Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Abbas Dayı Hadisesi
Abbas Dayı Hadisesi

Abbas Dayı Hadisesi

Serdar Uslu

Bir pastanede çalışan Servet, ve arkadaşları boş zamanlarında bir kulübede toplanıp birbirlerine korku hikâyeleri okumaya bayılırlar. Her şey yolunda giderken bir gün mahallede kimseyle…

Bir pastanede çalışan Servet, ve arkadaşları boş zamanlarında bir kulübede toplanıp birbirlerine korku hikâyeleri okumaya bayılırlar. Her şey yolunda giderken bir gün mahallede kimseyle konuşmayan ama bir zararı da olmayan Abbas Dayı vefat eder. Mahalle sakinleri ailesi olmayan bu adamın cenazesini düzenlerken hiddetli bir fırtına kopar. İnsanlar cenazeyi ortada bırakarak evlerine sığınırlar. Ertesi gün mezarlığa geldiklerinde ise cenaze bıraktıkları yerde yoktur.
Mahalleli kendini kötü hissedip bu konuyu bir daha konuşmaz fakat bir akşam tam da Abbas Dayı gibi giyinmiş bir silüet sokakta görünür. Bu silüet yaklarına kadar uzanan kalın paltosu ve fötr şapkası ile Abbas Dayı’dan başkası değildir.

Servet ve arkadaşları, korku hikâyelerine ara verip bu gizemin peşine düşer. Gençler hortlağın sırrını çözmeye çalışırken, kasaba sakinleri arasında bir dedikodu dolanır: Abbas, aynı anda bir değil, iki değil, üç değil, dört farklı yerde görünür ve işler sarpa sarar. Bu gizemi çözmek Servet ve arkadaşlarından başkasının görevi değildir.

*

“Bin defa söyledim hergeleye, ‘simitleri pişirmeden önce üzerlerine susam serpmeyi unutma’ diye. Şuraya bak! Susamsız simit mi olur? Bunca yıllık esnafım, daha bir gün susamsız simit satmadım. Bu çocuk kırk yıl da çalışsa kafasına bir şey girmeyecek. Tezgâhın önüne geçene kadar cin oğlu cin ama hamura elini sürdüğü an aklı başından gidiyor mendeburun.”

İhtiyar Sabri, pastanesinin içinde dört dönüyor, arada bir pencereden dışarıya göz atıyor, illaki kendi kendine söyleniyordu. Karısı Nezâket, kucağına yığdığı yün yumağından başını bir kere olsun kaldırıp bakmıyordu kocasına; onun her Allah’ın günü homurdanmasını kanıksamıştı.

“Bak! Saat onu geçti ama hâlâ geleceği yok! Dün akşam iki saat geç çıktı ya yine hesabını yapmış, alacağı olan saatleri bugünkü mesaisinden düşmüştür.”

Beklenen kişi az sonra kapıda belirince, “Neredesin sen Servet Efendi?” diye parladı Sabri, “Yine o bilmiş tavırlarınla bana mesai hesabı yapmayacaksın değil mi?”

Çocuk, kalın, kara paltosunu çıkarıp askıya astı. Nefesini avuçlarının içine üfleyerek, “Sana iki şeyin hesabını yaparım demiştim” dedi, “alacağım para ve vereceğim mesai. Bu ikisini sulandırmakta siz esnaf milletinin üstüne yoktur.”

“Simitlere neden susam serpmedin? Yine hülyalara dalıp unuttun değil mi?”

“Hiç de değil! Susam çuvalının içinde fare ölüsü gördüm. O yüzden bütün çuvalı çöpe attım.”

“Ne! Bir fare yüzünden koca çuvalı çöpe mi yuvarladın? Sen ne hakla boyundan büyük işlere karışıp depomdaki mallar hakkında hüküm veriyorsun?”

Servet, ne söylese boşa gideceğini bildiği için sessizce önlüğünü giydi; sabahın ilk ışıklarından beri yolunu gözleyen işleri görmeye koyuldu. Tezgâhın üstünde yığılı duran pastaları, börekleri vitrine dizdi, kurabiyeleri tepsilere yerleştirdi, masaların sandalyelerin tozunu aldı, dükkânı dip köşe sildi süpürdü. Ustası onun bu gayretli halini görünce pamuk helvası gibi yumuşamıştı. Çırağının vurdumduymazlığına oldum olası içerlese de titizliğini daima takdir ederdi. Tanışmaları da bu sayede olmuş; Sabri, bir gün onun sırf elindeki çöpü atmak için sokağın öbür ucundaki çöp kutusuna kadar koşturduğunu görünce aradığı titiz yardımcıyı nihayet bulduğunu anlamıştı. Bu titizlik şimdi de can evinden vurmuştu onu.

“Susamın parasını maaşından kesmem gerekir ya…” dedi, “Zaten alacağın para şimdiden kuşa dönmüş oluyor. Bir daha sözümden çıkarsan külahları değişiriz, bilmiş ol!” Olay tatlıya bağlanıp dükkân her zamanki sessizliğine bürününce, Sabri, her günkü âdeti olduğu üzere tezgâhın arkasına geçip bulmacasına gömüldü. Arada bir soruların zorluğundan yakınıyor; başı önünde, kulağı kapıdaki çıngırakta, gelene ‘merhaba’, gidene ‘güle güle’ demek dışında hiçbir işe parmağını dâhi oynatmıyordu. Nezâket ise koca bir yün sepetini kucağına koymuş, yeni başlayacağı örgü için ip beğenmekle meşguldü. Böyle olunca dükkânı çekip çevirmek de hepten Servet’e kalıyordu.

Bu durum akşama dek böyle sürüp gidecek, hava kararmaya yüz tutup sokak lambaları mahalleyi ölgün bir ışığa bürüyünce, üç kafadar, üç ayrı köşeye çekilerek evlerinin yolunu özlemeye koyulacaktı. Bu istirahat halini kesintiye uğratan tek olay Abbas Dayı’nın dükkânın önünden geçişi olurdu. O zaman bizimkiler tezgâhın ardındaki pencereden kaçamak bakışlarla bu tuhaf adamı seyreder, o sokağın ucunda kaybolana kadar da gözlerini ondan alamazlardı.

Ayak bileklerine kadar uzanan kalın, kara paltosu ve kahverengi fötr şapkasıyla Abbas Dayı sahiden de ilginç bir insandı. Şapkasının tereği fazla geniş olduğu için yüzü iyice seçilmiyor, bu da onu hepten tekinsiz hale getiriyordu. Ne zaman, hangi amaçla gelmişti mahalleye, yaşamak için neden böyle alelade bir semti seçmişti? Bilen yoktu bunları. İnsanlar hep yolda, hep yürür gördükleri için ‘Abbas’ lakabını yakıştırmışlardı ona. ‘Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz’ misali…

Sergilediği akıl almaz davranışlar, hakkında pek çok dedikodunun uydurulmasına yol açmış, onu delibozuk öykülerin akıl sır ermez kahramanına dönüştürmüştü. Zira akşamüstü hep aynı vakitte, elleri ceplerinde, ağır adımlarla mezarlığın yolunu tutar, gecenin ilerleyen saatlerine dek oradan ayrılmazdı. Bu mezarlık ziyaretinin nedeni de bilinmiyordu tabii. Adamın, bir yakınını ya da ahbabını yâd ettiği düşünülüyor ama bu işin Allah’ın koca günü dururken hava karardıktan sonra yapılması insanları hepten meraklandırıyordu. Üstelik her gün mezarlık ziyareti mi olurdu? Neresinden bakılırsa bakılsın akıl sır ermez bir adamdı şu Abbas Dayı.

Kulübe

Dükkânı kapatma vakti gelince Servet ihtiyarları evlerine uğurlayıp elleri ceplerinde, karanlık sokaklara daldı. Ustasının o sırada kendisini adım adım takip ettiğini bilemezdi tabii. Altmışını aşmış her ihtiyar gibi onun da saat dokuz olunca yorganına bürünüp horul horul uyuduğunu sanıyordu. Oysa ustasının yaşamına dikkat kesilseydi gecelerini dedektiflik öyküleri okuyarak geçiren, boş zamanlarında banka soygunu planları yapan ilginç bir adamla karşı karşıya olduğunu anlayabilirdi.

Hayal gücü geniş bir insanın hayatı bir kere sıkıcılaşmaya görsün zihni birbirinden acayip fikirler üretmeye başlayacaktır. Sabri de bir süredir Abbas Dayı’ya takmıştı kafayı. Her akşam iş çıkışı onu izlemeyi alışkanlık edinmiş, bu uğraşından henüz sonuç elde edememişse de takipleri sırasında, çırağının, geceleri mahallenin terk edilmiş istasyon kulübesinde arkadaşlarıyla düzenli olarak buluştuğunu keşfetmişti. Kul istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Sabri, çocukların kulübede neler çevirdiğini merak ediyor, olayın aslını öğrenene dek işin peşini bırakmamak gerektiğini düşünüyordu.

Sabri’nin Pastanesi, mahallenin tam ortasında yer almakta, dükkânın önünden geçen yokuşun bir ucu tepedeki mezarlığa, öbür ucuysa işte bu istasyon kulübesine çıkmaktaydı. Terk edilmiş bir demiryolu hattı üstünde bulunan tek katlı, kerpiç bir binaydı bu. Sıvaları un helvası gibi dağılmış, çevresini yabani otlar bürümüş, neredeyse hurdahaş olmuştu. Yine de kırmızı tuğladan bacası ve zarif ahşap doğramalarıyla mahallenin en güzel yapısı olduğu kuşku götürmezdi.

Servet, kulübeye yaklaşınca işaret parmaklarını ağzına sokup parola niyetine keskin bir ıslık koyuverdi. Kulübenin kapısı bu ses üzerine usulca aralanırken Sabri kuytu bir köşeye çekilip içeride konuşulanlara kulak kabartmış bulunmaktaydı. Oysa çocuklar öyle tedbirli davranıyorlardı ki seslerini yanı başlarındakine duyurabildikleri bile kuşkuluydu. Sabri, bir süre bekleyip gerisin geri evinin yolunu tuttu. Üç beş veletin yediği naneleri öğrenebilmek için soğuk gece yarılarında puhu kuşları gibi sinip kalacak insanlardan değildi. Gizemli işlere meraklı olsa da rahatına her şeyden çok düşkündü.

“Burada ne haltlar döndüğünü öğrenmenin bir yolu bulunur elbet…” diye geçirdi içinden, “Üzerlerine gidip keklikleri ürkütmeyelim. Av eti, sabır ocağında pişer. Ne demişler, ‘eli ayağı tutsaydı ölüden iyi avcı bulunmazdı.’”

O, sıcak döşeğinin özlemiyle evinin yolunu arşınlayadursun, Servet, arkadaşlarının arasındaki yerini ılıtmıştı bile. İçeridekiler, bir süredir haminnelerinden kalma bir gaz lambasının yanı başında yüksek sesle korku romanı okumaktaydılar birbirlerine. Kızıl saçlı, çil suratlı bir çocuk, Sercan, kara ciltli bir kitabı ağız hizasında tutuyor, dudaklarını şerbet yalar gibi iştahla şapırdatarak, “Sokaklar bomboştu…” diye mırıldanıyordu, “Utterson, şehrin bu bölümünü daha önce hiç bu kadar ıssız görmemişti! Şaşırmış bir halde; keşke etrafta birileri olsaydı diye geçirdi içinden…”

Arkadaşları, okunanları işitmiyor, gözleriyle su gibi içiyorlardı adeta. Az sonra pencerede bir karaltı belirince korkuyla dönüp o yana baktılar. İri cüsseli bir insan azmanı ağır adımlarla istasyona doğru yaklaşmaktaydı. Gölgesi kulübenin kerpiç duvarlarına kara bulutlar gibi yayıldı ve ışığın açısının değişmesiyle ansızın küçülüp kayboldu. Çocuklar, kulübenin içinde çınlayan ıslık sesini işitince gelenin arkadaşları Korkuluk olduğunu anladılar.

Korkuluk, yaşına göre hayli olgun görünen, boylu poslu, haşarı bir çocuktu. Bakışları keskin, çehresi sert ve haşindi. Gerçek adı ‘Levent’ olduğu halde mahalledeki bütün çocuklar ‘Korkuluk’ diye anarlardı onu. İlginç bir öyküsü vardı bu lakabın. Okulun tiyatro kolu bir keresinde bir piyes düzenlemiş, Levent’e de korkuluk rolü düşmüştü. Takacağı hasır şapka piyesten önce kaybolunca bizimki dedesinden kalma kahverengi, fötr bir şapkayla sahne almak zorunda kalmıştı. Arkadaşları repliklerini karıştırıp rezil olmasalardı o haliyle belki pek gülünç bir duruma düşecekti ama hiçbir repliği olmadığı için piyesin en başarılı oyuncusu olup çıktı. O günden sonra da ‘Korkuluk’ diye bilinir oldu.

Korkuluk hışımla içeri dalıp kara ciltli bir kitabı gaz lambasının dibine fırlattı. “Haydi!” diye çöktü arkadaşlarının arasına, “Elimizdekini bir an önce bitirip yeni romanımıza başlayalım.” Çocuklar, kitabın kapağındaki ismi fark edince yeni bir Gotik garabetle karşı karşıya olduklarını anladılar: OTRANTO ŞATOSU!

çlerinden en tombul olanı, Murat, “Yine mi şatolu, hayaletli korku romanı,” diye söylendi, “Hani bir sonrakine aşk romanı okuyacaktık?”

“Aşk romanı okuyalım da bütün gece esneyelim mi?” dedi Korkuluk, “O Gülşah denen sümüklüye bir türlü açılamadın gitti. Kız ağzının payını verseydi de kurtulsaydık senin aşk dırdırlarından.”

“Aşık değilim ben.”

“O zaman niye ikide bir aşk romanı diye tutturuyorsun?”

“Sen korkak olduğun için mi korku romanı okuyorsun?”

“Aynı şey mi?”

“Neymiş fark?”

Sercan, bu gereksiz tartışmaya son vermek için kaldığı yerden kitabı okumaya başladı. Sözcükler, uğursuz bir kehanet sözü gibi döküldü dudaklarından.

“Büyük bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu hissediyor ve korkuyordu.”

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıAbbas Dayı Hadisesi
  • Sayfa Sayısı96
  • YazarSerdar Uslu
  • ISBN9786050846737
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviGenç Timaş / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hilkat Garibeleri ~ Serdar UsluHilkat Garibeleri

    Hilkat Garibeleri

    Serdar Uslu

    Ölüm her halükârda yaşamak arzusundan doğmalı, hayatın üzerinde yükselmelidir. Gerçek bir hayata sahip olmayanın gerçek bir ölümü de olmaz. Toparlayınız kendinizi! Uzun ve zorlu...

  2. Yermük Ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri ~ Serdar UsluYermük Ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri

    Yermük Ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri

    Serdar Uslu

    Kötülük dünyanın bir yerinde altımızı oymaya devam ediyor. Dünya tarihinin en acımasız liderlerinden Hitler’in yolu Türkiye’ye, Tarlabaşı’nın tam orta yerine düşse ve kötülük tohumları...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bit Palas ~ Elif ŞafakBit Palas

    Bit Palas

    Elif Şafak

    Edebi ve yazınsal başarısı, Türk kimliğini ve ülkenin tarihine yaklaşımını edebiyat yoluyla yeniden tanımlamayan genç kuşak yazarlar arasında Şafak’ı temsilci olarak öne çıkarıyor... Bu roman enerji dolu ve gizemli bir yolculuğa davet ediyor insanı; tutkuyla, gülmeceyle ve Türkiye’ye dair bir dolu fotoğraf karesiyle... The Independent

  2. Mine ~ Işık GürerMine

    Mine

    Işık Gürer

    Hayat var; aşk da… Hayatın küçük anları vardır. Bazen bir mutluluk ya da karanlıktan kopmuş küçücük bir ışık parçası gizlenmiştir bu anlara. Açığa çıkması...

  3. Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı ~ Ethem BaranDönüşsüz Yolculuklar Kitabı

    Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı

    Ethem Baran

    Yağmurlardan artakalmış bir taşra şehriydi. Sular, çer çöp ne bulduysa getirip sağa sola rastgele bırakmış, toprağı çizik çizik oymuş, bir sürü irili ufaklı taşı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur