Rüzgârın uğultusu, son köpeğin telaşlı adımları, kuzeyde kırık bir şimşeğin sessiz resmi, uykusu bölünmüş bir tarla faresinin kuşkuyla çevresini koklayışı, uçamayan bir kuşun ötüşü, buzlaşmış karın hışırtısı ve az ötede ince, öfkeli bir ses; çocuk sesi: “…Ba-bam tö-rö-ist be-nim. Ba-bam öldö-recek seni…”
İstanbul öksürüyor, Taksim’de barikatlar… Cümle isteyen GV, dağınık yatak, eksik defter, Leyla Sayar afişi, Marilyn kapıya gelmiş, Ahmet Abi Zinar’la konuşuyor. Serap sorular soruyor. Cihangir’de bir apartman, Basmahane’de bir tren, roman içinde roman…
2013 Haziranı’nda insanlar iyimserken, umutluyken, devran başka türlü dönerken…
Yaralı bir adamı anlatıyor Mehmet Eroğlu. Sokaktan gelen çocuğu, ruhu bereli olanı, İsa’nın Meryem’i öldürdüğünü gören bebeği, unutmaya ve arınmaya çalışan bir yazarı. “Sağlığına Cyrano.”
9,75 Santimetrekare, Mehmet Eroğlu dünyasının sıcak ve yaralı yüzü.
Birinci Bölüm
“İnsan kendi için yaptığı, kendine uyan bir
tasarımda dünyadaki acıyı nereye koymalı?”
– HENRY JAMES
– 1 –
… Rüzgârın uğultusu, son köpeğin telaşlı adımları, kuzeyde kırık bir şimşeğin sessiz resmi, uykusu bölünmüş bir tarla faresinin kuşkuyla çevresini koklayışı, uçamayan bir kuşun ötüşü, buzlaşmış karın hışırtısı ve az ötede ince, öfkeli bir ses; çocuk sesi: … “Ba-bam tö-rö-ist be-nim. Ba-bam öldö-recek seni…” … Ölümümü dileyen hadsiz tellal kaç yaşında? Dört buçuk belki de beş; tahmin etmek zor. Çocuklar burada ay ay, yıl yıl değil, yiyecek buldukça büyüyor; bu yüzden emin değilim. Sanırım henüz nüfus cüzdanını, onu birisi yapacak, kimsesiz varlığını onaylayacak o belgeyi edinmesine yıllar var. Aşağıdaki tutuşmuş evlerin arasından çıkıp gelmiş olmalı. “Baban nerede, ne iş yapıyor,” diye soran uzun boylu onbaşıya aldırmadan yüzünde kocaman bir şark çıbanı– dümdüz bana yürüyor. Hah ha, şimdi anlaşıldı! Onu bana çeken, sağ elmacık kemiğinin üstünde kırmızı bir çiçek gibi açmış bu görkemli çıbanın varlığı. Beni akrabası sanmış olacak! Aylardan mart, 1997 ya da 98 martı; kuzeye özgü donuk gümüş renginde bir günbatımı. Dağdan esen acımasız ayaz havayı bıçak gibi dilimlerken, dört buçuk ya da beş yaşındaki çocuk, üç sözcükten oluşan cümleyi, dumanlar arasında oturan, belki de öğretmeni dışında gördüğü ilk Türk’e, bana bakarak, sözcükleri kâh ikiye kâh üçe böle böle tekrarlıyor: Sesi rendeden geçirilmiş gibi bölük pörçük. Saldırganlığıysa önyargısız, neredeyse saf: …”Ba-bam tö-rö-ist be-nim…” … Çocuğa bakıyorum.
Babasının mesleğinden hiç şüphesi yok: Hadi et desem, yemin bile eder. Sesindeki çelik gibi, soğuk gibi kesinlik, elimdeki G3 kadar belirgin. İki ay sonra yetkililer yakınlarını bulmaktan umutlarını kestiğinde –bulsalar bile kendilerini yanmış köyden Adana’da bir deliğe zorlukla atan uzak akrabaları, yüzü şark çıbanıyla damgalanan kuzenlerini kesinlikle reddedeceğinden– bu minik cehennem tellalını bir yetimhaneye tıkacak, orada dayak atmaktan yorulan biri bir gün merak edip soracak: “Sen terörist kime denir biliyor musun lan?” Bu soruyu kim soracak bilmiyorum. Şu anda rüzgâr uğuldar, o son uğursuz köpek telaşlı adımlarla kaçar, uçamayan sakar kuş öterken bildiğim, kim sorarsa sorsun, aptalca bir soru sormuş olacak.
Çünkü çocuk çok uzun zamandır teröristlerden haberdar. Hatta öğrendiği ilk Türkçe sözcüğün bu olduğuna iddiaya girerim. Kendini bildi bileli, her gün kayıp babasının izini bulmak için bir komşunun adına Emine teyze diyelim televizyonunda nenesiyle birlikte haberleri seyrediyor; dedesi muhtemelen erkeklerle kahvede izler TRT 2’yi. Cimri olduğu için, nenesi ne kadar yalvarsa da, adam bir türlü televizyon almamış…
Çocuğun televizyona böylesine düşkün olmasının nedeni de teröristler: Onlarla ilgili haberleri en iyi, tüm ayrıntısıyla veren TRT 2’deki Perde Arkası. Nerede çatışma çıkmış, kaç yaralı var, kaç terörist silahlarıyla birlik- 7 te ‘etkisiz hale gettirilmiş,’ hemen öğreniyorlar; gerçekler, o sert suratlı adamın önünde durduğu perdenin tam arkasında. Çocuğun ‘teröristi etkisiz hale getirmenin’ öldürmek olduğunu öğrenmesine daha zaman var ama yine de her şeyin farkında o… Nenesi, TRT 2’deki o perde aralanıp arkasında yerde yan yana dizili cesetler ortaya çıktıkça, sanki üç yıl önce Suriye’ye geçen babası vurulmuş gibi “Mala min bişewite, ez bi qurban,”1 diye bağırıyor.
… Çocuk –henüz yetimhaneye gönderilmedi, henüz o tokatları yemedi, şimdi tam karşımda– ortalıkta görünmeyen nenesinin çığlıkları eşliğinde Mesut’a aldırmadan parmağını uzatıyor. İnce, kirli ve soğuktan çatlamış parmağı burada olsa terörist babasının üzerime doğrultacağı namluya benziyor. Bir at kadar uzun yüzü olan onbaşı, … “Yaklaş!” diyorum… “Ne dedin?” Uzaktan gelen ses sönerken gözlerimi aralıyorum. 1997 ya da 98’de değil, 2013’deyim…
Aylardan haziran, martı bitireli iki ay oldu. Karşımda çocuk falan da yok; hışırdayan buz, kuş sesi ve o bir türlü ölmek bilmeyen köpek de! Gabar’ın eteklerinde değil, İstanbul’dayım. Daha kesin söylemek gerekirse Cihangir’de bir apartmanın ikinci katındaki yatak odasında yüzükoyun yatan Ayşın’ın üzerindeyim. Erkekliğim iyice büzülmüş ama hâlâ içinde. Az önce omzunu ısırıp yalarken bulaşan tuzsa dilimi yakıyor. Sakallarım gıdıklamış olacak, Ayşın, “Ne dedin?” diyor yeniden.onu gördükçe ortalıkta efendisinin öfkesiyle dolanan bir uşağı hatırlayıp gülümsüyorum çocuğa doğru atılıyor.
Onu elimle durduruyorum. Ne yapsa boş! Ölümümü çığıran çocuk hiçbir şeye aldırmıyor. Ya onu beni öldürebileceği kadar yakına çağırsam?
Ona yıllardır tasarladığım ancak dokuz ay önce yazmaya başladığım romanın bir türlü oturtamadığım giriş bölümünden, parmağı namluya dönüşmüş, henüz Türkçe konuşamayan o çocuk kahramanımdan söz etmeli miyim? Evet, etmeliyim! Küçük tellal bunu hak ediyor. “Yürekli bir çocukla konuşuyorum,” diyorum. “Dört buçuk ya da beş yaşında; tam emin değilim…” Çocuğun yüzündeki çıban? Hayır! Çıbana gerek yok. Ama aldırmazlığını betimleyebilirim: “Dört buçuk ya da beş yaşındaydı ve aldırmazlığı çocuksu değildi…” Nasıl olduğunu da söylemeliyim: “Aldırmazlığı ve acımasızlığı tanrısızdı. Her şeyin farkındaydı…” Ayşın kalçalarını oynatıyor. Hadi mi, diyor? Hayır, tekrar yapamam.
Gücüm kalmadı demeyi düşünüyorum sonra bundan da vazgeçiyorum. Yüz koyun yatıyor. En az yüz kez betimlediğim gözlerini yatağa bastırıp bir hazineymişçesine gizlemiş… Sadece boynunu görebiliyorum. Hafifçe terlemiş, uzun bir beyazlık sonra o kısa şeffaf tüyler; anılarla yüklü, beni gerilere, çok gerilere götüren mermerimsi, hüzünsüz bir boyun. Ayşın’ın boynundaki damarlar şişiyor.
Çocuğun aldırmasızlığına aldırmayacak, merak ettiği yaşı: “Dört buçuk mu, beş mi?” diyor. … Çocuk sırasını savdı, sıra bende.
Ayşın’ın sorusu beni daha da uzak geçmişe, ta 1977’ye ya da 78’e götürüyor: Bu kez ben dört buçuk ya da beş yaşındayım. Aylardan temmuz; sıcak, çok sıcak bir sabah… Bir saattir tavanı eternit kaplı, geniş sundurmanın altında ayakta bekliyoruz. Hepimiz şıkız: Üzerimizde bayramlardaki resmî geçitlerde giydiğimiz –öteki okuldaki çocukların sofra örtüsü diye alay ettiği– o çizgili, soluk forma var. Sundurmanın altında çıt çıkmıyor. Bir saattir dilsiziz. Müdür bizi gölgenin içine koyun sürüsü gibi sıkıştırırken “Konuşanı seçmezler,” dedi. “Gevezeler hep burada kalır…” Yüksek okaliptus ağaçlarının üst dallarına yerleşmiş o rüzgâr sesi, alanın ortasındaki eski taş çeşmenin yalağındaki su, cıvıltılı kuşlar, geveze ağustosböcekleri, her şey suskun. Tek ses, duvarın ötesinden gelen 10:30 treninin ıslığımsı, davetkâr düdüğü. Banliyö treni bu: Basmahane’den tam yarım saat önce kalktı. Karşıyaka’dan sonra Şemikler’e kadar daha yirmi dakikası var…
Trenin ortalama hızını, istasyonlarına varış zamanlarını çok sonra, askerden dönünce, Basmahane-Şemikler arasını altı defa gidip geldiğim 12 Ağustos günü öğreneceğim. Ama o garip tren yolculuğunu yapmama daha yirmi bir ya da yirmi iki yıl var. O temmuzda, o gün, dört buçuk ya da beş yaşındayım, kımıldamadan bir dilsiz gibi dikilirken hem istasyonlardan hem de trenin hızından habersizim. Trenler, sundurmanın altında rüya görenler için uzaya tırmanan roketler kadar gizemli ve sıra dışı. Hele Manisa ve Balıkesir üzerinden Ankara’ya giden motorlu trenler! İkiyle beş yaş arası otuz çocuk, çıt çıkarmadan bekliyoruz.
Yıllardır geceleri hayallerimizde resimlerini çizdiğimiz, tatlı, yumuşak, bağırmayan, küçük çocukları dövmeyen, onları arada öpen, sarılan, geceleri onları ısıtan, altını ıslattığında kızmayan anneler ve babalar biraz sonra gelip bizleri beğenecek, kolumuzdan tutup yılda birden fazla kez çikolata yenen evlerine götürecekler. Belki bazılarımızın kardeşleri olacak, hatta trenlere, vapurlara bineceğiz. Sorarlarsa ben vapura değil, trene binmek istiyorum diyeceğim. Hem de bütün gün: Trenin kalktığı ilk istasyondan ta son istasyona kadar… Temmuz, rüya görmek için güzel bir ay…
O dilsiz sessizlikte güzel rüyalar görürken yan tarafta bir ses: bir pat ya da bir çat; belki de bir küt. Sanki karpuz patladı ya da çatladı belki de kütledi… Sesin neye benzediğini unuttum ama yere düşenin Hüseyin olduğunu hatırlıyorum. O henüz üç yaşında bile değil. Yarı açlık ve tam sıcak onu yere seriyor. Eternit bir sundurmanın altındaki İzmir Temmuzu çok ama çok sıcak…
“Hey! Terin damlıyor?” Terleten temmuzundan geri geliyorum. Burada aylardan haziran; İzmir’de değil, İstanbul’dayım. Ayşın altımda, kasıklarımın arasında. Soru, kalçalarının kımıltısıyla birlikte geliyor: “Yoksa ağlıyor musun?” Ağlamak mı? “Bunu da nereden çıkardın?” diyorum. “Damlalar gözyaşı gibi; düzenli,” diyor Ayşın. “Omuzuma düşüyor.” Başına buyruk, kimseye haber vermeden kendini aşağıya salan gözyaşlarımı Ayşın’ın sağ omzundan beline doğru inerken yakalıyorum, dilimle eziyorum, sonra, “Gazdan,” diyorum. “Buraya kadar gelmiş olmalı.” “Taksim çok uzak,” diyor o.
Haksız sayılmaz. Hem Taksim hem de olup bitenler uzak bize. Millet Taksim’de, daha uzakta, Dolmabahçe’de meydan savaşı veriyor, biz burada düzüşüyoruz… Dört buçuk ya da beş yaşında düzüşmek nedir bilmezdim. Utanıp düşüncelerimi düzeltiyorum: Ayşın asla düzüşen bir kadın olmadı, onun gibiler sadece sevişir, bunu unutmamalıyım. Kirpiklerimi aralıyorum: Boşuna telaşlanmışım. O hiçbir şeyle ilgilenmiyor.
İlgilendiği tek şey… “Hadi bana güzel bir cümle söyle!” Evet, cümleler! O belki Roxane2 değil ama ben kesinlikle Cyrano’yum. Güzel, baştan çıkarıcı cümleler satıyorum. Tamirciyim de. Ayşın buraya, kasıklarımın arasına cümle devşirmeye, geçen kış evlenmeyi göze alamadığı sevgilisinin incittiği –adam nasıl bulup becerdiyse– benliğini benden satın aldığı cümlelerle tamir ettirmeye geliyor. Yaralara iyi gelen cümlelerim, taze, benzersiz, her derde deva betimlemelerim var…
Temmuz sıcağına, çocukluğuma, Hüseyin’e, gözyaşlarına güle güle… “Cümle istiyorsan yüzünü dön,” diyorum. Ayşın, “Böyle iyiyim,” diyor. Onu anlıyorum. Hep aldığından azını veren biri o! Daha ilk seferde keşfettim: Sevişirken yüzüstü yatmasının nedeninin yüzümle yüz yüze gelmemek olduğunu. “Hadi,” diye üsteliyor. Hadi Cyrano! İş başına, taze, bayatlamamış bir cümle: “İnsan sana bakınca neyi kavrıyor biliyor musun? Bütün hayatın güzellik üzerine tasarlanması gerektiğini…” Altımdaki beden şehvetli bir merakla esniyor, zevkle inliyor.
Devam: “Ve insan seni seyrederken karşısındaki güzelliğin hakkını verebilmesi için ya ressam ya da şair olması gerektiğini kavrıyor…” Ayşın önce hiçbir şey, sonra, “Tanrım,” diyor. “Bu sözleri, bu cümleleri, böyle benzetmeleri hemen nasıl buluyorsun?” Biriktirdim, hem de yıllardır. Günün birinde beni sevmeye kalkışacak o kör kadın için.
Tamam, o kadın, bu güzel gözlü kadın değil, ancak stoktakileri şimdi kullanmazsam, belki de hiç kullanamayacağım. Ayşın istifçiliğimden habersiz, “Ya gözlerim?” diye soruyor. Evet! Şimdi umduğum fırsat. Gözlerine adanmış betimlemeleri fısıldamadan önce bekliyorum. Dönecek! Gözlerini dinlemek için yüzüme bakmaya katlanacak. Dönüyor. Hoş geldi! Gözlerinin güzelliği dudaklarımın ucunda, onu bekliyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap Adı9,75 Santimetrekare
- Sayfa Sayısı281
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750516429
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hürriyet Gelirken ~ Memduh Şevket Esendal
Hürriyet Gelirken
Memduh Şevket Esendal
“Hürriyet Gelirken” adını verdiğimiz kitapta, 1908-1925 yılları arasında yazılmış, çoğu süreli yayınlarda çıkmış ve 1983’ten sonra günümüz harflerine çevrilerek kitaplarına girmiş Esendal öykülerini okuyacaksınız....
- Şeytan Geçti ~ Aslı Tohumcu
Şeytan Geçti
Aslı Tohumcu
“Bacım, adını bağışlar mısın?” “Ayser,” derken içinden mi geçirdi, dışarıya mı konuştu emin olamıyor. “Selma benimki de. Bir çay içip dertleşelim ister misin kadın...
- Eğer Ben Kâbil İsem ~ Emre Taş
Eğer Ben Kâbil İsem
Emre Taş
Bizim civarda “gönlü inançlılar kardeş yaratılmıştır” deyip kimse hanesini haremlik ve selamlık diye bölmezdi. İkilik hanede, devlette, cihanda ve Tanrı katında uğursuzdu. Ama ayrılmalıymış...