Rüyanızda düşer gibi hissettiğiniz,tam yere kapaklanacakken sıçrayıp da uyandığınız oldu mu hiç?
Peki ya atalarınızın korkuları size musallat olup da hayatınızı dar etti mi?
İnsanın insan oluşu, atalarımızın serüvenleri aklınıza düşer mi sizin de?
Geçmişte nasıldık ve şu an olduğumuz yere ne yapıp edip de vardık merak ettiniz mi?
Jack London’ın modern kişinin rüyaları aracılığıyla geçmişe gidip de merakımızı dindirmeye çalıştığı bu eserde tarihimiz,
ilkel alışkanlıklarımız, benzerliklerimiz ve farklılıklarımız, korkularımız ve bu korkuların temeli irdelenmekte;
okuyucuya da kendi deneyimlerine bakıp sorgulamak düşmektedir.
1
İmgeler! İmgeler! İmgeler! Rüyalarıma üşüşen bir sürü imgenin nereden geldiğini sık sık merak ederdim. Uyanık olduğumda gördüklerime azıcık bile benzemezlerdi çünkü; neyse ki günün birinde öğrendim. Rüyalarımı kâbuslar geçidine çeviren imgelerdi bunlar; kısa sürede herkesten farklı, aykırı, lanetli bir yaratık olduğuma inanmama sebep olup çocukluğum boyunca bana eziyet eden imgeler…
Biraz olsun mutlu olduğum tek vakit gündüzleriydi. Gecelerime hükmeden şey ise korkuydu; hem de ne korku! Dünyayı benimle aynı anda arşınlayan kimsenin böyle şiddetli bir korku yaşamadığını söylesem yeridir. Çünkü benimki çok uzun zaman öncesinden gelen, Dünya henüz gençliğinin baharındayken orada kol gezen bir korkuydu. Sözün kısası, Orta Pleistosen Çağı’nın* dehşetiydi bu. Neden mi bahsediyorum? Demek ki size rüyalarımda ne gördüğümü anlatabilmem için öncesinde bir açıklama yapmam gerekiyor. Yoksa benim çok iyi bildiğim şeylerin manasını pek anlayamazsınız. Bunları yazarken öteki dünyanın tüm varlıkları ve olayları, alabildiğince uzanan bir hayaller şeridi misali gözümün önünden geçiyor ve ben sizin, aralarındaki bağlantıyı göremeyeceğinizi ve mantığını anlayamayacağınızı biliyorum. Sarkık Kulak’ın dostluğu, Süratli’nin sıcak cazibesi, Kızıl Göz’ün zalim şehveti ve ataya çekmesi size ne ifade eder? Bunlar sizin için hiçbir anlamı olmayan, gülünç kelimelerden başka bir şey değil. Ateş Halkı’nın ve Ağaç Halkı’nın yaptıkları ve sürünün manasız sesler çıkararak toplanması desem bunlar da size yine anlamsız, saçma kelimeler gibi görünecektir.
Çünkü siz sarp yamaçlardaki serin mağaraların huzurunu, günün sonunda su içilen yerlerdeki curcunayı bilmezsiniz. Ne ağaç tepelerine tırmanıp da ısıran sabah yelini hissettiniz ne de körpe ağaç kabuğunun damağınızda bıraktığı mayhoş tadı… Sanıyorum sizler de meseleye bakmaya tıpkı benim yaptığım gibi çocukluğumdan başlasanız daha iyi olur. Küçükken diğer çocuklardan pek bir farkım yoktu; en azından uyanık olduğum saatlerde. Fakat uyurken bambaşka bir hâl alıyordum. Uykularım kendimi bildim bileli dehşetle doluydu. Mutlu denebilecek bir rüya gördüğüm çok enderdi. Rüyalarımda daima korkuyordum hem de öyle tuhaf ve yabancı bir korkuydu ki bu, ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum.
Uyanıkken hissettiğim korkuların uykudayken pençesine takıldıklarımla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Tüm tecrübelerimi aşan türde ve nitelikte bir korkuydu bu. Bir şehir çocuğuydum ben mesela; kırsal benim için keşfedilmemiş bir yerdi. Gel gör ki rüyalarımda ne şehir görürdüm ne de bir ev. Üstelik kendi türümden bir insanın uyku duvarımı delip geçmişliği de yoktur. Ağaçları sadece parklarda ve kitaplarda gören biriydim ama uykumda uçsuz bucaksız ormanlarda geziniyordum. Dahası rüyamdaki bu ağaçları belli belirsiz de görmezdim; her birinin keskin ve belirgin hatları vardı. Onlarla daha önceden sıkı fıkı olduğum tecrübeler yaşadığım belliydi.
Her bir dalı, çırpıyı ve yaprağı görüyor, hepsini teker teker tanıyordum. Uyanıkken ilk kez bir meşe ağacı gördüğüm o anı çok iyi hatırlarım. Ağacın yapraklarına, dallarına ve boğum boğum budaklarına baktığımda böyle ağaçları uyurken defalarca gördüğümü rahatsız edecek kadar canlı bir şekilde anımsamıştım. Bu yüzden daha sonraları ladin, porsuk, huş ve defne gibi ağaçları görür görmez tanıdığımda şaşırmadım. Uykumda her birini daha önce görmüştüm çünkü, hâlâ da görmeye devam ediyordum.
Şimdiden fark etmişsinizdir; bu anlattıklarım rüya görmenin ilk kuralına aykırıdır. Rüyada yalnızca uyanıkken görülen şeyler ya da bu şeylerin birleşimi görülebilir. Ama benim hiçbir rüyam bu kuralı tanımıyordu. Hepsi de uyanıkken görmediğim şeylerle doluydu. Uykuda sürdürdüğüm hayatla uyanık hayatım birbirinden tamamen ayrı iki hayattı; onları birleştiren tek nokta bendim. Nasıl oluyorsa bu iki hayatı birden yaşayan ben, bir şekilde aralarındaki bağlantı noktasıydım. Henüz çok küçük bir çocukken kabuklu yemişlerin bakkaldan, meyvelerinse manavdan alındığını öğrenmiştim ama bunu öğrenmeden önce bile rüyalarımda ağaçlardan kabuklu yemişler topluyor, yere düşmüş olanları alıp yiyordum; asmalardan ve çalılardan da çalı meyvelerini toplayıp mideme indiriyordum. Oysa böyle bir şeyi bir kez olsun tecrübe etmemiştim.
Yaban mersinini sofrada ilk görüşümü hiç unutmayacağım. Evvelden yaban mersini görmüşlüğüm yoktu ama gözüm sofradakilere takılır takılmaz, bataklık araziden geçerken onlardan avuç dolusu toplayıp da yediğim rüyalarımı hatırlayıvermiştim birden. Annemin önüme koyduğu tabaktan bir kaşık almış ve henüz ağzıma götürmeden tadının nasıl olacağını bilmiştim. Hayal kırıklığına da uğramamıştım hani; tadı uykumda binlerce kez duyumsadığım aynı kekremsi tattı. Peki ya yılanlar? Daha varlıklarından haberdar bile değilken uykularımı zehrediyorlardı. Ormandaki açıklıklarda pusu kurmuş bekliyor, ayağımın altından sıçrayıp bana saldırıyorlardı; ya kuru otların arasından ya da çıplak kayalardan kıvrılarak kayıyorlar yahut da kocaman parlak bedenleriyle gövdesini sardıkları ağaçların tepelerine kadar peşime düşüp beni salınan ve çatırdayan dallarda baş döndürücü yüksekliklere kadar kovalıyorlardı.
Hayatımda ilk kez sirke gidip de yılan oynatıcısının havaya diktiğini gördüğüm bu canlıların çatal dillerini, yuvarlak, parlak gözlerini, ışıldayan pullarını ve tıslayıp kuyruklarını sallamalarını ben çoktan bilmiyor muydum sanki? Gecelerimi korkuya boğan eski dostlarım, daha doğrusu düşmanlarımdı onlar. Ah, o uçsuz bucaksız ormanlar ve dehşetin kol gezdiği kuytu karanlıklar! En ufak bir sesle irkilen, kendi gölgesinden korkan, gergin, sürekli tetikte ve etrafı gözleyen, canını kurtarmak için her an delicesine koşup kaçabilecek ürkek bir av olarak bitmek bilmeyen günler ve geceler boyunca ne çok dolaştım aranızda. Ormandaki her tür yırtıcının avıydım ve bu avcı canavarlardan boyuna kaçardım hem de korkudan kendimden geçerek… Sirke ilk gittiğimde beş yaşındaydım; eve hasta döndüm ama sebebi yemiş olduğum çok sayıdaki fıstık ya da içtiğim pembe limonata değildi. Durun da anlatayım. Hayvanların olduğu çadıra girer girmez boğuk bir kükreme yeri göğü inletti. Babamın elinden kurtulduğum gibi çadırın girişine kaçtım. İnsanlara çarpıp yere düştüm ve bütün bu süre boyunca dehşet içinde çığlık çığlığa bağırmayı bir an olsun bırakmadım. Babam beni tutup sakinleştirdi. Kükremeyi umursamayan kalabalığı gösterdi ve güvende olduğumu anlatıp beni rahatlatmaya çalıştı.
Yine de korkudan tir tir titreyen beni, aslan kafesine yanaşabilmem için epey cesaretlendirmesi gerekti. Onu hemen tanıdım. Canavar! Korkunç canavar! Rüyalarım gözümün önüne geldi birden: Uzun otlarda parıldayan öğlen güneşi, sessizce otlayan vahşi boğa, bal renkli tehlikenin süratle gelişiyle aniden aralanan otlar, boğanın sırtına atılışı, boğa böğürürken paldır küldür yere yuvarlanmaları ve kırılan kemiklerin çatırtısı; sonra yine su birikintisinin serin sessizliği, dizlerine kadar suya girmiş sessizce susuzluğunu gideren vahşi at, derken bal renkli tehlikenin hep bal renkli tehlike! sıçrayışı, atın çığlık çığlığa suya düşüşü ve kırılan kemiklerin çatırtısı; bir başka sefer kasvetli alaca karanlık, gün sonunun hüzünlü sessizliği ve aniden bu sessizliği kıyamet davulu gibi yırtan müthiş bir kükreme, hemen ardından ağaçlardan delicesine yükselen çığlıklar ve cırıltılar ve o çığlıklarla cırıltılara eşlik ederken tir tir titreyen ben… Onu böyle kafesinin parmaklıkları arkasında biçare görünce kuduruverdim. Ona bakıp dişlerimi gıcırdattım, önünde dans ettim, anlamsız sesler çıkararak ve çeşitli maskaralıklar yaparak onunla alay ettim. Onun yapabildiği tek şeyse parmaklıklara saldırıp çaresizce kükremekti.
Ah, o da beni tanımıştı işte; çıkardığım, geçmiş zamanlara ait o sesleri biliyor, manalarını anlayabiliyordu. Annemle babam korkmuştu. “Hasta bu çocuk,” dedi annem. “Histeriye tutuldu,” dedi babam. Olanları onlara hiç anlatmadım; onlar da hiç bilmediler. Yarı kişilik bölünmesi olarak adlandırmayı doğru bulduğum bu özelliğim hakkında ağzımı kapalı tutmayı çoktan öğrenmiştim. Yılan oynatıcısından sonra sirkteki hiçbir şeyi izlemedim.
Beni sinirleri bozulmuş ve gergin bir hâlde eve götürdüler. Rüyalarımdaki hayatımın gerçek hayatımı istilası beni hasta etmişti. Size bu konudaki suskunluğumdan bahsetmiştim. Bu tuhaf özelliğimi sadece bir kez bir başkasına anlattım. Yaşıtım bir çocuktu; en yakın arkadaşımdı. İkimiz de sekiz yaşındaydık o ara. Bir zamanlar içinde yaşadığıma inandığım ve rüyalarıma giren o yitik dünyadan sahneler canlandırdım ona. O erken dönemlerin dehşetlerinden, Sarkık Kulak’tan ve kaba saba şakalarımızdan, manasız sesler eşliğinde toplanmalardan, Ateş Halkı’ndan ve işgal ettikleri yerlerden bahsettim. Güldü ve benimle dalga geçti; bana içinde hayaletler ve geceleri yürüyen ölüler olan hikâyeler anlattı. Ama onu güldüren daha çok zayıf hayal gücümdü. Ben anlattıkça o daha çok gülüyordu. Gördüklerimin gerçek olduğuna tüm samimiyetimle yemin edince de tuhaf tuhaf bakmaya başladı. Ona anlattığım hikâyeleri beraber oynadığımız çocuklara yalan yanlış aktarınca bu sefer herkes bana tuhaf tuhaf bakmaya başladı.
Acı bir tecrübeydi ama dersimi almıştım. Herkesten farklıydım. Bende akıllarının almadığı bir şey vardı ve bu şeyden bahsetmek sadece yanlış anlaşılmalara sebep oluyordu. Onlar hayaletlerle ve gulyabanilerle ilgili hikâyeler anlatırken sesimi çıkarmadım ve kendi kendime acı acı gülümsemekle yetindim. Korku dolu gecelerimi düşündüğümde, gördüklerimin buğulu bir sis ve şüpheli gölgeler olmadığını, hepsinin hayatın kendisi kadar gerçek olduğunu biliyordum. Ben öcüleri ve kötü devleri düşününce dehşete kapılmıyordum. Yapraklarla kaplı ağaç dallarından ve baş döndürücü yüksekliklerden düşmekten, arkama bakmadan kaçarken bana saldırıp sıçramama sebep olan yılanlardan, ormana varana kadar açık arazide peşime takılan vahşi köpeklerden korkuyordum. Bunlar gerçek ve somut tehlikelerdi, hayal gücünden ibaret olmayan, etten kemikten, kanlı canlı, terleyen varlıklardı. Devler ve öcüler çocukluğum boyunca ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu satırları kaleme alırken dahi hâlâ yatağımı paylaştığım bu dehşete kıyasla, yanlarında tatlı rüyalara daldığım uyku arkadaşlarım olabilirlerdi ancak.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÂdem'den Önce
- Sayfa Sayısı152
- Yazar Jack London
- ISBN9786258364576
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19 cm , Karton Kapak
- YayıneviParodi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Söz Dinlemez Kalbim ~ Candace Camp
Söz Dinlemez Kalbim
Candace Camp
Leydi Irene Wyngate asla evlenmeyeceğine dair yemin etmiştir bu yüzden sert diliyle taliplerini kendisinden uzak tutar. Ancak korkutmayı başaramadığı tek bir adam vardır: Radbourne...
- Katalin Sokağı ~ Magda Szabó
Katalin Sokağı
Magda Szabó
Katalin Sokağı, Budapeşte’de savaş öncesinde aynı sokakta yaşayan birbirleriyle bağlantılı üç ailenin hikâyesi. Bu komşular grubunun küçük cenneti Nazilerin hoyratça müdahalesiyle ebediyen sarsılır. Artık...
- Gündüz Güzeli ~ Joseph Kessel
Gündüz Güzeli
Joseph Kessel
Joseph Kessel’in 1928’de yazdığı, yayımlanmasıyla birlikte büyük bir skandala yol açan kült romanı Gündüz Güzeli, yazıldıkları dönemi aşıp zamana karşı durmayı başarmış edebiyat metinlerinin...