“Malala kim?” diye sordu silahlı adam.
Malala benim, bu da benim hikâyem.
Haksızlığa maruz kalan ve sonra da susturulan bütün kızlar…
Sesimizi birlikte duyuracağız!
Taliban kuvvetleri Pakistanın Svat Vadisini kontrol altına aldığında, küçük bir kız hiç korkmadan düşüncelerini dile getirdi. Malala Yusufzay susturulmayı reddederek eğitim hakkı için mücadeleye girişti.
9 Ekim 2012 Salı günü, on beş yaşındayken, neredeyse bunu canıyla ödüyordu. Okul servisiyle eve dönerken, yakın mesafeden açılan bir ateşle başından vurulmuştu.
Malalanın mucizevi şekilde hayatta kalıp iyileşmesi, onu Kuzey Pakistandaki ücra bir vadiden New Yorktaki Birleşmiş Milletler binasının koridorlarına uzanan olağanüstü bir yolculuğa çıkardı. Malala on altı yaşında, barışçıl protesto eylemlerinin dünya çapında sembolü ve Nobel Barış Ödülüne aday gösterilen en genç isim oldu.
BEN, MALALA tek bir insanın sesinin bile dünyaya değişim yönünde ne kadar büyük bir ilham verebileceğini kanıtlıyor.
***
İÇİNDEKİLER
Önsöz: Dünyamın Değiştiği Gün…13
BİRİNCİ KISIM: TALİBAN’DAN ÖNCE
1Bir Kız Çocuk Doğuyor…23
2Şahin Babam…40
3Bir Okulda Büyümek…55
4Köy…75
5Ben Neden Küpe ‘takmıyorum ve Peşnılar Neden Teşekkür Etmiyorlar…95
6Çöp Dağı’nın Çocukları…108
7Okulumuzu Kapatmaya Çalışan Müftü…120
8Depremin Sonbaharı…134
İKİNCİ KISIM: ÖLÜM VADİSİ
9Radyo Molla…143
10Şekerler, Tenis Topları ve Svat’ın Budalan…157
11Akıllı Sınıf…171
12Kanlı Meydan…186
13Gül Makai’nin Günlüğü…194
14Komik Bir Barış…207
15Vadiden Ayrılmak…220
ÜÇÜNCÜ KISIM: ÜÇ KIZ, ÜÇ MERMİ
16Hüzünler Vadisi…233
17Uzun Boy Duası…251
18Kadın ve Deniz…266
19Özel Bir Talibanlaşma…276
20Malala Kim?…286
DÖRDÜNCÜ KISIM: YAŞAM ÎLE ÖLÜM ARASINDA
21“Allahım Onu Sana Emanet Ediyorum”…297
22Bilinmeyene Yolculuk…323
BEŞİNCİ KISIM: İKİNCİ BİR HAYAT
23“Kafasından Vurulan Kız, Birmingham”…339
24“Onun Gülümsemesini Çaldılar”…357
Sonsöz…371
Tefekkürler…384
İlave Telifler ve Teşekkür…389
ÖNSÖZ
Dünyamın Değiştiği Gün
Gece yarısı kurulan bir ülkeden geliyorum ben. Ölümün kıyısından döndüğümde ise vakit öğleni biraz geçiyordu.
Bir yıl önce, okula gitmek için evden çıktım ve bir daha geri dönmedim. Bir Taliban kurşunuyla vuruldum ve bilincim kapalı halde, uçakla Pakistan’dan çıkarıldım. Kimileri bir daha asla memleketime dönmeyeceğimi söylüyor ama ben döneceğime bütün kalbimle inanıyorum. Çok sevdiğin memleketinden koparılmak… bu, hiç kimse için dilenebilecek bir şey değil.
Şimdi her sabah gözlerimi açtığımda, eşyalarımla, yerlere saçılmış giysilerimle, okulda aldığım ödüllerin dizili olduğu raflarla dolu eski odamı görmek için can atıyorum. Bunun yerine, canım memleketim Pakistan’a ve Svat Vadisi’ndeki evime beş saat uzaklıkta bir ülkedeyim. Ama benim ülkem, buranın asırlarca gerisinde. Burada aklınıza gelebilecek her türlü rahatlık ve konfor var. Bütün musluklardan su akıyor -sıcak ya da soğuk, arzunuza göre-; bir düğmeyi çevirerek ışıkları yakabiliyorsunuz, gece ya da gündüz fark etmiyor, gaz lambalarına gerek yok; üzerinde yemek pişirebileceğiniz ocaklar var, üstelik kimsenin pazara gidip tüpgaz almasına gerek kalmıyor. Burada her şey öylesine modern ki, paketler içinde pişmiş halde satılan yiyecekler bile bulabiliyorsunuz.
Penceremin önünde durup dışarı baktığımda, yüksek binalar, düzenli sıralar halinde ilerleyen taşıtlarla dolu upuzun yollar, bakımlı yeşil alanlar ve bahçeler, üzerinde yürünebilecek düzgün kaldırımlar görüyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve bir an kendimi yeniden vadimde buluyorum – zirveleri karlarla kaplı yüksek dağlar, yemyeşil dalgalanan tarlalar, masmavi nehirler… Svat’ın insanlarına bakarken yüreğim gülümsüyor. Zihnim beni eski okul günlerime, arkadaşlarım ve öğretmenlerimle birlikte olduğum zamanlara taşıyor. En yakın arkadaşım Münibe’ylc buluşuyorum; oturup sohbet ediyor, şakalaşıyoruz. Sanki ben oradan hiç ayrılmamışım gibi…
Derken birden Birmingham, İngiltere’de olduğumu hatırlıyorum.
Her şey 9 Ekim 2012 tarihinde, bir salı günü değişti. Pek iyi bir güne uyanmamıştım zaten; ben çalışkan bir kız olarak bunu diğer sınıf arkadaşlarım kadar umursamasam da, sınav döneminin tam ortasındaydık.
Sabah, her birine beş ya da altı kızın sıkış tıkış bindiği, etrafa mazot dumanı yayan, parlak renklere boyalı üç tekerlekli rikşa arabalarımızla, sıra halinde Hacı Baba Yolu’nun dar, çamurlu geçidine girdik. Taliban’dan beri, okulumuzun tabelası yoktu vc oduncunun avlusunun karşısındaki beyaz duvara gömülü olan süslü, pirinç kapı, içeride ne olduğu konusunda hiçbir ipucu vermiyordu.
Biz kızlar için, bu kapı kendi özel dünyamıza büyülü bir giriş gibiydi. İçeri girer girmez, tıpkı güneşe yol vermek için bulutları kovan rüzgâr gibi, başörtülerimizi çıkarıyor, merdivenleri aceleyle, basamakları üçer-beşer atlayarak çıkıyorduk. Yukarıda, bütün sınıflara açılan kapıların olduğu açık bir avlu vardı. Sırt çantalarımızı sınıflarımıza bırakıyor, sonra sabah yoklaması için açık havada toplanıyorduk. Hazır ol vaziyetinde dikilirken, sırtımız dağlara dönük oluyordu. Kızlardan biri, “Assan baş!” yani “Rahat!” diye komut veriyor, biz de topuklarımızı yere vuruyor ve “Allah!” diye karşılık veriyorduk. Sonra kız “Ho şi yar!” yani “Hazır ol!” diyor, biz de yine topuklarımızı yere vuruyorduk. “Allah!”
Okul, ben daha doğmadan önce babam tarafından kurulmuştu. Üzerimizdeki duvarda kırmızı ve beyaz harflerle yazılmış HUŞHAL OKULU yazısı gururla parlıyordu. Haftada altı gün okula gidiyorduk; ben on beş yaşında bir dokuzuncu sınıf öğrencisi olduğum için, derslerimiz kimyasal denklemler çözerek, Urduca grameri çalışarak, “Acele işe şeytan karışır” gibi anafikirleri olan İngilizce öyküler yazarak ya da kan dolaşımı diyagramları çizerek geçiyordu. Sınıf arkadaşlarımın çoğu doktor olmak istiyordu. Bunun bir tehdit olarak görülebileceğini insanın aklı almıyor. Ancak okulun kapısının dışında, yalnızca Svat’ın en önemli kenti olan Mingora’nın gürültüsü ve çılgınlığı değil, aynı zamanda Taliban gibi, kızların okula gitmemesi gerektiğini düşünenler de vardı.
O sabah da tıpkı diğer günler gibi, ancak biraz daha geç başlamıştı. Sınav dönemiydi; bu yüzden okul sekiz yerine dokuzda başlıyordu. Bundan memnundum çünkü erken kalkmayı sevmiyorum ve horozların ötüşleri ile müezzinin ezan sesi arasında bile uyumaya devam edebiliyorum. Önce babam kaldırmaya çalışırdı beni. “Kalkma vakti, Cani mun,” derdi. Farsçada bu “ruh eşi” anlamına geliyor ve babam beni güne başlarken hep böyle çağırırdı. “Birkaç dakika daha, Aba, lütfen,” diye yalvarır, yorganın altına biraz daha gömülürdüm. Derken annem seslenirdi. “Pişo,” derdi. Bu “kedi” anlamına geliyor ve annemin bana taktığı isim buydu. O anda saatin farkına varır ve “Bhabi, geç kaldım!” diye bağırırdım. Bizim kültürümüzde her erkek sizin “erkek kardeşiniz”, her kadın da “kız kardeşiniz”dir. Birbirimizi böyle görürüz. Babam annemi okula ilk götürdüğünde, bütün öğretmenler onu “erkek kardeşimin eşi” yani bhabi olarak adlandırmışlardı. Sonra da öyle kaldı. Artık hepimiz anneme bhabi diyoruz.
Ben, evimizin ön tarafındaki uzun odada uyuyordum. Odadaki eşyalar bir yatak ile benim vadimizde barış için çalışmam ve kızların okula gitme hakkını savunmam karşılığında ödül olarak kazandığım paranın bir kısmıyla satın aldığım dolaptan ibaretti. Bazı raflarda, sınıf birincisi olduğum için aldığım altın rengi plastik kupa ve madalyalar duruyordu. Birinciliği yalnızca iki kez kaçırmıştım ve ikisinde de sınıftaki rakibim Melikc-i-Nur’a geçilmiştim. Bunun bir daha tekrarlanmaması konusunda kararlıydım.
Okul, evimize pek uzak değildi. Eskiden yürüyerek gidip geliyordum ama geçen yılın başından beri diğer kızlarla birlikte servise binmeye başlamıştım. Pis kokan nehir boyunca beş dakikalık bir yolculuk yapıyor. Dr. Hümayun un Saç Ekim Merkezi’nin dev reklam panosunun önünden geçiyorduk; kel erkek öğretmenlerimizden birinin aniden saçları çıkmaya başladığında, mutlaka Dr. Hümayun’a gitmiş olması gerektiğini söyleyerek dalga geçmiştik. Servisi seviyordum çünkü servise bindiğimde, yürürken terlediğim gibi terlemiyordum; arkadaşlarımla çene çalabiliyor, Bltai Can yani “Kardeş” dediğimiz şoförümüz Osman Ali ile dedikodu yapabiliyordum. Osman Âli anlattığı çılgınca hikâyelerle bizi çok güldürüyordu.
Annem benim tek başıma yürümemden korktuğu için servise binmeye başlamıştım. Yıl boyunca tehditler almıştık. Bazıları gazetelerde çıkmıştı; bazıları da insanların ilettiği notlar ya da mesajlar aracılığıyla bize ulaştırılmıştı. Annem benim için endişeleniyordu ama Tâliban daha önce kızlara saldırmamıştı hiç; ben babamı hedef almalarından korkuyordum çünkü babam sürekli onların aleyhinde konuşuyordu. Yakın dostu ve dava arkadaşı Zahit Han ağustos ayında namaz kılmaya giderken yüzünden vurulmuştu ve herkesin babama, “Dikkatli ol, sırada sen varsın,” dediğini biliyordum.
Servis bizim sokağa giremiyordu; bu yüzden nehrin aşağısındaki yolda iniyor, parmaklı demir kapıdan geçiyor ve merdivenlerden çıkıyordum. Biri bana saldıracak olsa, bunun o merdivenlerde olacağını düşünüyordum. Babam gibi ben de gündüz düşleri görürdüm hep; bazen derslerde dalıp gider ve eve giderken bir teröristin o basamaklarda birden karşıma çıkıp beni vurduğunu canlandırırdım gözümde. Böyle bir durumda ne yapacağımı merak ederdim. Belki ayakkabılarımı çıkarıp ona vururdum; ama sonra bunu yapmam halinde teröristten bir farkımın kalmayacağını geçirirdim içimden, “limanı, beni vur ama önce dinle. Bu yaptığın yanlış. Benim sana kişisel olarak bir garezim yok ki. Tek istediğim, bütün kızların okula gitmesi!” diye yalvarmak daha iyi olurdu.
Korkmuyordum ama geceleri kapının kilitli olup olmadığını kontrol etmeye ve Allah’a insan ölünce ne olduğunu sormaya başlamıştım. En yakın arkadaşım Münibe’ye her şeyi anlattım. Küçükken onunla aynı sokakta otururduk, ilkokuldan beri arkadaştık ve her şeyimizi paylaşırdık. Justin Bieber şarkıları, Alacakaranlık filmleri, yüzü en iyi nemlendiren kremler… Münibe’nin en büyük hayali moda tasarımcısı olmaktı; ama ailesinin bunu asla kabul etmeyeceğini biliyor, bu yüzden herkese doktor olmak istediğini söylüyordu. Bizim toplumumuzda, kızlar çalışabilecek olsalar bile, öğretmenlik ya da doktorluk dışında bir meslek seçmeleri çok zor. Ben farklıydım; doktorluktan vazgeçip mucit ya da politikacı olmaya karar verdiğimde, bu arzumu gizlemedim hiç. Münibe, ne zaman bir şeyler ters gitse hemen anlardı. “Endişelenme,” diyordum ona. “Taliban küçük bir kızla uğraşmaz.”
Servisimiz geldiğinde, basamaklardan koşarak indik. Diğer kızlar kapıdan çıkmadan önce başlarını örtüp arka tarafa oturdular. Servis bizim dayna adını verdiğimiz türden bir taşıttı aslında: ikisi yanlarda karşılıklı, biri de ortada olmak üzere üç sıra koltuğu olan beyaz bir Toyota TownAce. Yirmi kız ve üç öğretmenle tıkış tıkış oluyordu. Ben arkada sol tarafta Münibe ve bir alt sınıfımızdan Şaziye Ramzan adında bir kızla oturuyordum. Sınav dosyalarımızı göğsümüzde tutuyorduk, çantalarımızı da ayaklarımızın altına yerleştirmiştik.
Bundan sonrası biraz bulanık Dayna‘nın içinin sıcak ve yapış yapış olduğunu hatırlıyorum. Hava bir türlü serinlemek bilmiyordu ve yalnızca uzaktaki Hindukuş Dağları’nda kar vardı. Bizim oturduğumuz arka tarafta cam yoktu; sadece yanlarda rüzgârla dalgalanan kalın muşambalar vardı. Bunlar da öylesine sararmış ve tozluydular ki bir şey görmek imkânsızdı. Arkadan tek görebildiğimiz, bir parça mavi gökyüzü ve arada bir de güneşin yuvarlak şekliydi; günün o saatlerinde güneş, her şeyin üzerinde dolaşan tozların içinden süzülerek geçen sarı bir küreye benziyordu.
Servisin her zamanki gibi ordu kontrol noktasında anayoldan çıkıp sağa döndüğünü ve artık kullanılmayan kriket sahasından sonraki virajı aldığını hatırlıyorum. Sonrasını hatırlamıyorum.
Vurulmayla ilgili rüyalarımda babam da benimle birlikte serviste oluyor ve o da benimle birlikte vuruluyor. Sonra etraf insanlarla doluyor ve ben babamı aramaya başlıyorum.
Gerçekte ise şöyle olmuştu: Birden durmuştuk. Sol tarafımızda Svat’ın ilk hükümdarının maliye bakanı Şir Muhammed Han’ın üzeri otlarla bürünmüş mezarı; sağımızda yiyecek fabrikası vardı. Kontrol noktasına en fazla 200 metre mesafede olmalıydık.
Biz ön tarafı göremiyorduk ama açık renk giysiler giymiş, genç, sakallı bir adam yola çıkmış ve servise durmasını işaret etmişti.
“Bu Huşhal Okulu servisi mi?” diye sormuştu şoföre. Osman Bhai Can bunun aptalca bir soru olduğunu düşünmüştü çünkü okulun adı yan tarafta yazılıydı. “Evet,” demişti.
“Bazı çocuklarla ilgili bilgiye ihtiyacım var,” demişti adam.
“Sekreterliğe gitmeniz gerek,” diye karşılık vermişti.
Osman Bhai Can.
O konuşurken, beyazlar giymiş başka bir adam servisin arka tarafına yaklaşmıştı. “Bak, röportaj yapmaya gelen gazetecilerden biri,” demişti Münibe. Ben babamla birlikte, kızların eğitim hakkını savunmak ve bizi kapalı tutmaya çalışan Taliban gibilerin aleyhinde konuşmak için etkinliklere katılmaya başladığımdan beri sık sık gazeteciler, hatta yabancılar geliyordu. Ama böyle yolda karşımıza çıkmıyorlardı.
Adam siperli bir kep giymişti ve üniversite öğrencilerine benziyordu. Servisin arka tamponuna basıp bize doğru uzanmıştı.
“Malala hanginiz?” diye sormuştu.
Kimse bir şey söylememişti ama birkaç kız bana bakmışlardı. Yüzü örtülü olmayan tek kız bendim.
O anda adam siyah bir silah çıkarmıştı. Daha sonra bunun bir Colt 45 olduğunu öğrenecektim. Kızlardan bazıları çığlık atmışlardı. Münibe onun elini sıktığımı söylüyor.
Arkadaşlarım adamın ardı ardına üç el ateş ettiğini söylüyorlar. İlki sol gözümden girip sol omzumun altından çıkmış. Sol kulağımdan kanlar akarak Münibe’nin üzerine devrilmişim. Bu yüzden diğer iki kurşun yanımda oturan kızlara isabet etmiş. Bir kurşun Şaziye’nin sol eline saplanmış. Üçüncüsü ise onun sol omzunu sıyırıp Kainat Ri- az’ın sağ koluna girmiş.
Arkadaşlarım daha sonra, ateş ederken adamın elinin titrediğini söylediler.
Hastaneye vardığımızda, benim uzun saçlarım ve Münibe’nin kucağı kan içindeymiş.
Malala kim mi? Malala benim ve bu da benim hikâyem.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Belgesel Roman Biyoğrafi-Otobiyoğrafi Edebiyat Hikaye
- Kitap AdıBen, Malala
- Sayfa Sayısı392
- YazarChiristina Lamb, Malala Yusufzay
- ÇevirmenDoğan Yılmaz
- ISBN9789944828284
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2014-4
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı ~ Mustafa Kutlu
Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı
Mustafa Kutlu
Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, esasen günümüzde bir kitapseverin hususi çerçevesini vermek isteyen bir çalışma. Esere edebi mahiyet kazandıran husus, hem modern kurgusundan hem...
- Tirende Bir Keman ~ Mustafa Kutlu
Tirende Bir Keman
Mustafa Kutlu
Türk hikâyeciliğinin usta kalemlerinden Mustafa Kutlu, Tirende Bir Keman adlı son kitabıyla okurlarıyla buluşuyor. Kimi zaman güldüren çoğu zaman da hüzünlendiren musikişinas bir baba-oğulun...
- İmdat Aşık Oldum – Hayatın İçinden Gerçek Bir Gönül Fırtınası ~ Cüneyd Suavi
İmdat Aşık Oldum – Hayatın İçinden Gerçek Bir Gönül Fırtınası
Cüneyd Suavi
2010 Yılının şubat ayıydı. Bir gün maillerimi açtığımda, beni çok şaşırtan bir çağrı gördüm: Mailin ‘konu’ kısmında sadece tek kelime yazıyordu: “İmdat!” “İmdat!” diye...