İçinde sürekli değişen anlamlar ve yankılı imgeler barındıran bu kitap, tekrar tekrar okuyup, her okuyuşta hem elinizdeki yapıtı hem de genel olarak kurmaca sanatını daha iyi kavramanızı sağlayacak ustalıklı bir çağdaş yazın örneği.Bir kısa roman, bir anlatının çevirisi ve üç öyküden oluşan Abanoz Kule, Fowles’un doğa ve insan, yaşamla sanat ilişkisine adeta ressam gözüyle bakışının örnekleriyle dolu. İki genç kadının eşliğinde Fransız taşrasına çekilip kendini dünyadan yalıtmış yaşlı bir ressam, son yapıtının elyazması yok olmuş başarılı bir yazar, ortaçağda geçen bir aşk öyküsü, kaybolan bir adam ve güneşli bir pazar günü ailece yapılan bir piknik. Fowles’un imgelerle yüklü betimlemeleri, esrarengiz olay örgüleri ve gizemli karakterleri, bu öykülerin ortak noktaları.Abanoz Kule adlı kısa romanda, Büyücü’nün bazı temaları yankılanır. Genç bir ressam, iki genç kadınla birlikte taşradaki malikânesinde, aslında bir nevi Cennet Bahçesi’nde yaşayan büyük İngiliz ressam Henry Breasley ile görüşmek üzere Fransa’ya gider. Diyaloglar ve betimlemeler, düşünce yönünden zengindir: Sanatı ve yaşamı sahici ve değerli kılan nedir? Etik ne anlama gelir ya da hangi noktalarda anlamdan yoksundur? Güzellik ve estetik deneyim gerçekten ender midir ve onlara erişmek için harcanan onca emeğe değer mi? Sanat akımlarını, anlam ve değeri, kimlikle kişiliği, kabul görenle aykırıyı, kadınla erkeği, yaşamla ölümü yüzleştirerek topluma ve bize ayna tutan Fowles, seçimlerimizin arkasında yatan “asıl biz”i kışkırtmaya devam ediyor.Abanoz Kule’nin sanatı, tarihi ve nesiller arası uzlaşmazlıkları sorgulayarak yeni bir bakış açısı vaat ettiği söylenebilir. Ancak bu vaadi gerçekleştirecek olan okurdur. Çünkü Fowles her zaman olduğu gibi bu kitabında da karakterlerine “seçme özgürlüğü” tanıyarak okuru kendi bakışını oluşturma ayrıcalığına davet ediyor. Bu ayrıcalıktan yararlanabilmek için arkanıza yaslanın, derin bir soluk alın, yakalayacağınız her bir ayrıntıyla başka bir yöne çekilmeye hazır olun. Sanatla doğanın, gerçekle yanılsamanın, orijinalle taklidin birbirine geçtiği, anlamların ansızın yer değiştirmesinin yarattığı gerilimin tadını çıkarın.”Kitabı zaman zaman hummanın sınırlarında gezinen bir takdirle okudum… Fowles, yapıtları ancak yaşadığı çağdan daha sonraki bir çağda adilane değerlendirilebilecek yazarlardan biri.”New Statesman – Peter Prince
Et par forez longues et lees Par leus estranges et sauvages Et passa mainz felons passages Et maint peril et maint destroit Tant qu’il vint au santier tot droit…
Chrétien de Troyes, Yvain
David Cherbourg’a indiği öğle sonrasında, otomobille Avranches a devam ederek, salı gecesini orada geçirdi, ertesi gün öğleden sonra da Coëtminais’ye ulaştı. Mont St. Michel’in ancak düşte görelebilecek güzellikteki sivri kulelerinin uzaktaki olağanüstü görüntüsü, etrafından dolaştığı St. Malo ve Dinan, sonra muhteşem bir eylül havasının hüküm sürdüğü güney ve yemyeşil kırlar sayesinde yolculuğunun geri kalan kısmı keyifli geçmişti. Çok geçmeden dış dünyaya kapılarını kapatmış, tükenmiş bir verimliliğin soluğunun duyulduğu, düzenli ve budanmış meyve bahçeleriyle, biçilmiş ekinlerle bezeli, dingin manzaralara kaptırdı kendini. İki kere durup özellikle hoşuna giden ton ve derinlik birlikteliklerini –güzel el yazısıyla tuttuğu açıklayıcı notların yanı sıra suluboyayla çizdiği paralel şeritlerle kâğıda döktü. Söze dökülen bu notlar biçimsel bir kaynağı –şu renk şeridinin bir tarlayı, güneşin vurduğu bir duvarı, uzak bir tepeyi çağrıştırdığını– az çok imlese de, hiçbir şey çizmemişti. Yoluna devam etmeden önce altına tarihi ve saati de düştü, havanın nasıl olduğunu da yazdı.
Beth’ten ayrı, böyle hiç beklenmedik bir zamanda bir başınayken, hem de kendi kopardığı onca yaygaradan sonra böyle keyif çattığı için hafif bir suçluluk hissetti, ama bu güzel gün, içindeki keşif duygusu ve elbette ufukta belirdiğinde ürküten, ancak start verilince hoşa giden bütün bu deneyimin hedefi, her şey onu bekârlık günlerinin özgürlüğünü yeniden yakalamış gibi tatlı bir yanılsamaya sürüklemek için el birliği etmiş gibiydi. Yolun kalan son birkaç kilometrelik kısmı, ağaçlarla kaplı eski Bretagne’dan geriye kalan son büyük ormanlardan birinin, Paimpont Ormanı’nın içinden dümdüz uzanmaktaydı; zaman zaman biteviye uzanan ağaçların arasından kendine geçit bulup aşağılara uzanan gün ışığının vurduğu yeşil, gölgelik tali yollar. Yaşlı adamın en son ve en nam saldığı döneme ilişkin şeyler bir anda yerli yerine oturmuştu. Ne okunan yığınla kitap ne de akıl yürütmeyle varılan sonuçlar doğrudan edinilen tecrübenin yerini tutabilirdi. David, daha gideceği yere varmadan, yolculuğunun boşuna olmadığını anlamıştı.
Daha da daralan bir orman yoluna, tenha bir voie communalee* saptı ve beklediği işareti görene kadar birkaç kilometre daha ilerledi. Manoir de Coëtminais. ** Chemin privé.’ *** Yoluna devam etmek için beyaz bir bahçe kapısını açıp kapamak zorunda kaldı. Ormanın içinde birkaç yüz metre daha ilerledikten sonra yolu bir kez daha başka bir bahçe kapısıyla kesildi. Kapının az ötesinde ağaçlar bitiyor, onların yerini güneşli bir meyve bahçesi alıyordu. Kapının üzerindeki kemere bir levha asılmıştı. Chien méchant**** yazısının altındaki sözcüklerin İngilizce olması içten içe gülümsetti David’i. Strictly no visitors except by prior arrangement.* Yazının hafife alınmamasını garantilercesine, kapıyı içeriden asma kilitle kilitlenmiş buldu. O gün öğleden sonra geleceği unutulmuştu herhalde. Bir an keyfi kaçtı; yaşlı şeytan onun geleceğini tamamen unutmuş olamazdı ya. Koyu gölgeli alanda durup az ötedeki güneşli alana baktı. Unutmuş olamazdı, David daha geçen hafta kısa bir notla geleceğini hatırlatmış ve minnettarlığını iletmişti. Hemen arkasındaki ağaçlardan birinden tuhaf, üç heceli bir kuş sesi geldi, akordu bozuk teneke bir flütten çıkmış gibiydi. Çevresine bakındı ama kuşu göremedi. İngiltere’de bulunmayan bir türdü; Davide tuhaf bir biçimde kendisinin İngiliz olduğunu hatırlattı. Bekçi köpeği olsun olmasın, buraya kadar geldikten sonra… arabasına geri döndü, kontağı kapatıp kapıları kilitledi, tekrar bahçe kapısına yürüyüp çitin diğer tarafına atladı.
Araba yolunu izleyerek bir kısmı kızarmış, bir kısmı henüz olgunlaşmamış şaraplık elmalarla yüklü yaşlı ağaçların arasında ilerlemeye başladı. Etrafta bir köpek olduğuna dair ne bir işaret ne de bir havlama vardı. Dev kayın ve meşe ağaçlarından oluşan bir denizin ortasındaki düzlükte, güneş altında kalmış bir adaya benzeyen manoir, pek de beklediği gibi çıkmamıştı, bunun nedeni belki de David’in Fransızcayı çok az bilmesi, Paris dışında taşrayı pek tanımaması ve manoir sözcüğünü hem sözel hem de görsel olarak kafasında İngiliz malikâneleri gibi yorumlamış olmasıydı. Aslına bakılırsa daha ziyade vakti zamanının sağlam bir çiftlik evi görünümündeydi; soluk aşıboyası sıvasına, kızılımsı geniş kütüklerle örülüşüne, görüntüyü tamamlasın diye takılan koyu kahverengi kepenklerine bakıldığında evin ön yüzü hiç de aristokrat bir izlenim vermiyordu. Doğu kanadında, eve dik açıyla bitişmiş, daha yeni bir tarihte inşa edildiği belli olan bir ek yapı vardı. Fakat bir bütün olarak hoş bir duygu veriyordu; eski ve sağlam sıcak bir atmosfer, güven duygusu. David yalnızca biraz daha görkemli bir şeyler beklemişti, o kadar.
Evin güney kanadının tam karşısında çakıl taşlarıyla kaplı bir avlu vardı. Duvarın dibinde sardunyalar, yukarı tırmanan iki tane yaşlı sarmaşık gülü, çatının orasına burasına tünemiş beyaz güvercinler; kapalı kepenkleriyle mekân uykudaydı. Ama, üst kısmına yerleştirilen, yazıları zamanla aşınmış armalı taş levhasıyla alışılmışın dışında bir yere -evin batı ucuna doğruyerleştirilen ön kapı açık duruyordu. David temkinli adımlarla çakıl taşlı avludan kapıya doğru yürüdü. Kapı tokmağı yoktu, zil gibi bir şey de görünmüyordu ve neyse ki etrafta ısırması muhtemel bir köpek de yoktu. İçeride taş döşemeli bir hol, meşe bir masa, masanın yanından yukarı doğru uzanan, yıpranmış, soyulmuş tırabzanı ortaçağdan kalma gibi duran, çok eski bir ahşap merdiven gördü. Ötede, evin öbür ucunda, güneşli bir bahçeye çerçeve olmuş açık bir kapı daha vardı. Önceden bildirdiği saatten daha erken geldiğinin farkında olan David bir an tereddüt etti, sonra masif kapıyı hafifçe tıklattı. Bir iki saniye sonra, çıkardığı zayıf sesin hiçbir işe yaramayacağını anlayıp eşikten içeri adımını attı. Sağ tarafında uzunluğuyla bir galeriyi andıran oturma odası uzanıyordu. Eskiden burayı odalara bölen duvarlar yıkılmış olmalıydı, ama büyük siyah kolonların bazıları korunmuştu ve beyaz duvarlar karşısında evin görkemli iskeletini sergilercesine yükseliyorlardı. Bütün bunlar belli belirsiz bir Tudor üslubu etkisi yarattığından, içerisi evin dıştan görünümüne nazaran daha fazla İngiliz tarzındaydı. Sıkışık olmasına karşın ferah, çok şık bir mekân, ahşap oyma antika mobilyalar, çiçek dolu vazolar, az ilerideki koltuk takımı, iki kanepe, pembe ve kırmızı eski halılar ve tabii ki resimler… bu şekilde aralarında dolaşabiliyor olmanın dışında bu sürpriz değildi, zira David yaşlı adamın kendi eserlerinin yanı sıra küçük, seçkin bir koleksiyonu olduğunu biliyordu. Tanınmış imzalar kendilerini belli ediyordu. Ensor, Marquet ve sondaki şu peyzaj “kıyak” bir Derain olmalıydı, şöminenin üzerindeki ise…
Ama geldiğini haber vermesi gerekiyordu. Taş zeminde ilerleyip merdivenin yanından geçti ve salonun karşı tarafındaki kapının önüne çıktı. Önünde geniş bir çim alan uzanıyordu, çiçek tarhları, fundalıklar ve süs ağaçları. Yüksek bir duvar, bahçeyi kuzeye karşı koruyordu. David, evin ön tarafından görülmeyen tek katlı bir bina sırası daha gördü; evin çiftlik olduğu zamanlardan kalma ağıl ve ahırlar. Bahçenin ortasında dev yeşil bir mantar gibi budanmış bir karameşe vardı; gölgesinde sanki karşılıklı sohbet ediyorlarmış gibi yerleştirilmiş bir bahçe masası ve sepet örgülü üç sandalye duruyordu. Ötede, bir havuzun başında iki çıplak kız yan yana çimlerin üzerine uzanmış yatıyorlardı. Daha uzakta olup, tam görülemeyeni sirtüstü yatmış, uyuyor gibiydi. Yakında olanı ise yüzüstü uzanmış, çenesi ellerine dayalı kitap okuyordu. Tepesinde koyu kırmızı bandı olan geniş kenarlı hasır bir şapka takmıştı. Her iki vücut da bronzdu, aynı tonda bronz ve otuz metre ötedeki gölgeli eşikte duran yabancıdan bütünüyle habersizdiler anlaşılan. Ormanın sessizliğinde arabasının gürültüsünü nasıl olup da duymadıklarını anlayamadı David. Fakat gerçekten de mektubunda belirttiği “çay saatı”nden önce gelmişti. Belki de kapıda görmediği bir zil ya da kapıyı duyması gereken bir uşak vardı. Kısa bir an, tembel tembel uzanan iki dişi bedenin iç isitan tonlarını, karameşe gölgesinin ve çimlerin yeşilini, şapkadaki kurdelenin yakıcı kızılını, önünde yelpaze biçiminde yaşlı meyve ağaçlarının bulunduğu, ötedeki pembe duvarı gözden geçirdi. Sonra dönüp ana kapıya doğru ilerledi, mahcubiyetten çok keyif duyuyordu. Yine Beth geldi aklına; efsaneye böyle balıklama dalmak ne kadar hoşuna giderdi onun da… şu yaşlı rezil dinozor ve onun meşhur ikindileri!
İlk girdiği yerde, daha önce telaşlı olduğu için gözünden kaçan bir şeyi fark etti. Kapı eşiğinin hemen arkasındaki taş zeminde bronz bir çıngırak duruyordu. Çıngırağı alıp salladı; anında pişman oldu çünkü okuldaki teneffüs zili gibi ansızın çınlayışı sessiz evin aydınlık huzurunu bozan keskin bir gürültü gibi inmişti. Yine de hiçbir şey olmadı, yukarıdan aşağı doğru inen ayak sesleri duyulmadı, dikilmekte olduğu uzun salonun diğer ucunda bir kapı falan açılmadı. Eşikte bekledi. Yaklaşık yarım dakika geçti. Sonra hangisi olduğunu bilmediği kızlardan biri bahçe kapısında belirdi ve ona doğru ilerledi. Şimdi üstüne düz beyaz pamuklu bir galabia* giymişti; orta boydan azıcık daha kısa, ince bir kız, yirmili yaşların başında olmalı; altın ışıltılı kahverengi saçlar ve düzgün yüz hatları; sakin bakışlı oldukça iri gözler, çıplak ayaklar. Kesinlikle İngilizdi. Dört beş metre uzakta, merdivenlerin dibinde bir yerde durdu.
“David Williams mı?”
David özür diler gibi bir hareket yaptı. “Beni bekliyor muydunuz?”
“Evet.”
Kız, tokalaşma girişiminde bulunmamıştı.
“Böyle hırsız gibi girdiğim için özür dilerim. Bahçe kapınız kilitliydi.”
Kız başını iki yana salladı. “Kendinize doğru çekmeniz yeterliydi. Asma kilitli. Kusura bakmayın.” Hiç de özür diler gibi bir hali yoktu; afallamış da değildi. “Henry uyuyor” dedi.
“O halde uyandırmayın lütfen.” David gülümsedi. “Biraz erken geldim. Yolu bulmanın zor olacağını düşünmüştüm.” Kız bir an David’in kendisine konukseverlik gösterilmesini isteyen halini seyretti.
“Öğle uykusunu uyumazsa tam bir baş belası oluyor.”
David gülümsedi. “Bakın, bana yazdığı mektup yanımda… burada konaklayabileceğimi de yazmıştı… ama eğer…”
Kız, adamın arkasına, kapının dışına bir göz attı, sonra bakışlarını ona çevirdi ve kayıtsız bir merakla sordu. “Eşiniz yok mu?”
David, Sandy’nin geçirdiği suçiçeğini, son dakika krizini anlattı. “Eşim cuma günü Paris’e uçuyor. Kızım iyileşirse. Onu Paris’ten alacağım.”
Sakin bakışlar onu bir kez daha tarttı.
“O halde kalacağınız yeri göstereyim mi?”
“Bir sakıncası yoksa…”
“Sorun değil.”
Arkasından gelmesi için belli belirsiz bir el hareketi yaptıktan sonra merdivenlere yöneldi; ilk bakışta fark edilmiyordu, ama sade ve masumdu, tuhaf bir alçakgönüllülüğü ve yardım eli uzatan bir tavrı vardı.
“Harika bir oda.”
Kız arkalarındaki yüzyılların kararttığı tırabzana dokunarak, “On beşinci yüzyıl. Öyle diyorlar” dedi. Ama bunları söylerken ne David’e ne de etrafa bakıyordu; hiçbir şey de sormamıştı, sanki David beş kilometre öteden bir yerden gelmişti oraya.
Merdivenlerin tepesine ulaştıklarında kız sağa doğru uzanan koridora yöneldi. Koridorun ortasında uzun hasır bir kilim seriliydi. Kız, önüne geldikleri ikinci kapıyı açıp, eşikten içeri bir adım attı, hâlâ kapının kolunu tutuyor, onu izliyordu, önce-ki gece kaldığı oteldeki patronne* gibi tekinsiz bir hali vardı. David, oda fiyatının söyleneceğini sandı nerdeyse.
“Banyo bitişikte.”
“Güzel. Ben gidip arabamı getireyim.”
“Nasıl isterseniz.”
Kız kapıyı kapattı. Üzerindeki galabia’ya karşın, tavırlarında neredeyse Victoria dönemini çağrıştıran, olağanüstü vakur bir hava vardı. Koridorda merdivenlere doğru ilerlerken David sıcak bir hava estirmek amacıyla gülümsüyordu.
“Ve siz de?.”
“Henry bana Fare der”
Sonunda kızın yüzünde hafif alaycı bir ifade belirdi; belki de meydan okumaydı bu, David emin olamadı.
“Onu uzun zamandır mı tanıyorsunuz?” “Bahardan beri.”
David biraz sempati kazanmaya çalıştı.
“Onun bu tür şeylere bayılmadığını duymuştum.” Kız, şöyle bir omuz silkti.
“Ona ne kadar tahammül edeceğinize bağlı. Tarzı genellikle havlama şeklindedir.”
Kızın ona bir şey söylemeye çalıştığı açıktı; belki de David’in onu bahçede görmüş olması olasılığına karşı, konuklarla belli bir resmiyeti koruduğunu. Görünüşe bakılırsa, Henry’nin konuklarını ağırlamak gibi bir işi vardı ama evle hiçbir alakası yokmuş gibi davranıyordu. Merdivenleri indikten sonra kız bahçe kapısına doğru yürümeye başladı.
“Yarım saat sonra burada, dışarıda buluşuruz, tamam mı? Onu dörtte uyandırırım.”
David yine gülümsedi. Kızın sesindeki hemşirevari ton o kadar kayıtsızdı ki sanki dış dünyanın onun “Henry” ya da “o” dediği adam hakkında ne düşündüğü hiç umurunda değildi. “Pekâlâ.”
“Comme chez vous** davranın. Tamam mı?”
Kız bir an duraksadı, sanki gereğinden fazla kayıtsız ve kâhin havalarında konuştuğunun farkına varmıştı. Hatta yüzünde hoş geldiniz gülümsemesine yakın son bir cılız gölge, hatta belli belirsiz bir çekingenlik belirtisi vardı. Sonra önüne baktı ve dönüp, bahçeye doğru sessizce yürüdü. Kapıdan çıkarken, karşıdan gelen güneş ışığı daha önce saydamlığı belli olmayan galabia’yı şeffaflaştırarak içindeki uçucu çıplak gölgeyi ortaya çıkardı. David köpeği sormayı unuttuğunu hatırladı, ama muhtemelen kız bunu da düşünmüş olmalıydı. David o güne kadar bundan daha soğuk karşılandığı garip bir eve konuk olup olmadığını anımsamaya çalıştı… sanki buradaki birçok şeyi doğal kabul etmiş gibi; ama aslında hiç de öyle değildi, hele kızın varlığını kesinlikle öyle görmüyordu. Yaşlı adamın tüm bunları geçmişte bıraktığını zaten biliyordu.
Meyve bahçesinin içinden geçerek bahçe kapısına doğru yürüdü. En azından kız bu konuda onu yanlış yönlendirmemişti. Kapıyı kendine çekince asma kilidin köprüsü yerinden çıkıvermişti. Arabasını geriye aldı ve evin karşısındaki kestane ağacının gölgesine park etti. Çantasını, küçük valizini ve askıdaki kot ceketiyle pantolonunu aldı. Merdivenden çıkarken, arka bahçeye bir göz attı ama kızlar ortadan kaybolmuş gibiydi. Yukarıdaki koridorda durup, kız onu yukarı çıkardığında gözüne çarpan, ama kime ait olduğunu çıkaramadığı iki tabloya baktı… ama şimdi hatırlamıştı, Maximilien Luce’tu tabii. Sanat açgözlü, hırçın bir yatırım sektörü haline gelmeden önce bunları aldığı için ne kadar şanslıydı ihtiyar. David soğuk karşılanışını unutmuştu.
Odası sade döşenmişti. Kır evinde imparatorluk üslubu yaratmaya kalkışmanın beceriksiz sonucu olan çift kişilik bir yatak, kurtların delik deşik ettiği ceviz bir gardırop, bir iskemle, solgun yeşil kumaş kaplamalı, yastıklı eski tarz bir geniş koltuk, yaldızlı yüzeyi lekeli, eski bir ayna. Oda hafif küf kokuyordu, belli ki az kullanılıyordu; eşyalar da yöredeki mezatlardan satın alınmıştı. Uyumsuz duran tek şey, yatağın üzerindeki Laurencin imzalı tabloydu. David resme daha yakından bakmak için tabloyu yerinden çıkartmak istedi ama çerçeve duvara vidalanmıştı. Gülümseyerek başını iki yana salladı; keşke talihsiz Beth de burada olsaydı.
Londra’daki yayınevinin daha doğrusu, bu projeyi ortaya atan büyük ortağın– David’i tedbirli olması için uyardığı konular arasında, Coëtminais’yi ziyaret edenlerin karşılaşabileceği kilitli bahçe kapılarından daha ürkütücü şeyler vardı. Alınganlık, anılmaması gereken isimler, kaba bir konuşma tarzı, kasıtli atılan yemler; bu kendine özgü “büyük adam”ın dünyanın en korkunç ihtiyar piçi olabileceğine dair kuşku kalmamıştı. Anlaşılan isterse oldukça sevimli biri de olabiliyordu, sizden hoşlanırsa. Bazı bakımlardan, çocuk kadar saf, demişti yayıncı. “O yüzden, onunla İngiltere ve İngilizler konusunda tartışma, onun ömür boyu sürgün olduğunu ve özleyebileceği şeylerin kendisine hatırlatılmasına dayanamayacağını kabul et.” Son bir şey daha: “Kitabı hazırlamamızı çok istiyor.” David, kitaba konu olan kişinin İngiliz kamuoyuna metelik vermediği numarasına kanmamalıydı.
Aslında bu yolculuğun yapılması, birçok bakımdan, hiç de şart değildi. Önsözün taslağını çoktan hazırlamıştı, ne söyleyeceğini gayet iyi biliyordu; önemli katalog makaleleri, özellikle İngiliz sanat camiasının gecikmiş zeytin dalı olan, 1969’da Tate’te gerçekleştirilen retrospektifi ile ilgili makale vardı; Paris’te son zamanlarda açılan iki sergi ve New York’taki sergiyle ilgili olanlar; Myra Levey’nin Modern Ustalar dizisindeki kısa monografisi; Matthew Smith’le yazışmaları, dergi söyleşilerinden bir derleme. Açığa kavuşturulmayı bekleyen bir iki biyografik ayrıntı vardı ama bu bilahare mektupla da halledilebilirdi. Sanatla ilgili sorulabilecek, daha doğrusu sorulsa iyi olacak birçok soru da vardı, ama yaşlı adamın bu konularda kendini açmakta hiçbir zaman yardımsever bir tavır takınmadığı biliniyordu; ya geçmişle ilgi karışık, müphem bir şeyler anlatır, kötülük olsun diye kasten yanlış yönlendirir ya da basbayağı kabalaşırdı. Bu yüzden, yolculuk, esas olarak üzerinde çalışarak zaman harcadığı, bazı çekinceleri olmakla birlikte yapıtlarına gerçek bir hayranlık beslediği bir adamla tanışma… bunun keyfini yaşama, onunla tanıştığını söyleyebilme fırsatıydı. Her şey bir yana, adam tartışmasız büyük bir isimdi, Bacon’larla, Sutherland’larla birlikte anılması gerekirdi. Bu seçkin isimlerin arasında en ilgincinin o olduğu bile savunulabilirdi, ama adama sorulsa muhtemelen, lanet olası İngiliz kanını en az kendisinin taşıdığını söylerdi.
1896’da doğmuş, Steers-Tonks sisteminin parlak günlerinde Sladede okumuştu, kartların açık oynanmasının gerektiği 1916’da…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıAbanoz Kule
- Sayfa Sayısı320
- YazarJohn Fowles
- ISBN9789755395128
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAyrıntı Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Güvercin ~ Hüseyin Akyüz
Beyaz Güvercin
Hüseyin Akyüz
Hüseyin Akyüz birbirinden güzel sekiz öyküsünün yer aldığı “Beyaz Güvercin” adlı kitabında kahramanlarını kenar mahalle insanlarından seçmiş. Yaşamın zorlu koşulları içinde, her şeye karşın...
- Papatya Kokulu Hikayeler ~ Ender Haluk Derince
Papatya Kokulu Hikayeler
Ender Haluk Derince
“Papatya Kokulu Kitap!” Hayata Bir Bardak Çay Molası Hiç kimsenin yanınızdan mutsuz ve kötü ayrılmasına izin vermeyin. Bulunduğunuz konumda mutlu olmaya bakın. Çiçek büyütün,...
- Arkakapak Yazıları ~ Mustafa Kutlu
Arkakapak Yazıları
Mustafa Kutlu
Arkakapak Yazıları çokluk Mustafa Kutlu’nun Dergâh dergisinin arka kapağında yayımlanan hikâyelerinden oluşur. Bu küçük hikâyeler kıssa geleneğinin yeniden üretilme çabasını yansıtıyor. * GÜZEL BİR...