OYUN YENİ BAŞTAN BAŞLIYOR… TARİH YENİDEN YAZILIYOR… KURTLARLA DANS DEVAM EDİYOR… Abdülhamid’siz bir yüz yıl yaşadık. Onun yokluğunda bir imparatorluğun un ufak oluşuna ve o enkazın içinden ‘küçük Osmanlı’ diyebileceğimiz Misak-ı Milli fikrinin doğuşuna tanık olduk. Şimdi toparlanıyoruz ve yeniden küresel bir aktör olma yolundayız. Artık ufuklara bakarken kendimizden daha eminiz. Bu açılımlar döneminde bir tarih açılımı, dolayısıyla Abdülhamid açılımı kaçınılmaz. Mustafa Armağan Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2’de yine özgün belge ve bilgilere dayanarak Sultan Abdülhamid’in bugüne kadar anlatılmayan yönlerini okurlarına sunuyor. Türkiye’ye eğitimde altın çağ yaşatan, Küba’ya ajan gönderen, Singapur’a cami yaptıran, Sri Lanka’ya okul açtıran, New York’taki Webb’den Londra’daki Quilliam’a özel görevler veren, Belarusya’nın ıssız köylerinde adı hala camilerde anılan bir Abdülhamid bu… Her sayfasında şaşıracağınız bir kitap…
İçindekiler
Sunuş/9 Önsöz /13
I.ABDÜLHAMİD’İN DÜNYASI/41 Beyaz eldivenli adam / 43 Son Sultan’ın rüyası / 45 Abdülhamid’in yatak odası / 50 İdama karsı olan padişah / 57 Abdülhamid, Kur’an’ın tozuna bile saygılıydı / 61 Abdülhamid’in kurban ve kömür organizasyonları / 68 Abdülhamid hiç çek kesmiş miydi? / 72 Abdülhamid’i gören son gözler de kapandı / 79
İşte Abdülhamid’in hanımıyla yapılmış tek söyleşi / 89
II. OSMANLI’YI AYAĞA KALDIRMAK
Yurdu demir ağlarla örme projesi Abdülhamid’indir! /101 Abdülhamid devri Anadolu toprağına neler kattı? /106 ‘Söğüt barışı’nın temellerini Abdülhamid atmıştı! /111 Telefonun Osmanlı macerası /116 Deniz Müzesi de Abdülhamid zamanında açılmıştı /121 “Bave Kurdan”: Abdülhamid uğruna ayaklanan Kürtler /125
III. SINIRLARIN ÖTESİNDE
Sultan Abdülhamid’in petrol savaşı /137 İngilizler Abdülhamid’i neden sevmezdi? /142 Devrilmeseydi Balkan İttifakı’nı Abdülhamid kuracaktı /149 Abdülhamid’in Ayetullahları /154 Abdülhamid’den İran’a sınır ötesi operasyon /160
Abdülhamid, Mustafa Kemal’i hapse attırmıştı! /164
Guantanamo’da Abdülhamid sorgusu! /172
Abdülhamid’in Siyonizmle dansı /176
Abdülhamid sel felaketine uğrayan ABD’ye yardım göndermişti /191
Islamiyetin Amerika’daki ilk misyoneri /196
Abdülhamid’in bor’u kaptırmama mücadelesi / 208
IV. BİR DARBENİN ANATOMİSİ
Darbecileri ilk yargılatan Abdülhamid olmuştu / 217
Abdülhamid ve Meşrutiyetçiler / 221
Bir Abdülhamid efsanesi daha çöküyor: Reval safsatası / 240
7 Temmuz’un kanlı şifresi / 248
Meşrutiyet ile Ergenekon arasındaki Masonik hat / 253
Meşrutiyeti az daha Dadaşlar ilan edecekti / 260
Bir devrimcinin aşk mektubu / 264
Tevfik Fikret’in dinmeyen öfkesi / 272
31 Mart’ın görünmeyen yüzü / 278
V. SORULARIN AĞINDA ABDÜLHAMİD
Sansür ve hafiye teşkilatı gereksiz miydi? / 301 Düyun-u Umumiye İdaresi faydalı mı olmuştu? / 308 Abdülhamid içki içer miydi? / 315
Sultan Abdülhamid, Bediüzzaman Said Nursi’yle hiç karşılaştı mı? / 321 Abdülhamid çarşafı yasaklatmış mıydı?/ 330 Beyaz eller ve eldivenler nerede? / 335
Devletin bu sarsılış günlerinde gelip, aldığı disiplinli bir terbiye ile ülkeyi içinden, sessiz ve risksiz bir şekilde yenilemek isteyen Sultan II. Abdülhamid, bir Bismark zekâ ve plânına sahipti, fakat pençesinden mahrumdu. Pençe, aydınlar kadrosudur. Sultan Hamid, başa geçtiği zaman, kadronun gelenekçi yaşlı elemanları ile gençleri arasında bir “babalar ve çocuklar” kavgası vardı. Batının sistemli ve sürekli çalışmalarıyla babalar ve oğulların arası açılmıştı. Ve öyle bir sistem kurulmuştu ki hep de açılacaktı. Yaşlılar Devleti ayakta tutacak yetenekte değillerdi. Gençlerse, onu, hızla, korkunç bir uçurumdan aşağı atmak istiyorlardı. Sultan Hamid, bu durumda, şöyle bir programla Devleti yaşatmaya çalıştı: Yaşlı kadroyla Devleti yönetirken, genç kadroyu oyalayarak vakit kazanmak, bu arada, asıl kurtarıcı kadro alan yeni bir nesil yetiştirmek… Bismark bir sonuçtu ve memleketini seven mükemmel yetişmiş, yekpâre bir aydınlar kadrosunun başındaydı. Sultan Hamid’in elinde böyle bir genç ve dinç kadro yoktu ve bütün trajedisi bundan başlıyordu. Onun için bütün gücünü maarife verdi. Sistemi düzeltti ve mümkün olduğu kadar fazla mektep açtı. Üniversiteyi adeta yeniden kurdu. Erkek ve kız öğretmen okullarını, mülkiyeyi sağlam temeller üzerine oturttu. İşte okuma yaşına basan Âkif kendini bu maarifin içinde buldu… Avrupalılar, gittikçe kuvvetlenen ve yaralarını saran Devletin Sultan Hamid idaresinde, ileride çıkacak bir dünya savaşında, harp dışı kalırsa, sömürge olmuş bütün İslâm ülkelerini bundan en az elli yıl önce ve bin kere daha ucuza kurtaracağını ve Türk Devletinin, bu avantajla, tarihin en kudretli devirlerinden birini açacağını biliyorlardı. II. Sultan Hamid de bunu biliyordu ve bir yandan politikasıyla Devleti yaşatmaya çalışırken, öbür yandan bütün umudun üzerinde toplandığı yeni nesle eğiliyordu. O günün şartlarıyla bu nesil bilgi ve aksiyon bakımından iyi yetişti. Fakat, ne yazık ki, dışarıdaki okul, içerideki okulun bir çok istidâdını politikaya erken soktu. (…) Ve bu, Devletin temel felâketi oldu.
Sezai Karakoç
Sunuş
Bazen ecnebilerin tarihimize bizden daha iyi nüfuz ettiklerini görüp üzülmemek elde değil. Bir Yunan vatandaşı olan Michel de Grece, günün birinde Abdülhamid hakkında bir roman yazma sevdasına kapılır. Çocukluğundan beri “Canavar”, “Melun Abdul” {Abdul Damned) ve “Kızıl Sultan” masallarıyla büyüyen yazar, bu “canavar”ın dünyasını merak eder. Bunun için bir yandan okuyacak, öbür yandan da yaşamış olduğu mekânları gezip görecektir. Doğal olarak İstanbul’a gelip Yıldız Sarayı’nı gezmek ister. O da ne? Kafasındaki saray kavramı Yıldız’da tuz buz olmuştur. Bu mudur saray dedikleri? Hatta bu mudur “canavar” dedikleri adamın yaşadığı ‘korkunç’ mekânlar?
“Yıldız Sarayı’nı gezip görünce” diye anlatmıştır bir söyleşisinde, “kesinlikle Sultan Abdülhamid üzerine söylenenlerin hepsinin yalan, uydurma olduğuna inandım. Bir ‘canavar’ böyle bir saray kuramaz, böyle bir yerde asla oturamazdı. Orasına saray diyorlar, gelin görün ki burası gerçekte çok güzel bir parkın içine serpiştirilmiş küçük küçük banliyö villalarından ibaret bir yer. Abdülhamid evlere boş veriyordu, onun gerçek ihtirası çiçekler ve kuşlardı.”
Bir “canavar”ın romanını yazacağım diye başlayıp bir trajedinin kahramanını yakalar Michel de Grece. Ülkesi için umutsuz da olsa emperyalizmin dalgalarına kahramanca göğüs germeyi başaran bu yalnız adamın başkasını kolayca yılgınlığa düşürecek 30 yıllık mücadelesini Fransızca “Son Sultan” {Le derni-er Sultan) adıyla romanlaştırır. “Araştırmalarım sonunda”, der, “Abdülhamid’in propaganda gayesiyle uydurulmuş, saptırılmış ve tahrif edilmiş görüntüsü altındaki gerçeği gördüm”.
Üstelik Kraliyet ailesinden bir Yunanlı prens olan Michel de Grece gerçeği görebiliyorken, içimizdeki birileri nedense henüz uyanmış değiller. Bu ne bitmez kinmiş? Bu ne alınmaz intikammış? Yetmedi mi?
Nitekim Masonların resmi dergisi Tesviye’nin Temmuz 2008 sayısı, özel sayı yapılmış ve Meşrutiyetin 100. yılına ayrılmıştı. Abdülhamid’i takibinden kurtuluşun da yıldönümüydü. Bayram ediyorlardı.
100 yıl sonra bayram öyle mi? Abdülhamid’den kurtuluş bayramı hem de. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’nın Abdülhamid’in tahttan indirildiği yıl kurulmuş olması da ilginç. Logolarında “100. Yıl” yazması bundan. Böylece Son Sultan’ın 33 yıllık iktidarının kimler için bir karanlık dönem olduğunu biraz anlıyoruz değil mi?
Peki Abdülhamid kimdir?
1842 yılında doğmuş, 1876-1909 yıllarında hükümdarlık yapmış, tahttan indirildikten sonra yaklaşık 10 yıl bir nevi hapis hayatı yaşamış ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasına , yani parçalanmasın diye o kadar mücadele verdiği vatanının işgaline sadece aylar kala hayata gözlerini yummuş (10 Şubat 1918).
Bu fani Abdülhamid. Ve o Abdülhamid öldü.
Peki ama bir asır evvel öldüyse Masonlar örneğinde görüldüğü gibi Abdülhamid’e bu düşmanlık niyedir? Guantanamo’da onun hesabı Müslümanlardan neden sorulmaktadır? “Komitacılar” dergilerinde neden devamlı Abdülhamid’i her türlü şerrin başı olarak lanetliyorlar? O hesap niye kapanmaz?
İşte bu soruları sorduğumuz zaman farklı bir yere demirliyoruz: Fikir olarak Abdülhamid’e. Ve şimdi şöyle soruyoruz:
Abdülhamid nedir?
‘Abdülhamid kimdir?’ sorusunun cevabı iyi kötü verilmiştir de, bence henüz ‘Abdülhamid nedir?’ sorusu cevabını beklemektedir.
Benim ana tezim, Abdülhamid’in bir/îfcîrolduğudur.
O, bu milletin (burada bir ırkın değil, en geniş anlamında ümmetin) yaşama azmini, mücadele niyetini, var olma iradesini ve bunun son büyük yetkilisini temsil eder.
Bu dünyada onurlu yaşama azmini ifade eder.
Emperyalizmin envai türlüsünün başına çöreklendiği bir zamanda vakarını bozmadan mücadele etmesidir Abdülhamid’i fikir kılan şey.
Herkesin peş peşe planlar, projeler kurduğu ve çatır çatır uyguladığı vahşi bir çağda kendi planlarını, projelerini el yordamıyla da olsa geliştiren, uygulayan ve oyunları, tuzakları bozmaya dayalı karşı oyunlar oynayan küresel bir aktördür.
Ünlü filozof Tales, kulaklarımız yeterince güçlü olsaydı, dermiş, gökteki kürelerin dönüşlerindeki musiki ne ilham verici olurdu!
Kulağınızın ayarını yükseltmek elinizde değil kuşkusuz. Ancak bilgilerinizi derinleştirebilir ve bakışınızı bileyleyebilirsiniz pekala.
Biz de diyoruz ki, bakışlarımız yeterince keskin, ufkumuz yeterince geniş olsaydı, tarihimizi çok daha farklı algılayabilirdik.
Dikkat edin, Türkiye ne zaman inkişaf edecek olsa, tarihin damarları yüzünde görünmeye başlıyor. Demokrat Parti döneminde Adnan Menderes’in gayretiyle Fatih Sultan Mehmed’i keşfetmiştik, Celal Bayar’ın gayretiyle Malazgirt’i keşfetmiştik. Turgut Özal döneminde ise Yeni Osmanlılığı.
Şimdi Türkiye gelişme, serpilme, ufuklarını nicedir kapatan bulutları birer birer kaldırma çabasında. Bu aşamada eskiden dar bir alandan yüzünü gösteren tarih de bize artık ‘tam ekran’ görünebiliyor.
Kendinize biçtiğiniz rol, ufkunuzu da sınırlar.
Ve sadece biz bakmayız ufuklara.
Ufuklar da bize bakar, daha uzak bir ufku kendilerine açabilmeniz için.
Bir zamanlar Türkiye’ye biçilen role uygun bir tarih yazılmıştı. Onu okuduk durduk. Bugüne kadar iyi kötü o tarihle düşe kalka geldik.
Artık o rolün kendisi gibi o tarihin de değişmek zorunda olduğu zorlu bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Abdülhamid bugün bize 100 yıl önce yaşayanlara oranla daha yakın görünüyorsa sebebi bilin ki, budur.
Tarihin üstümüze üstümüze geldiği bir dönemden geçiyoruz ve bu dönemde Sultan Abdülhamid’i anmak, hatırlamak ve hatırlatmak, en önemlisi de bir fikir olarak anlatmak önem kazanıyor.
Asıl defterleri biz açıyoruz şimdi.
Oyun yeni baştan başlıyor.
Tarih yeniden yazılıyor.
Önsöz
1924 Şubat’ında İzmir’deyiz. Aralarında o sırada Cumhurbaşkanı seçilmiş Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Çakmak, Cevat Çobanlı Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir olmak üzere İstiklal Harbi’nin kudretli komutanları toplantı halindedir. Yakında Hilafetin kaldırılması dahil alınacak bir dizi kritik kararın arifesindeyizdir. Kitaplarımızda “Harp Oyunları” diye geçen bu toplantı dizisi sırasında ilginç bir olay dikkatimiz çeker.
General Ali Fuat Cebesoy’un anlattığına göre, Kâzım Karabekir ruh çağırma konusunda iddialı olduğunu söylemiş, diğer paşalar da buna inanmayınca davasını ispat etmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Karabekir kendisine çivisiz, sadece tutkalla imal edilmiş bir masa bulmalarını ister. Masa bulunur ve bir ruh çağrılır. Kimin ruhudur bu dersiniz? Abdülhamid’in ruhu. Bu sırada masa gidip gelmeye başlar. Anlaşılır ki, Abdülhamid’in ruhu gelmiştir. Ortam ciddileşir. Ruha çeşitli sorular sorarlar, güya dünyada yaptıklarından çok azap çekmektedir. Ardından Fevzi Çakmak’ın cüzdanında kaç lirası olduğu sorulur kendisine. Şaşırtıcı şey: Ruhun verdiği cevap 35 liradır ve Fevzi Paşa’nın cüzdanında da tam bu miktarda para çıkmıştır.
Bu olayı aktarışımın sebebi, İstiklal Savaşı’nı kazanmış ve Cumhuriyet’i yeni kurmuş olan komutanların bir ruh çağırma (ispitrizmacılık) seansında ‘Kimin ruhunu çağıralım?’ dediklerinde akıllarına gelen ilk ismin, çocukluk ve gençlik dönemlerinde başlarında yönetici olarak gördükleri Sultan II. Abdülhamid olmasıdır. Demek ki, Abdülhamid, İstiklal Savaşı’nı (ısrarla ‘Kurtuluş Savaşı’ demiyorum, zira biz esir olmadık, sadece bağımsızlığımızı yitirdik ve nihayet yeniden kazandık) yürüten ve Cumhuriyet’i kuran kadronun bilinçaltlarında hâlâ çağrılması ilk akla gelen ruh, Abdülhamid’inkidir. Ve bilinçaltından kovulması kolay olmayan inatçı ruh, merak edilmekte, gizemini korumaktadır.
Abdülhamid’in ruhu ilginç bir romanda yeniden karşımıza çıkar. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlaf ında romanın kahramanı Turgut, rüyasında Abdülhamid’i görür. Önce biraz korkarsa da, kendi kendisine “Ben Cumhuriyet çocuğuyum, neden korkacakmışım Abdülhamid’den?’ diyerek cesaret vermeye çalışır. Bir korku nesnesi olarak görülen Abdülhamid’in ‘ürkütücü bir otoritesi’ vardır. Turgut bir yandan Cumhuriyet’i savunmak isterken, öbür yandan Abdülhamid’den korkmakta, çekinmektedir. Turgut’u bir baş işaretiyle çağıran Abdülhamid, onu yanındaki sandalyeye oturtur. Abdülhamid’i sapasağlam karşısında gören Turgut, Cumhuriyetin devrimlerinden bir an kuşkuya düşer ve “Yaptığımız bütün devrimlerin aslı yok mu dersiniz?” diye sorar. Abdülhamid gayet rahat, başını geriye iterek o sarsıcı cevabı verir: “Bana kalırsa yok. Ben bütün olacakları önceden görmüştüm.” Ve ekler: “Benimle başa çıkamayacağınızı biliyordum.”
Rüyanın devamında Turgut tam Abdülhamid’e yaklaşıp elini uzattığı sırada ortalığın birden karardığını ve bir anda onun yerinde Mustafa Kemal’in durduğunu fark eder. Hayret! Şişmanlamıştır, sesi yorgundur vs. Cumhuriyet’i kurduğunu fakat Abdülhamid’in tekrar ortaya çıkmasına engel olamadığını söyler. Çaresizdir. ‘Elden ne gelir?’ gibilerinden bir hareket yapar. Turgut ise bu defa ona doğru ilerlerken ter içinde uyanır.
Romandır diye gülüp geçebilirsiniz tabii ama bazı sanatçıların da toplumsal bilinçdışını deşifre etmekteki ustalığına inanmamak olmaz. Oğuz Atay da roman kahramanına gördürdüğü rüya ile aslında Abdülhamid’in etrafımızdan hiç eksilmeyen ruhunu (hayaletini mi demeliydim!) ustaca yakalamaktadır.
Her iki alıntıdan anlaşılan, Abdülhamid’in ruhunun hem Cumhuriyeti kuran kadronun, hem de 1960’ların namuslu bir aydınının dünyasında aslında yaşamakta olduğudur. Ondan korkulur ama aynı zamanda çağrılır. Merak edilir ama çekinilir. Elini uzatmak isteyeni bir karanlık beklemektedir. “Benimle başa çıkamazsınız” der, her an yeniden gelebileceğini ima eder. Kendisinden bir pişmanlık itirafı beklenirken, öte yandan dikkati çeken nokta, bu kadar etraflarında dolaşmasına rağmen, kendisinden sonra gelenlerin onunla ciddi bir hesaplaşmaya girmekten çekinmeleridir.
Tarihin aynasındaAbdülhamid
Elimde 1924 (1340) tarihli bir ders kitabı duruyor. Üzerinde Milli Tarih yazıyor. Bir şey daha: “İlk mekteplerde tedris olunmak üzere son programlara göre yazılmış ve Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekaleti’nce kabul olunmuştur.” Alt satırdan, kitabın 3. sınıflara okutulmak üzere yazıldığını öğreniyoruz. Yazarı sonradan Menderes hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığı da yapacak olan ünlü tarihçimiz Prof. Fuat Köprülü.
9-10 yaşlarındaki ilköğretim okulu 3. sınıf öğrencisine okutulacak olan bu kitap nasıl başlıyor biliyor musunuz? Daha ilk sayfasında başlıyor eskiyi kötüleme. Arka sayfada ise “Bilseniz ne kara günlerdi, Türk milleti kan ağlıyordu” diyerek Abdülhamid dönemi karalanmaktadır. Köprülü’ye göre tarih, o kara günlerden nasıl kurtulduğumuzu bilmek ve ibret almak için öğrenilmeliymiş.
Ve sayfa 6’da hayali bir resim göze çarpıyor: Sol tarafta Abdülhamid elleri arkasında ayakta duruyor, ayaklarına kapanmış biri ve kapanmaya hazırlanan elpençe divan duran başkaları dikkat çekiyor. Alt yazıda ise şu yazılı: “İstibdad devrinin iğrenç bir timsali: İstibdad devrinin adamları zalim Abdülhamid’e tapınmaktan utanmazlardı.”
Bombardıman devam ediyor körpe zihinlere. Daha Cumhuriyetin ilk yılında 10 yaşındaki çocuklara öğretilen tarih böyle başlıyor. Ama bitmiyor. Birkaç örnek daha vermekte yarar var.
Sözünü ettiğim resmin altında ise şöyle yazıyor:
16-17 sene evvel memleketimizin başında hala istibdad belası ve Abdülhamid isminde cahil, zalim bir padişah vardı. Abdülhamid istiyordu ki, milyonlarca insan daima kendine esir etsin, kendisi Yıldız’daki sarayında zevk u safasında yaşasın. Abdülhamid bu maksatla mektepleri kapatıyor, kitapları yasak ediyor, gazeteleri çıkartmıyordu; çünkü bir memlekette cehalet olmadıkça zulüm ve istibdad da olamaz.
Abdülhamid’in zalim ve korkunç istibdad idaresinin memleketi ezip harap ettiği, uyuşturduğu, inkıraz [çöküş] uçurumuna sürüklediği muhakkaktı.
Düşünün, daha 9-10 yaşlarındaki çocuklara neredeyse alfabeden sonra ilk olarak Abdülhamid düşmanlığı öğretilmiş, ondan nefret etmek, alfabeyi öğrenmek kadar temel bir felsefe olarak körpe zihinlere aşılanmıştır. Ne zaman? Daha 1924 gibi erken bir tarihte.
Bu görüşün İttihad ve Terakki iktidarı dönemindeki öncülerini de hatırladığımızda 1940’lı yıllara, hatta zayıflayarak da olsa bugüne ulaşan Abdülhamid karşıtlığının sebebini anlamak kolaylaşacaktır. Onun için diyorum ya, Abdülhamid ve dönemi kalın bir sis tabakasıyla örtülüdür diye.
Bu bizde böyle olduğu gibi, Arap ve Balkan tarih yazımında da böyledir. Nitekim Arapların, emperyalistlerin hazırladığı ders kitaplarında alabildiğine kötülenmiş olan Osmanlı ve Abdülhamid’e bakışında 1970’li yıllardan sonra ciddi değişimler olmuş, özellikle emperyalizmin bölgedeki planları, sömürü düzeni ve İsrail’in Filistin ve Lübnanlı Müslümanlara yönelik katliamları, Abdülhamid’in vakti zamanında bölgeyi sırtlanlara kaptırmamak için nasıl yaman bir mücadele verdiğini görmelerine ve olumsuz olan kanaatlerinin olumluya dönmesine yol açmıştır.
Türkiye’de de 1940’lardan bugüne Abdülhamid imajında çarpıcı bir farklılaşma yaşanmış, belgelere dayalı yeni araştırmalar ortaya çıktıkça kendisine yapılan haksızlıklar daha iyi anlaşılmış ve Abdülhamid’in ülkeyi harap etmek bir yana, eğer onun zamanında imar edilmeseydi, Türkiye’nin bir kasabadan farksız kalacağı daha da kuvvetle vurgulanır olmuştur. Nitekim eğer o kara ve demiryolları inşa edilmemiş olsa İzmir, Ankara, Bursa, Konya, İstanbul, Halep gibi merkezler birbirinden kopuk yerleşim birimleri olarak kalacak, tarım ürünleri ülkenin bir ucundan öbürüne ulaşamayacak, modern bir ekonomi politiğin oluşması daha uzun zaman alacaktı. Keza Birinci Dünya Savaşı’nı gerçekleştirecek donanımlı ve eğitimli bir ordu, iyi yetişmiş komutanlar ve birliklerin bir cepheden öbürüne koşturulması gibi demiryolunun eseri olan müthiş bir hareketliliğin sağlanamayacağı da açıktır. Her şeyden önemlisi de, eğer Milli Mücadele İstiklal Savaşı’nda Ankara diye bir merkez edindiyse kendisine, ve Garp cephesinde zaferi kazanabildiyse bu çok büyük ölçüde demiryolunun Ankara’yı bir yandan İzmit’e, Bilecik’e, İstanbul’a, diğer yandan Konya’ya, Eskişehir’e, Afyon’a, Manisa’ya, İzmir’e, Adana’ya vs. bağlaması sayesindedir.
Bütün bunlar görülüyor, zamanla görüşler değişiyor ama bazı tohumların topraktan tam olarak temizlenmesi herhalde biraz zaman alacaktır.
Eğitimde altın çağ
Şerif Mardin Abdülhamid dönemini karmaşık bir yumağa benzeterek bizim daha bu yumağı çözmenin eşiğinde bile olmadığımızı söyler.Bu yüzden artık 1910’ların, 1920’lerin gözlüğüyle bakarak bu 33 yıllık dönemi değerlendiremeyiz, olsa olsa daha ipuçlarını yeni yakaladığımızı ve yumağı çekmeye başladığımızı söyleyebiliriz. Dolayısıyla “Abdülhamid milleti ezmek ve keyif sürmek için cahil bıraktı” gibi her tarafından cehalet akan bir yargının artık savunulacak tarafı kalmamıştır. Hakikatte II. Mahmud da dahil Tanzimat padişahları arasında Abdülhamid kadar eğitim ve öğretime önem veren ikinci bir isim yoktur. Hatta bu iddiamızı bugüne kadar da getirebiliriz, yani son 200 yıllık modernleşme tarihimizin eğitim yatırımlarını patlatan yöneticidir Abdülhamid. Eğitim tarihimizin ‘altın çağı’ bile denilebilir onun iktidarına. Belki Fatih ve Kanuni gibi bir kaç istisna haricinde bu tezi bütün Osmanlı tarihine dahi yaymamız pekala mümkündür.
Peki bu iddialı tezleri ortaya atarken neye dayanıyorum?
Elbette Faik Reşit Unat gibi tarafgir davranmak zorunda kalanların yazdıklarına değil. Uzmanların araştırmalarına.
Bu alanda ilk kayda değer çalışmayı yapan Bayram Kodaman’dan Benjamin C. Fortna ve Mehmet Ö. Alkan’a kadar titiz bir araştırmacılar kuşağı bizi Abdülhamid devri eğitimine dair yeni bilgiler ve bakış açılarıyla donattılar. Bunlardan Mehmet Alkan’ın özellikle sayısal veriler üzerinde yaptığı emek dolu çalışmayı, somut rakamlar ve istatistikler vermesi bakımından önemsiyorum.
Alkan’a göre Abdülhamid devrinin ilk 15 yılında 160 Rüşdiye (Ortaokul), 55 İdadi (Lise), 14 İptidai Darülmuallimini (İlköğretim Öğretmen Okulu), 19 Müslüman özel okulu ve 9649 modern iptidai okul (ilkokul) kurulmuştur. İlaveten 5138 adet eski tarz öğretim yapan sıbyan mektebi ilkokula dönüştürülmüştür. Bu dönemde özellikle idadi ve ilkokulların sayısındaki artış çarpıcıdır.
Bir de öğrenci sayılarına bakarsak Abdülhamid döneminin ortasındaki eğitim düzeyi hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. 1893 yılına ait bir istatistikte ülkedeki toplam öğrenci sayısı 900 bine yaklaşmıştır (896,424). Okul sayısı 29 bini geçmiş, öğretmen sayısı ise 32 bine dayanmıştır. Yine aynı istatistiğe göre taşrada 14, İstanbul’da ise biri kız olmak üzere 16 öğretmen okulu vardır. Rüşdiyelerin sayısı ise 413’tür.
Abdülhamid döneminin eğitimde nasıl bir altın çağ yaşandığını anlamak için biraz da kendisinden önceki dönemle kıyaslanması gerekir. İktidardaki 11. yılında (1887) İdadi sayısı iken, 6 yıl içinde 55’e, Meşrutiyet’ten hemen önce (1907) ise 88’e yükselmiştir. Yani 20 yıl içerisinde yaklaşık % 150’likbir artış sağlanmıştır liselerde. Bu demektir ki, her yıl yaklaşık 4 lise açılmıştır. Tanzimat’ın özellikle Rüşdiyelere yüklendiğini biliyoruz. Yine de onun döneminde 58 yeni Rüşdiye (ortaokul) açıldığını görüyoruz. Öğretmen okullarının sayısı ise aynı dönemde 4’ten 30’a çıkarılmıştır.
Öte yandan Cumhuriyet kurulduğunda tabii kaybedilen topraklardaki okullar elden çıktığı ve nüfus savaşlardan etkilendiği için okul sayılarında düşme kaçınılmazdı. Nitekim 1923 yılında 3’ü kız, 39’u erkek olmak üzere toplam 42 idadi devralmıştı Cumhuriyet yönetimi. Cumhuriyetin ilk yıllarında ilkokul sayısı 4770’e (Düşüş yarıdan fazla), öğrenci sayısı 313 bine (üçte bire) düşmüştür. Öğretmen sayısı da yaklaşık olarak aynı düşü yaşamıştır (12 bin civarındadır).7
Aynı konuda başka istatistikî veriler de Abdülhamid döneminin eğitimde bir altın çağ olduğunu doğrulamaktadır. 1895 tarihli lstatistik-i Umumi adlı yayında sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ilkokul sayısı 26 bin, öğrenci sayısı da 830 bin olarak verilmektedir. Bu, okul çağındaki öğrencilerin yaklaşık yüzde 60’ı demektir ki, hakikaten ciddi bir rakamdır o yıllar için. Cumhuriyetin başlangıcında ilkokul sayısı 4,890’a, öğrenci sayısı da 342 bine düşmüştür. Öğrencilerin okul çağındaki nüfusa oranı ise yüzde yarıdan fazla azalarak 25’e düşmüştür. 1930ların başında okul sayısı 6,598’e, öğrenci sayısı 489 bine, Atatürk’ün öldüğü sıralarda 6,700’e, öğrenci sayısı ise 765 bine yükselmiştir. Yani hala 40 yıl öncesinden aşağıda seyretmektedir. Ancak 1950-51’de 17 bin ilkokula ve 1 milyonun üzerindeki öğrenci sayısına yeniden ulaşabilmişizdir.
Sonuç olarak Cumhuriyetin okullaşma hızı, Abdülhamid döneminin seviyesine ancak 1950’lerin başında ulaşabilmiştir.
Biryabancı gözüyle Aşiret Mektebi
İleride daha ayrıntılı olarak göreceğiz ama burada Aşiret Mektebi üzerinde kısa da olsa durmak, Abdülhamid’in ufkunu ve geleceği görme yeteneğini göstermek bakımından özel bir önem taşıyor. Eğitim tarihi kitaplarında genellikle küçümsenen, boşa giden, fuzuli bir çaba olarak nitelendirilen Aşiret Mektebi, tek başına düşünce veya proje olarak bile Sultan Abdülhamid’in Osmanlı’nın geleceğine yatırım yapma arzu ve iştiyakını olduğu kadar devletin geleceğinin emanet edileceği yeni bir seçkinler grubu oluşturmaya verdiği önemi de ortaya koymaktadır.
Kendisinden önceki padişahlar enerjilerini ağırlıklı olarak devletin emanet edileceği yeni bürokrasiyi oluşturmaya sarf ediyorlardı, oysa Abdülhamid, devletin geleceğinin eğitimde yattığını görmüştü.
İleride Haydarani aşireti reisinin oğlu bize mektebin içyüzünü anlatacak nasıl olsa. İsterseniz burada İngiltere’nin Ortadoğu görevlisi olan Mark Sykes’ın hatıralarından bir aktarma yapalım. Bakalım sonraki yılların Sykes-Picot gibi gizli anlaşmalarının mimarlarından bu acar İngiliz diplomat, padişahlığı sırasında İstanbul’da İngiliz askeri ateşeliğinde bulunduğu Sultan Abdülhamid’in Aşiret Mektebi’nde şekillenen vizyonunu nasıl anlatıyor:
Öğleden sonra Osmanlı İmparatorluğunun en büyük girişimi olan bir eğitim kurumuna, Aşiret Okuluna götürüldük. Bu okul, önemini öğreniminin fevkalade mükemmel olduğundan veya öğretmenlerinin çok yetenekli olduğundan değil, kurulmasını gerektiren fikirden ve öğrencilerinin önemli bir kısmını teşkil eden çocukların gelmiş oldukları çevreden alıyordu.
Aşiret Okulu, şimdiki Padişah [Abdülhamid] tarafından, patriarkal [ataerkil] usullerle yönetilen Kürt ve Arap aşiretlerinin mümtaz [seçkin] Ağa ve Şeyh oğullarını eğitmek maksadıyla kuruldu. Fikrin cüretkârlığı ve uzun vadeli hedefi, herhangi bir Türk’e atfedilen alışılmışın ötesinde bir devlet adamlığı göstergesidir.
Aşiret Okulu yalnız Doğu Anadolu ve Irak’taki aşiretlerden değil, Libya (Trablusgarb), Yemen ve Suriye’den de öğrencileri barındırmaktadır. Bu çocuklar çöllerinden, ücra yerlerdeki köylerinden gelip 6 yıl içinde okuma yazmanın yanında dünyayı tanıyan bireyler olarak yetişirler.
Peki okulu ve öğrencileri nasıl bulmuştur Mark Sykes? Bunu da isterseniz kendi kaleminden okuyalım:
Çocuklar herhangi bir okulun gurur duyacağı çocuklardı; temiz pak giyinmişlerdi, bakışları zeki ve çehreleri farklıydı ama bağımsız davranışları birbirine benziyordu. (…) Korkusuz ve yabanıldılar ama dış dünyanın bilgisi ve sağduyusu ile teçhiz edilmişlerdi. (…) Doğu için ümit ışığı vardır ve bu ümit ışığı Batı tarzı pabuçlar giymede ve yerli Hıristiyanların kötü davranışlarını benimsemede değil, fakat kendi millî varlığının şuuruna varacak güce ve kişiliğe sahip olacak kadar bilgiyle donanmış bu cesur, yabanî ve yiğit kavimlerin kendilerinde olacaktır. (…) Belçikalı, Fransız veya İtalyan çocuklarından ne daha iyi, ne de daha kötüydüler. Neler öğrendiklerini bir tarafa bırakalım, ha önce de söylediğim gibi bu çocuklar burada kendi bireysel kimliklerini kazanıyordu.
Mark Sykes, Arap çocukların zekâ ve çalışmaya hazır olmalarından etkilenmiştir, Kürt çocukların ise yaratıcı yetenekleri bakımından arkadaşlarından üstün olduklarını gözlemlemiştir.
Abdülhamid’in rüyalarından biriydi Aşiret Mektebi. Ayrılıkçı ve milliyetçi eğilimlerin Müslüman teb’aya da bulaştığı bir dönemde ülkenin geleceğini bir arada tutacak bir çimento olarak düşünülmüştü bu okul.Din (İslamiyet) ortak paydası altında birleştirecekti Kürtlerden Arnavutlara kadar Müslümanları.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Çağlar-Dönemler Kişiler Şahsiyetler Tüm Kitaplar Türk-Osmanlı
- Kitap AdıAbdülhamid'in Kurtlarla Dansı 2
- Sayfa Sayısı336
- YazarMustafa Armağan
- ISBN9786051141343
- Boyutlar, Kapak35-210, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2010