Deniz mutedil dalgalıya geçmişti; gök bulutsuz, fare tüyüydü. Başımı kaldırıp bakmadım ama öyleydi, mutlaka öyleydi. Çünkü denizin rengi de aynıydı. Bu mevsimde, bu aylarda, bu günlerin bu saatlerinde göğün rengi, denizin rengiyle aynı olurdu Boğaziçi’nde.
Boğaz’ın kıyısında bir köy; eskiden Rumların, Ermenilerin yaşadığı… Köyde yeniyetme bir deniz insanı, Mühendis diyorlar ona. Balıklar, isikara, akçakuşlar, Delisu, deniz aynaları, orkoz, apiko, zigurat ağ ve iskele başı… Bir deniz köyünün olmazsa olmazları. Tuzlu suyun başkahramanı Reis, Mavişim Niko, aktör Feridun Çölgeçen, Şoför Nebahat… Ne duruyorsunuz öyle, haydi asılın küreklere!
Son Voli durgun denizde aniden kopan fırtınaları, boş çekilen ağları, geceyi dolu kapatan deniz insanlarını anlatıyor.
Vecdi Çıracıoğlu yıllar geçse de sağlamlığından bir şey kaybetmeyecek bir ağ gibi örüyor kitabını.
*
Hemen hazırlanıp sahile inmek, denize bakmak,
varsa kıyıdan balık yakalayanları seyretmek,
geçen teknelere, sandallara el etmek geldi
içimden. Velhasıl sabahın ilk sahibi olmalıydım
ama geç kalmıştım.
Son Voli
Arnavutkaldırımı sokakta, yere inmiş sisle birlikte yürüyordum. Sis, alçalıp yükseliyor, an geliyor duruyor, yoğunlaşıyordu. Sonra, yeniden açılıp savruluyor, kaldırım taşlarına tünüyor, zaman zaman hareketsiz kaldığı da oluyordu. Canlanmış sis arkadaşımdı. Tam benimle konuşacaktı ki yerde bir kıpırtı gördüm. Titreyen bir yarasa… Dikkatlice baktım. Açık kanadı, dazlak bir kafada kaymış bir peruk gibiydi. Yaklaştım. Eğildim. Yüzüne baktığımda hemsayemi1 gördüm. Kan ter içinde uyandım. Ayaklarından tavana asılmış birçok karganın çıkardığı sesler beynimin içinde yankılanıyordu.
Kâbusların insan büyüdükçe kaybolduğunu sanırdım ama öyle değilmiş. Çocukluğumdan bu yana gördüğüm kâbuslar, kaybolmak bir yana, artıyor. Kâbus, büyüyüp yaşlanıyor barındığı insanda.
Beynimde yankılanan sesler duruldukça, perdesini kapamayı unuttuğum odam da aydınlanmıştı. Sararmış tül güneşi zapt edememiş, huzmelerini tek göz odalı evimin penceresinden içeriye yığmıştı. Yatağımda gözlerim kamaşıyordu. Tül perdeyi de açtım. Sokağa çıkmak için kapı olarak zaman zaman kullandığım camı kirlenmiş pencerenin bir kanadını araladım. İçerinin rutubetli havasını temiz hava kolaçan ederek kovaladığında, tül perde, açık pencereden dışarıdaki havaya efelendi. Pencerem, odamın tam karşısındaki kalın gövdeli servi ağacıyla karşı karşıyaydı. Serviye baktım. Kim bilir kaç yaşındaydı. Tülü tekrar çektim. Perdenin efelenmesinden korkan hava onu kabullendi. Küçük kapıdan mutfakla helanın olduğu bölüme geçtim. Zemini mozaikle bezenmiş, maltataşlı alaturka helaya girdim. İşimi gördüm, dışarı çıktım. Mutfağın yine maltataşı yalağındaki küçük pirinç musluğu açıp ellerimi, yüzümü yıkadım. Nemli peşkirle kurulandım. Tekrar odaya geçerek yatağımı topladım. Kocanam’ın, “Velensiyeme iyi bak!” diyerek verdiği uzun tiftikli Siirt battaniyemi, ince yorganımın üzerine sererken baktım: Akrep yoktu! Nemli odamda battaniyeme yakalanan akrepleri boş kavanoza hapsederek ölmelerini bekliyor, cam çivileriyle rafın kenarına çakıyordum. Bir kuş sesi duydum, fazla ötmeyen bir kuş. Arkasından kanat sesleri geldi. Anlaşılan canı sıkılmıştı. Uçtu. Az da olsa duyduğum kuş sesine sevindim. Odama dolan güneş, kokan hava ve kuş sesi… Serviye tekrar baktım. Üzerinde böcek ve karıncaların dolaştığı siyaha çalan çatlak iri gövdesini ilk kez görüyormuş, onu ilk kez seviyormuş hissine kapıldım. Pencereden başımı çıkarıp dışarıya baktım. Kuş yoktu, servinin koyu yeşil yapraklarının güneş ışığı altında parlak gümüşi huzmeleri vardı. Dalların gövdeden başlayıp tepesine uzanan yapraklarını seyrettim. Duru bir gecede ay ışığının altındaki açık deniz gibi ışıl ışıl altındı yaprakları. Konuşur muydu acaba bu servi? Ağaçlar konuşurmuş rüzgârla! Hatta ibadet edenleri de varmış ağaçların. Bir kitapta okumuştum, ibadet eden yatır ağaçları. Serviler bu ağaçlardanmış. Zaten mezarlık ağacı değil midir servi? Her birinin içinde yatır varmış! Tek dinsiz ağaç meşeymiş. Konuşamazmış. Ne ibadet edermiş rüzgârla ne de içinde yatır barındırırmış. Onun için pagan ağaç derlermiş meşeye! En güzel sağlam mobilya, masa sandalyenin ondan yapılması belki de bu özelliğinden, kim bilir. Masanın üzerinde akşamdan kalma devrik şişeyi kaldırdım. Atacaktım ama vazgeçtim.
Ağzına mum geçirip kandil yapmak daha iyi.
Yatağıma uzandım. Hemen yanı başımda duvara raptedilmiş üç sıra kitaplığa baktım. Üstten ilk iki sırada mühendislik eğitimimin son yılına ait ders kitap ve defterlerim vardı. Üçüncüsü edebiyat kitaplarına aitti. Raf tahtasının kenarında sivri uçlarından batırılarak dizili pirçolden toriğe kadar; sarımsak, sülük, fındık, piskova, ovala, yünlü, yüksük, seyirme; balıkların metalik tadı, kurşun zokalarla akrepler vardı! Küçücükten en büyüğüne kadar simsiyah, koyu kahverengi akrepler… Zokalar ve akrepler! Özdeştiler, birbirlerini tamamlayıcıydılar! Şekil ve işlevleri bakımından tıpkılarıydılar! Zokanın ucundaki damağıyla akrebin geriye kıvrık kuyruğunun ucu deliciydi. Akrep soktuğu insanı zehirleyici, zoka yakaladığı balığı felç ediciydi. Sonuçta biri denizde, diğeriyse karada yok ediciydi. Onlar raflardaki edebiyat ve ders kitaplarımın koruyucu şövalyeleriydi. Aşk tazeleyici sonbahar gelmişti ya! Boğaziçi yağmur ıtırı kokmaktaydı. Bir gün öncesi yağan yağmurdan denizin rengi solmuştu. Onun bu halini gören bir çocuk hasta olduğunu sanabilirdi. Ötegeçe tepelerinde yeşilin arasından yer yer kahverengi toprak parçaları gözleniyordu şimdilik. Az zaman sonra onlar da kahverengiye bürünecekti. İşte böylesine, tabiat, bağrındaki insanı için neler yapmazdı ki? İnsanı yaşama arzusuna, sevincine kucak açtırır, üzüntülerinde avutur, dahası insanın bilmediklerini öğretirdi. Tabiat insanın başöğretmeni değil miydi? İnsanlara sunduğu meyveleri, tahılları, çiçekleriyle; kelebekleri ve arıları, balıklarıyla bu hamarat tabiat, insan elinin yaratamayacağı ne de büyük güzellikti…
Köydeki bir evin bahçesinde küçük kümeste bir tavuk yumurtluyor, birkaç börtü böcek aralarında dolaşıyor, boş bir şişenin dip renginde gökyüzünü bir uçağın iz bırakan dumanı kesiyor, deniz tarlasının bir yerinde balıkçının biri oltasına takılan balığı canını yakmadan hava dünyasına çıkarırken, Delisu iskelelerinde dilenen çingene vapurları selamlaşıyordu.
Bütün bunları çok iyi biliyordum. Küçük sığınmahanemin içinde hepsi gözümün önüne geliyordu. İşte böylesineydi songüz. Delisu kıyı köylerindeki insanların erguvanlar ve bülbüller eşliğinde, bu aylarda aynı düşünceler içinde olduklarını sanırım. Bu mevsimsel değişiklikler, insanlarda bir ağacın yeşermesi, bir balığın tohumlaması, güneşin günün durumuna göre Delisu’nun rengini değiştirmesi kadar gerçek. Benim gerçeğimse bir yaprağın üzerindeki küçük bir su damlacığı gibi, billur… Ağaçları, kuşları, balıkları, denizi, gökyüzünü ve canlı cansız her şeyi ama her şeyi seviyorum.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıSon Voli - Serserilik Zor Zanaat
- Sayfa Sayısı172
- YazarVecdi Çıracıoğlu
- ISBN9789750526558
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yavaş Tren ~ Atilla Atalay
Yavaş Tren
Atilla Atalay
Sıdıka, Sıkılhan, Lezzet Lalesi, Sarı Dobra, Bilim Güncesi ve Yavaş Tren öyküleri… “Yavaş trenin penceresinden son kareler bunlar: Demir tozuyla işlenmiş sarı istasyon binaları,...
- Nasipse Adayız ~ Ercan Kesal
Nasipse Adayız
Ercan Kesal
Bu akşam da bilmem ne düğün salonundayım. Yemekli davet var. Her zamanki gibi çelengimizi önceden gönderdik, uygun saatte de yerimizi aldık… İçerisi çok kalabalık....
- Har ~ Murat Uyurkulak
Har
Murat Uyurkulak
… Netamiye ülkesi, öyle böyle değil, çok netameli, pek hassas bi yerdir. Herkesin bin türlü takıntısı, çeşit çeşit sapıklığı, ruhundan söküp atamadığı kötü hatıraları...