“Ölümünden birkaç ay önce, Arjantinli zengin bir toprak sahibi Borges’i estancia’sına davet etti ve bir sürpriz sözü verdi. Yaşlı adamı bahçedeki bir banka oturttu ve yalnız bıraktı; birden Borges yanıbaşında iri ve sıcak bir beden hissetti, ardından da omuzlarına dayanmış iri patiler. Estanciero’nun evcil kaplanı, onu düşleyen adama saygılarını sunuyordu. Hiç korkmadı Borges. Yalnızca çiğ et kokan sıcak nefesinden rahatsız oldu. ‘Kaplanların etobur olduğunu unutmuşum.’”
Arjantinli deneme ustası Manguel’den, Borges’e kitap okuduğu yıllarda onunla yaşadıklarını aktaran, ayna ve labirent ustasının dünyasından bilinmeyen kesitleri gün ışığına çıkaran bir metin. Arjantinli fotoğraf ustası Sara Facio’nun, yine o yıllarda Borges’in evinde çektiği özel fotoğraflarla.
BORGES’İN EVİNDE
Calle Florida’daki insan kalabalığının arasından omuz darbeleriyle ilerliyor, yeni yapılmış Galería del Este’ye giriyor, öbür taraftan çıkıyor, Calle Maipú’yu geçiyor ve 994 numaralı kızıl mermer binaya yaslanıp, 6B yazan zile basıyorum. Binanın serin holüne girip merdivenlerden altıncı kata çıkıyorum. Kapıyı çalınca hizmetçi açıyor, ama o daha beni içeri alamadan Borges kalın bir perdenin ardından beliriyor, çok dik duruyor, gri takımının önü ilikli, beyaz yakası ve sarı çizgili kravatı biraz eğri; bana doğru yürürken ayaklarını hafifçe sürüyor. Ellili yaşlarının sonlarından beri kör olan Borges, bu kadar iyi bildiği bir yerde bile duraksayarak hareket ediyor. Sağ elini uzatıp, aklı başka yerdeymiş gibi gevşek bir tutuşla elimi sıkıp buyur ediyor. Başka formalite yok. Dönüp oturma odasına giriyor ve kapıya bakan kanepeye dik bir şekilde oturuyor. Onun sağındaki koltuğa da ben oturuyorum; “Ee, bu akşam Kipling okuyalım mı?” diye soruyor (ama soruları hemen hep sözde sorular).
Birkaç yıl boyunca, 1964’ten 1968’e kadar, Jorge Luis Borges’e okuyan pek çok insandan biri olma şansına erişmiştim. Okuldan sonra Buenos Aires’in Anglo-Alman kitapçısı Pygmalion’da çalışıyordum, Borges de buranın devamlı müşterilerinden biriydi. Edebiyatseverlerin buluşma noktalarından biriydi Pygmalion. Sahibi Bayan Lili Lebach, Nazi vahşetinden kaçmış bir Almandı ve müşterilerine Avrupa ve Kuzey Amerika’da çıkan son kitapları sunma konusunda titizdi.
Yalnızca yayıncı kataloglarının değil, kitap eklerinin de sıkı bir okuyucusuydu ve bulduğu kitapları müşterilerinin zevkleriyle bağdaştırma gibi bir yeteneği vardı. Bir kitapçının sattığı malı bilmesi gerektiğini öğretmişti bana, dükkana gelen yeni kitapların pek çoğunu okumam konusunda ısrar ederdi. İkna olmam çok uzun sürmedi. Borges Pygmalion’a akşamüstleri geç saatte, Ulusal Kütüphanedeki yöneticilik işinden eve dönerken uğrardı.
Bir gün, birkaç kitap aldıktan sonra bana, başka bir işim yoksa akşamları onun evine gelip kitap okumayı isteyip istemeyeceğimi sordu, çünkü çoktan doksanını geçmiş olan annesi artık kolayca yoruluyordu. Borges bunu hemen herkese sorardı: öğrencilere, onunla söyleşi yapmaya gelen gazetecilere, başka yazarlara. Bir zamanlar Borges’e okumuş olanların oluşturduğu koca bir grup vardır, birbirlerini pek ender olarak tanıyan, ama toplu olarak dünyanın en büyük okurlarından birinin anısını canlı tutan minör Boswell’lerdir bunlar.
Onlar hakkında bir bilgim yoktu o zamanlar. On altı yaşındaydım. Kabul ettim ve haftanın üç-dört günü, Borges’in annesiyle ve hizmetçileri Fany’yle paylaştığı küçük apartman dairesine gitmeye başladım. O günlerde bu ayrıcalığın kesinlikle farkında değildim. Borges’e büyük bir hayranlık duyan teyzem, bu vurdumduymazlığım karşısında hafif dehşete kapılmıştı, notlar almamı, karşılaşmalarımızın günlüğünü tutmamı istiyordu. Ama Borges’le geçen o geceler (ergenliğin verdiği küstahlıkla) hiç de olağanüstü bir şeymiş, hep bana ait olduğunu varsaydığım kitaplar dünyasına yabancı bir şeymiş gibi gelmiyordu bana. Eğer yabancı ya da sıkıcı gelen bir şey varsa, o da çoğu diğer konuşmalardı – öğretmenlerimle kimya ya da Güney Atlantik coğrafyası hakkındaki konuşmalar, arkadaşlarımla futbol hakkındaki konuşmalar, akrabalarımla sınav sonuçlarım ve sağlığım, komşularımızla da diğer komşularımız hakkındaki konuşmalar.
Buna karşın Borges’le konuşmalarım, bence bir konuşma gerçekte nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyordu: kitaplar ve kitapların mekanizmaları hakkında, daha önce okumadığım yazarların keşfi hakkında, daha önce aklıma gelmeyen ya da yalnızca kararsız ve yarı-bilinçli bir şekilde akıl ettiğim, ama Borges’in sesiyle dile getirildiklerinde zengin, hatta bariz bir ihtişamla parıldayan ve göz kamaştıran düşünceler hakkında yapılan konuşmalar. Daha ilk ziyaretlerimden başlayarak Borges’in evi zamanın dışındaymış, daha doğrusu Borges’in yazınsal deneyimlerinin oluşturduğu bir zamanda, Victoria ve Edward dönemi İngilteresi’nden, erken dönem Kuzey Ortaçağı’ndan, yirmili ve otuzlu yılların Buenos Aires’inden, onun çok sevdiği Cenevre’den, Alman dışavurumculuğu çağından, nefret ettiği Perón’lu yıllardan, Madrid ve Majorca’da geçen yazlardan, Amerika’da ilk kez sıcak bir beğeniyle karşılandığı, Texas’taki Austin Üniversitesinde geçirdiği aylardan oluşan bir zamanda varlığını sürdürüyormuş gibi gelmiştir bana.
Bunlar Borges’in referans noktaları, tarihi ve coğrafyasıydı: şimdiki zaman ender olarak işe karışıyordu. Gezmeyi çok seven ama gittiği yerleri göremeyen (üniversite ve vakıflar Borges’i ancak altmışların ortalarından sonra düzenli olarak davet etmeye başladı) bir insan olarak Borges, fiziksel dünyayla kesinlikle ilgilenmiyordu, onu yalnızca okumalarının bir temsili olarak görüyordu. Sahra’nın kumu ya da Nil’in suyu, İzlanda’nın kıyıları, eski Yunan ve Roma’nın yıkıntıları, coşku ve hayranlıkla dokunduğu bütün bu şeyler yalnızca Binbir Gece’den ya da İncil’den, Njal’ın Sagası’ndan ya da Homeros’tan ve Vergilius’tan birer sayfanın anısını doğruluyordu, o kadar. Bütün bu “doğrulamalar”ı evine getiriyordu.
Borges’in evini yumuşak, sıcak, hoş kokulu bir yer olarak anımsıyorum (çünkü hizmetçisi kaloriferleri iyice yakma, Borges’in mendiline eau de cologne damlatıp köşeleri görülecek şekilde ceketinin göğüs cebine koyma konularında ısrarlıydı). Ayrıca oldukça karanlıktı ve bütün bu özellikler, ihtiyar adamın körlüğüyle uyum içinde gibiydi, mutlu bir yalıtılmışlık duygusu yaratıyordu. Borges’inki özel bir tür körlüktü, otuz yaşından başlayarak yavaş yavaş ilerlemiş ve elli sekiz yaşına basmasından sonra kesin olarak yerleşmişti.
Doğumundan beri beklenen bir körlüktü bu, çünkü her ikisi de kör olarak ölen İngiliz büyük-büyükbabasından ve büyükannesinden kendisine böyle bir miras kaldığını biliyordu. Bir de babası vardı, Borges’le aşağı yukarı aynı yaşlarda kör olmuştu, ama Borges’ten farklı olarak, ölümünden birkaç yıl önce geçirdiği bir ameliyatla yeniden görmeye başlamıştı. Borges kendi körlüğünden sık sık ve daha çok yazınsal bir merakla söz ederdi: en çok bilinen haliyle, kendisine “kitapları ve geceyi”1 bahşeden “Tanrının ironisi”nin bir göstergesi olarak görürdü bunu; tarihsel açıdan, Homeros ve Milton gibi ünlü kör şairleri anımsardı; batıl inancı vardı, çünkü José Mármol ve Paul Groussac’tan sonra, kör olan üçüncü Ulusal Kütüphane yöneticisiydi; neredeyse bilimsel bir merakla, tüm çevresini kaplayan gri sisin içinde siyahı artık hiç göremediği için yakınır ve görebildiği tek renk olan sarıyı bağrına basardı, çok sevdiği kaplanların ve güllerin rengiydi bu, o yüzden de arkadaşları her doğumgününde ona parlak sarı kravatlar armağan eder ve Borges de Oscar Wilde’ın bir sözünü yinelerdi: “Ancak sağır bir adam böyle bir kravat takabilir”; hüzünlü bir ruh halindeyken, körlüğün ve yaşlılığın, yalnız olmanın farklı birer biçimi olduğu söylerdi. Körlük onu tek kişilik bir hücreye kapatmıştı, son yapıtlarını burada yazmıştı, satırları kafasının içinde kuruyor ve sonra, hazır olduğunda, yanında kim varsa ona yazdırıyordu.
“Şunu yazabilir misin?” Kafasında az önce yazdığı ve ezberlediği sözcükleri kastediyor. Teker teker, çok sevdiği iniş çıkışları sesiyle vererek, noktalama işaretlerini belirterek yazdırıyor bunları. Yeni şiirini satır satır okuyor, cümlenin anlamını bir sonraki satıra taşırmıyor, satır sonlarında kesiyor. Sonra şiirin ona okunmasını istiyor, bir kere, iki kere, beş kere. Bu isteğinden ötürü özür diliyor, ama sonra yeniden istiyor, sözcükleri dinliyor, gözle görülür bir şekilde kafasında eğip büküyor onları. Sonra bir satır daha ekliyor, sonra bir tane daha. Şiir ya da paragraf (çünkü zaman zaman, yeniden düzyazı yazma riskine giriyor) kağıt üstünde, hayalindeki şekli alıyor. Yeni doğmuş yaratının ilk olarak yazarın değil, bir başkasının elyazısıyla ortaya çıktığını düşünmek garip oluyor. Şiir bitti (düzyazı bir metin birkaç gün sürüyor). Borges kağıdı alıyor, katlıyor, cüzdanına ya da bir kitabın arasına koyuyor. İlginçtir, parasına da aynı şeyi yapıyor. Bir kağıt parayı alıyor, ince bir şerit olana kadar katlıyor ve kitaplığındaki ciltlerden birinin arasına yerleştiriyor. Bir şey için para vermesi gerektiği zaman, bir kitap çekip (bazen, her zaman değil) bir hazineyle karşılaşıyor.
Borges evinde (ve Ulusal Kütüphanede yıllarca çalıştığı büroda) alışıldık olanın rahatlığına sığınırdı, onun içinde bulunduğu uzamda hiçbir şey asla değişmez gibiydi. Her akşam, girişteki perdenin arkasına geçtiğimde, evin yerleşim düzeni anında önüme serilirdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıBorges’in Evinde
- Sayfa Sayısı72
- YazarAlberto Manguel
- ISBN9789750826658
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aslanlı Yol ~ Sevan Nişanyan
Aslanlı Yol
Sevan Nişanyan
Düşünce dünyamızın özgün ismi Sevan Nişanyan, okurlarının karşısına bu kez anılarından oluşan Aslanlı Yol ile çıkıyor. Yanlış Cumhuriyet’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu mitlerini sorgulayan, Sözlerin...
- Bir Kediyi Terk Etmek – Babam Hakkında ~ Haruki Murakami
Bir Kediyi Terk Etmek – Babam Hakkında
Haruki Murakami
Haruki Murakami babasını hatırlıyor… Sıradan bir anı, sahile beraber bırakılan bir kedi, Murakami’nin babasına dair anılarının kapısını aralıyor. Hayatı ve hayalleri savaşla bölünen babanın öyküsünü kurgulamak,...
- Kaş’ta Gün Batımı – Anılar ~ Serhat Karakartal
Kaş’ta Gün Batımı – Anılar
Serhat Karakartal
Bir Osmanlı ailesinin cumhuriyet dönemine geçişten sonraki inişli çıkışlı hikayesi gölgesinde 1970’lerin talim terbiye ve tedrisatından çıkmış son kuşağından bir üyesinin hayata tutunmasının, kendini...