olduklarını anlayamadan kayboluyorlardı, öylesine gerçek geliyordu ki bu gördükleri şafak vaktinin serinliğine rağmen ter içinde kalıyordu. Bir sabah, karanlık sokakların daralan bir geçidin duvarları gibi üstüne çöktüğü, korkudan kan ter içinde kaldığı turunu tamamlamaya çalışırken kolunda bir serinlik hissetmiş, o sırada göz ucuyla kara bir kanadın gölgesini görür gibi olmuştu. Koşmaya başlamış, fakat sonra bu işkenceye bir son verip bir an önce ezanı okumak için meydanın karşısındaki camiye sığınmıştı. İmam ona caminin basamaklarından çağrıda bulunmasının yeterli olacağını söylemesine rağmen o telafi amacıyla basamakları süpürme işini de günlük vazifeleri arasına eklemişti, çünkü imam ona Şerif Mdogo’nun görevlerini büyük bir şevk ve gayretle yerine getirdiğini söylemişti.

Hasanali meydandan geçerken karşıdan bir gölgenin kendisine doğru yaklaştığını bu şafak vakti gördü. Tahmin edilebileceği gibi gözlerini kırpıştırdı ve dehşetle yutkundu. Dünya ölülerle kaynıyordu, günün bu vaktini mesken tutmuşlardı. Sesi ölgünleşti, kutsal kelimeleri ağzında kurudu, eli ayağı çözüldü. Hasanali gün ağarmaya başladıkça gölgenin usulca yaklaştığını gözlerinin sönük, hissiz bir ışıkla parladığını gördü. Bu anı daha önce kâbuslarında yaşamıştı, arkasını döner dönmez bu ifritin onu yutacağını biliyordu. Camide olsaydı kendini güvende hissedecekti, çünkü bu kutsal yere hiçbir kötülük ulaşamazdı; fakat o sırada epeyce uzaktaydı ve kapıları da henüz açmamıştı. En sonunda paniğe kapılıp gözlerini yumdu, Tanrı’nın onu bağışlaması için yalvardı ve dizlerinin üzerine çöktü. Yaklaşan şeye teslim oldu.

Gözlerini, karabasandan saklanmak için üstüne sıkı sıkı çektiği örtüyü hafifçe kaldırıp bakar gibi tekrar araladığında gölgenin biraz ötede dizlerinin üzerinde kendi yanına doğru yere yığıldığını gördü. Şimdi hava aydınlanırken bunun bir ifrit ya da heyula değil, yalnızca birkaç adım ötesinde soluk benizli, gri gözleri bitkince ona bakan bir adam olduğunu fark etti. “Suphanallah, sen de kimsin? İnsan mısın yoksa cin mi?” diye sordu Hasanali emin olmak için. Adam birden inildeyerek iç çekti ve emin bir şekilde insan olduğunu bildirdi.

Şehre vardığında bu haldeydi işte, yolunu kaybetmiş, bitap düşmüş, suratı ve kolları yara bere içinde kalmıştı. Soluk alıp almadığını görmek için yere eğildi, nefesinin ılıklığını avucunda hissedince akıllıca bir şey yapmış gibi kendi kendine gülümsedi. Elini adamın gözlerinin önünde aşağı yukarı hareket ettirdi ama adam gözleri açık olmasına rağmen sabit bakıyordu. Gözlerini kırpsaydı keşke diye geçirdi içinden. Bulaştığı bu sıkıntılı duruma kuşkuyla bakarak yavaşça doğruldu, yardım çağırmaya koyulmadan bir an durup önünde inildeyen yığına baktı. Artık şafak sökmüştü. Sabah ezanının okunması gereken vakit süratle geçiyordu –çok kısa bir zaman kalmıştı– ve Hasanali vazifesini yerine getirememişti. Her gün ibadetlerini aksatmadan yerine getiren erkencilerin uyanıp sabah namazını kaçırdıklarını fark edince ona öfkeleneceğinden korktu. İbadetlerini aksatmayan bu kişilerin çoğu emrihak vaki olduğunda amellerini temiz tutmak ve vecibelerini günü gününe yerine getirmiş olmak için çabalayan yaşlılardı. Fakat Hasanali bu kişilerin artık pek de rahat uyuyamadıklarını, gece boyunca dönüp durduklarını ve bu azaptan kurtulmak için sabah ezanını zor ettiklerini de hatırlamıştı muhtemelen. Müezzin olarak görevini aksattığı için endişeyle yardım çağırmak üzere yola koyulduğunda, bu ihtiyarların bir kısmı ezanın o sabah neden okunmadığını anlamak için evlerinden çıkmıştı bile. Hatta bazıları Hasanali’nin hastalanmış olabileceğini ya da gece başına bir şey geldiğini düşünmüştü. Böylece adamın ilk ortaya çıkışına şahit olmuşlar, caminin önündeki açıklıkta bir gölge gibi düşmüş şaşkın bedeninin etrafında toplanmaya başlamışlardı.

Hasanali kahvenin kapısının önünde karşılıklı kıvrılmış uyku sersemi iki delikanlı gördü. Kahvede çalışan, günlük koşuşturma başlamadan önce uykularının son demlerine sarılmış bu gençler Hasanali’nin sarsıp uyandırmasıyla hemen toparlanıp yardıma koştular. O zamanlar herkes birbirine yardım etmekten hoşlanırdı. Giderek uzayan adımlarla kurumlu kurumlu yürüyen Hasanali ve alelacele peşinden sürüklediği delikanlılar olay yerine vardıklarında yaşını başını almış üç adamın, Hamza, Ali Kipara ve Jumaane’in yerdeki adama inceleyen gözlerle baktığını gördüler. Bu üçü sabah namazında daima imamın hemen arkasında saf tutan sadık müminlerdi, sabahları kahveye en erken onlar gelirdi. Gençlik yılları bir hayli geride kalmış, yaşamları boyunca emek verdikleri uğraşlarının kusursuz olduğunun düşünülmesini bekleyen, yanlarından geçip giden dünyayı dikkatle gözetleyen tecrübeli kişilerdi. Kendileriyle ilgili bir konu olmadığı sürece olaylar karşısında kıllarını kıpırdatmazlardı, yaşlarının böyle davranmaları için müsait olduğunu düşünürlerdi. Aslında yaşını başını almış üç adam denemezdi onlara, çünkü herkes kim olduklarını biliyordu, yalnızca yaşları ve konumları gereği yaşlılardı ve saygınlıklarının bir parçasını artık güçten düşmüş olmalarından alıyorlardı, taviz vermez görünmeleri de belki kendilerinden bekleneni yerine getirme çabasıydı. Sonuç olarak bir nedenle şimdi orada dikilmişlerdi, Hasanali, gençlerle yanlarına yetiştiğinde adamla ilgilenmiyor gibi davranıp günlük şeylerden konuşarak laflıyorlardı. Hasanali camiyi açtı, gençler ölüleri yıkamak için kullanılan halatlarla örülmüş sedyeyi getirip adamı üzerine yerleştirdi.

Birden Hasanali ile Hamza arasında hasta adamı nereye taşımaları gerektiği konusunda bir tartışma çıktı. Hamza yaşına rağmen heybetli bir adamdı; sert çizgilerle yarılmış alnı, kırlaşmış başına buyruk sakalları ve dik bakışları yüzüne sert bir anlatım veriyordu. Uzun yıllar susam ticaretiyle uğraşarak bir servet edinmişti, hâlâ da varlıklıydı. Oğulları  Mombasa’daki mezbahalarından kazandıklarını ona yolluyordu. Kendisine karşı saygıyla karışık bir tür korku duyulmasından hoşlanıyordu, önemsiz olaylarda bile görüşlerinin alınmasını beklerdi. O civarlarda görevli bir jamadar2 gibi muamele görmek istiyordu. Ali Kipara parlak dönemlerinde sepet örer, Jumaane ise evlere boya badana yapardı dolayısıyla jamadar Hamza’nın yanında konumlarını biliyorlardı ve durum icap ettirdiğinde buna uygun davranıyorlardı. Hamza hırçın bir tutumla yardıma gelenlerin kendisini takip etmesini isteyerek oradan ayrıldı. Yerdeki bitkin adama karşı insanlık vazifesini yerine getirmek, onu bulan ve bu nedenle ona bakmak ve iyileşene kadar ağırlamak durumunda olan Hasanali’ye düşmüştü. Hamza da bunu herkes gibi biliyordu, orada bulunmasının nedeni belki de zengin bir kişi olarak lütufkârlığını herkese göstermekti.

Zaten herkes, yakın ahbapları bile, Hamza’nın bu hareketini nazikçe görmezden geldi ve yerdeki adam beklendiği gibi halatlarla örülmüş sedye üzerinde Hasanali’nin dükkânına taşındı. Dükkânın bahçeye ve aynı zamanda eve açılan kapısı sedyenin geçemeyeceği kadar dardı, bu yüzden iki genç, adamı kaldırıp bahçedeki sazlardan örülmüş tentenin altındaki kilimin üzerine yerleştirdi.

Sadık mümin üçlüsü de etrafa hızlıca göz atarak bahçede kendilerine yer açtı. Görülecek pek bir şey yoktu bahçede ama buraya ilk gelişleri olduğu için böyle kritik bir anda bile meraklarına yenik düşmüşlerdi. Burası geniş bir bahçeydi, eve paralel uzanıyordu. Saksılarda çiçekler, iç kapının iki yanında dışarıya bakan iki perdeli pencereler, çamaşırların yıkandığı asfalt platform, yemek pişirmek için seredani3 ve bir köşesinde abdesthane, diğerinde erzak odası olan sıradan bir bahçeydi. Yeni boyanmış kireç badanalı duvarlar, kırmızı güller, çiçek açmış lavantalar, gür dikenli sarısabır ve saksı çiçeklerinin zenginliği gözlerini almıştı.

Bu altı kişilik kalabalık, olayın aslının bu olmasına şaşırmış gibi bir dakika kadar sessizce adamın etrafında durdu. Sonra, bu anlık duraksamanın ardından bir sonraki adımın ne olması gerektiğine ilişkin her kafadan bir ses çıkmaya başladı, hepsi bir şey yapmak istiyordu. “Şifacı Mamake Zaituni’yi çağırmamız gerekir. Birinin de çıkıkçıyı getirmesi lazım. Bence biri hemen imama haber versin bulaşıcı hastalık ya da başka illetlere karşı bir dua etmesi iyi olur.” Bunu söyleyen Hamza’ydı, her zamanki gibi abartılı gösteriler peşindeydi. Hasanali önerileri karşı çıkmadan dinleyip başını salladı ve bu küçük topluluğa kapıya kadar eşlik etti. Kimse gitmek istemiyordu fakat başka seçenekleri yoktu. Zaten bu sızlanan adamın durumu nedeniyle evinin mahremiyetini bozmuşlardı, dolayısıyla Hasanali’nin kollarını iki yana açıp onları bahçe kapısına doğru yönlendirmesi gitmeleri gerektiğini anlamaları için yeterli olmuştu.

“Hepinize teşekkürler, sağolun. Mamake Zaituni’ye de haber verir misiniz?” diye sordu komşularına biraz daha borçlanarak.

“Hiç merak etme,” diye yanıtladı tüccar Hamza mağrur bir sesle, elindeki asayı delikanlılardan birine doğru sallayarak “yürüsene, ne duruyorsun, birinin hayatı söz konusu burada,” dedi.

Herkes giderayak bir uyarıda bulunuyordu, “Mamake Zaituni gelene kadar sakın dokunma ona.” “Yok dokunmayacağım.” “Çıkıkçı gelene kadar yerinden kıpırdatmayasın adamı.” “Bir şeye ihtiyacın olursa – arayacağım.” Hasanali bahçe kapısını sürgülemeden kapadı –misafirlerine çok da kaba görünmek istemedi– ve tentenin altındaki kilime yerleştirdikleri adama döndü. Birden onunla baş başa kalınca sanki vahşi bir hayvana fazla yaklaşmış gibi tedirgin hissetti, temkinli olma ihtiyacı duydu. Kimdi bu adam? Yabanda yalnız başına ne işi vardı? Sokakta yere yığılmış haldeyken ona sen de kimsin dediğini hatırladı. Eve girerlerken çıkardıkları gürültü karısı ve kız kardeşini uyandırmış olmalıydı, şu an muhtemelen neler olup bittiğini anlamak için pencerenin perdesinin arkasında dikilmiş dışarı çıkmayı bekliyorlardı. Hasanali bir an tanımadıkları bu hasta adamı eve getirmekle ahmakça bir şey yaptığından korktu, göğsünün sıkıştığını hissetti.

Adama bakarken olanlara hayret eder gibi gülümsüyordu. Yabanda yaralanmış bu yabancının bahçelerindeki kilim üzerinde ne işi vardı? Neden kanatlı bir at ya da konuşan bir güvercin çıkmamıştı ki karşısına. Onların başına bu tip şeyler gelmezdi. Adamın gölgesini görüp korkunç bir hortlak zannettiğinde duyduğu dehşeti hatırladı. Pek çok şey korkutabiliyordu onu, bu yetişkin adamı. Bazen hayatı öyle üstüne çökerdi ki her yanda gölgeler görürdü. Karanlıkla aydınlık arasına sıkışmış, gerçek dünya ile yaşayan ölülerin âlemi arasındaki o vakitte insanı her türlü musibet bulabilirdi fakat kendini o şekilde yere atmasaydı daha iyi olurdu sanki, o sırada gördüğü şey bir hayalet olsaydı ruhunu ele geçirmeden önce dönüp o haline gülerdi herhalde. Hasanali ayağının dibindeki adamdan çok kendi budalaca ürkekliğine gülüyordu aslında. Çünkü karşısındaki hayalet falan değildi ayrıca herhangi bir insandan daha korkunç görünmüyordu. Yüzü soluktu, kırlaşmaya başlamış sakalı dağınık, biçimsiz görünüyordu. Gözleri halen açıktı ama görmüyor gibiydi, Hasanali adamın yüzüne bakarken yorgunluktan kızarmış gözlerini bir an kırpıştırdığını sandı. Yavaşça, kesik kesik soluk alıyordu, geriden bir inilti duyuluyordu. Dikenli çalılar kollarını yara bere içinde bırakmıştı. Sandaletleri iyice yıpranmıştı, pantolonunun üzerine giydiği pamuklu uzun gömlek toz toprak içindeydi. Yırtılmış sonra da  yamanmıştı, ter izlerinden yol yol olmuştu ve leke içindeydi, muhtemelen başladığı noktada değil de yürürken olmuştu bunlar. Yoksa kimse bu paçavralarla yola çıkmazdı. Sandaletlerini, kahverengi gömleğinin yırtılan parçalarıyla ortadan kemer gibi bağlamıştı. Başka bir parçayı da alnına tutturmuştu. Hasanali adamın bu melodramatik kılığına, çölde kaybolmuş bir gezgin ya da bir savaşçı tipini tıpatıp karşılayan haline güldü. Bu düşünce karnındaki ağrıyı biraz hafifletmişti. Yoksa bilmeden evdeki herkesi öldürecek bir eşkıya ya da haydut mu getirmişti eve? Ama hayır, öyle olamazdı çünkü bu adam zaten yarı ölü gibiydi; belki de o eşkıyaların saldırısına uğramıştı.

“Kim bu adam?” diye sordu kız kardeşi Rehana arkadan seslenerek. Hasanali etrafına bakındı, “Yaralanmış,” dedi, gülümsediğini fark etti, hâlâ biraz heyecanlıydı.

Rehana sol koluyla perdeyi aralamış, kapının yanında duruyordu. Hasanali onun yeni uyandığını sersemlemiş, ağır bakışlarından, çatallaşmış sesinden anladı. İleri doğru birkaç adım atarak durumu anlamaya çalışır gibi adama baktı. Gözleri açıktı, alacakaranlıkta denizin içindeki çakıl taşları gibi parlıyordu. Hasanali adamın gözlerini kırpıştırdığından bu kez emin oldu, çatlamış dudakları aralanmış, inildiyordu. Rehana hemen geri çekildi, bu kısa sürede içini nasıl acı bir umudun doldurduğunu Hasanali hayal bile edemezdi.

“Eve kimi getirdiğinin farkında mısın kıymetli efendimiz?” diye sordu her zamanki alaycı tonuyla. Hasanali gönülsüzce geri çekildi, ürkmüştü, gün böyle başlayınca uzun sürer, aşağılanma dozu artarak devam ederdi. Kendini hazırlamak için gözlerini bir saniyeliğine sıkıca yumdu. Ona dönerek “Adam yaralı,” dedi. Dudak büküp çenesini kenetledi Rehana. Hasanali bedeninin öfkeyle gerildiğini hissetti. Rehana’nın gücendiğini belirten bir ifadeyle çenesini bir kademe kaldırdığını gördü, gerildiğini anladığını fark etti. Rehana’nın öfkeli çıkışına rağmen gözlerindeki kederi ayrımsayınca yüzündeki gergin ifade çözülüverdi. Belki de uykusu bölündüğü için öfkelenmişti. Sabahları erken uyanmaktan hoşlanmazdı. Fakat ayağının dibinde külçe gibi yığılmış bir adam duruyordu, belki de ölmek üzereydi, böyle bir durumda bile uykusunu düşünebiliyordu. Tam o sırada karısı Malika arkadan, Rehana’nın sağ omuzunun üzerinden başını uzatıp adamın yüzündeki acı ifadeyi görünce nutku tutuldu, açık kalan ağzını hemen sevimli bir el hareketiyle kapadı. Karısının iyiliği karşısında Hasanali’nin içi sevgiyle doldu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Dottie ~ Abdulrazak GurnahDottie

    Dottie

    Abdulrazak Gurnah

    Dottie, İngiltere’de yaşayan siyah bir kadının engelleri bir bir aşarak kendi yolunu çizmesinin romanı. Annesinin ölümünün ardından, daha on yedi yaşında olan Dottie, kardeşleri...

  2. Deniz Kenarında ~ Abdulrazak GurnahDeniz Kenarında

    Deniz Kenarında

    Abdulrazak Gurnah

    Deniz Kenarında göç deneyiminin yol açtığı kimlik karmaşası, aidiyet sorunu ve kültürel etkileşim üzerine sarsıcı bir roman. Ülkesinden sahte bir pasaportla kaçıp İngiltere’ye sığınma...

  3. Kumdan Yürek ~ Abdulrazak GurnahKumdan Yürek

    Kumdan Yürek

    Abdulrazak Gurnah

    Kumdan Yürek, 1960’ların Zanzibarı’ndan 1990’ların Londrası’na uzanan yürek parçalayıcı bir sürgün, göç ve ihanet hikâyesi. Anne-babasının geleneksel Zanzibar toplumunda ayrı olmalarına anlam veremeyen Salim,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ev, Kadınlar, Seks. ~ Margit SchreinerEv, Kadınlar, Seks.

    Ev, Kadınlar, Seks.

    Margit Schreiner

    Ev, Kadınlar, Seks. Yirmi yıllık evlilikten sonra Resi –Marie Thérèse olan daha şık çift adını kullanmakta ısrarcıdır artık– oğlunu da yanına alarak kocası Franz’ı...

  2. Watson Ailesi ~ Jane AustenWatson Ailesi

    Watson Ailesi

    Jane Austen

    Jane Austen’ın 1803’te yazmaya başlayıp tamamlayamadığı romanı Watson Ailesi yazarın daha sonra kaleme aldığı diğer eserlerine bir girizgâh niteliği taşıyor. Kıvrak zekâsının ürünü müthiş ironisiyle, İngiliz...

  3. Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap ~ John FlanaganGölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap

    Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap

    John Flanagan

    John Flanagan, şimdiye dek yayımlanan on Gölgelerin Efendisi kitabında unutulmaz maceralar kaleme aldı. Bu maceraların yanı sıra detaylı anlatmadığı pek çok olaya da değindi....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur