1984, 20. yüzyılda yazılmış en güçlü metinlerden biridir. Orwell’in 1949’da yayımlanan karşı-ütopyacı romanı, kâbusu andıran bir gelecek vizyonuyla her kuşaktan okuru derinden etkilemiştir. Belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı sarsıcı bir uyarıdır. Bugün 1984’e atıfta bulunmadan totaliter rejimlerden, propagandadan ve gerçeğin saptırılmasından söz etmek neredeyse imkânsızdır.
Romanın etkisi yayımlanışının üzerinden geçen yetmiş yılı aşkın sürede hiç azalmadığı gibi daha da artmış, adeta kolektif belleğimize kazınmıştır. 1984’ü, bu kez André Carrilho’nun bu ölümsüz yapıtın gücüne güç katan muhteşem illüstrasyonlarıyla sunuyoruz.
1.KISIM
1.Bölüm
Soğuk ve güneşli bir nisan günü saatler on üçü vuruyordu. Feci rüzgârdan korunma çabasıyla çenesi göğsüne gömülmüş olan Winston Smith, Zafer Konakları’nın cam kapısından hızla içeri daldı ama beraberinde bir miktar toz toprağın da döne döne içeri girmesini önleyecek kadar süratli değildi.
Koridor haşlanmış lahana ve eski paspas kokuyordu. Koridorun sonunda ise bina içinde sergilenmeye uygun düşmeyecek kadar büyük bir afiş duvara asılmıştı. Afişte bir metreden geniş dev bir surat vardı: Kırk beş yaşlarında, kapkara pos bıyıklı, haşin bakışlı yakışıklı bir adamın surati. Winston merdivenlere yöneldi. Asansörü denemenin faydası yoktu. İşlerin en yolunda gittiği zamanlarda bile nadiren çalışırdı ve o sıralar gündüz saatlerinde elektrik kesintisi yapılıyordu. Nefret Haftası hazırlıkları dahilindeki tasarruf hamlesinin bir parçasıydı bu. Daire yedi kat yukarıdaydı ve otuz dokuz yaşına gelmiş olan, sağ ayak bileğinde de varis ülseri bulunan Winston merdivenleri birkaç kez mola vererek ağır ağır çıktı. Her sahanlıkta, asansör kapısının karşısındaki duvara asılı afişten o dev surat ona bakıyordu. Hareket ettiğinizde gözleri sizi takip edecek şekilde yapılmış resimlerdendi bu. BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR yazıyordu resmin altında.
Dairenin içinde tatlı ve nağmeli bir ses ham demir üretimiyle alakalı rakamlardan oluşan bir listeyi okuyordu. Ses, sağdaki duvar yüzeyinin bir kısmını kaplayan ve buğulanmış aynaya benzeyen dikdörtgen bir metal levhadan geliyordu. Winston bir düğmeyi çevirince ses azaldı ama sözcükler hâlâ anlaşılabiliyordu. Cihaz (adına telekran deniyordu) kısılabiliyordu ama tamamen kapatılmasının hiçbir yolu yoktu. Winston pencereye doğru yürüdü: Parti üniforması olan mavi işçi tulumu yüzünden bedeninin cılızlığı daha
da belirginleşen ufak tefek, kırılgan bir adam. Saçları açık sarı, yüzü doğuştan kırmızımsıydı, teni ise sert sabundan, kör jiletlerlerden ve yeni biten kışın soğuğundan sertleşip kalınlaşmıştı.
Dışarısı, kapalı pencerenin ardından bakınca bile soğuk görünüyordu. Aşağıda, sokakta rüzgâr tozu ve kâğıt parçalarını minik girdaplar halinde döndürüyordu; parlayan güneşe ve gökyüzünün çiğ maviliğine rağmen, dört yana yapıştırılmış afişler dışında hiçbir şeyde renk yoktu sanki. Kara bıyıklı surat her köşeden bakıyordu. Tam karşıdaki evin duvarında bir tane afiş vardı. Alttaki yazı BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR derken, kara gözler Winston’ın gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Sokak seviyesindeki başka bir afişin yırtık köşesi rüzgârda çırpınırken INGSOS sözcüğü bir görünüp bir kayboluyordu. Uzakta bir helikopter çatıların arasında alçalıyor, kurtsineği gibi bir an havada asılı kaldıktan sonra yay çizerek tekrar uzaklaşıyordu. İnsanların pencerelerinden içeri bakan Polis Devriyesi’ydi bu. Gerçi devriyelerin pek önemi yoktu. Sadece Düşünce Polisi önemliydi.
Winston’ın arkasında telekrandan gelen ses hâlâ ham demir ve Dokuzuncu Üç-Yıllık Plan’ın tamamlanmasına dair saçmalıyordu. Telekran aynı anda hem verici hem alıcıydı. Çok düşük düzeydeki fısıltılar dışında Winston’ın çıkardığı her sesi algılıyordu; üstelik metal levhanın görüş açısında kaldığı sürece duyulduğu gibi görülüyordu da. Herhangi bir anda izlenip izlenmediğini bilmek elbette mümkün değildi. Düşünce Polisi’nin belli bir hatta ne sıklıkla ya da nasıl bir sisteme göre bağlandığı üzerine en fazla tahmin yürütülebilirdi. Hatta aynı anda herkesi birden izliyor olmaları da mümkündü. Ama her halükârda ne zaman isterlerse senin hattına bağlanabilirlerdi. Çıkardığın her sesin duyulduğunu, ayrıca karanlık değilken her hareketinin gözlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydın artık içgüdüselleşmiş bir alışkanlıkla zaten öyle yaşıyordun.
Winston telekrana arkasını dönmüştü. Böylesi daha emniyetliydi ama gayet iyi bildiği üzere insanın sırtından da anlam çıkarılabilirdi. Çalıştığı yer olan Doğruluk Bakanlığı bir kilometre ileride, kirli beton binaların ardında geniş ve bembeyaz yükseliyordu. Burası -diye düşündü biraz hoşnutsuzluklaburası Londra; Okyanusya’nın üçüncü en kabalalık eyaleti olan Hava Pisti Bir’in merkezindeki şehir. Londra’nın hep böyle olup olmadığını anımsamak için çocukluk hatıralarını şöyle bir yokladı. Yıkılmasın diye kalaslarla desteklenmiş; pencereleri mukavvayla, çatıları oluklu demir sacla yamanmış, eğri büğrü bahçe duvarları dört bir yana doğru bel vermiş şu
çürümekte olan on dokuzuncu yüzyıl evlerinin oluşturduğu manzara hep var mıydı? Peki ya sıva tozlarının havada dönüp durduğu ve yakıotlarının moloz yığınlarını kapladığı bombalanmış alanlar; peki bombaların dümdüz ettiği daha geniş alanlarda kümesten farkı olmayan pislik içindeki ahşap gecekonduların boy verdiği yerler? Ama hiç faydası yoktu, hatırlayamıyordu: Arkaplandan yoksun ve büyük ölçüde anlaşılmaz, silsileler halindeki parlak ışıklı görüntülerden başka bir şey kalmamıştı çocukluğundan.
Doğruluk Bakanlığı-Yenikonuşta* DoğBak-çevredeki diğer tüm cisimlerden dehşet verecek kadar farklıydı. Pırıltılı beyaz betondan devasa bir piramit şeklinde yapılmış bu binanın basamaklı yüzeyi göğe doğru 300 metre yükseliyordu. Winston’ın durduğu yerden binanın beyaz yüzeyine zarif harflerle yazılmış olan üç Parti sloganı zar zor okunuyordu:
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR CEHALET GÜÇTÜR
Doğruluk Bakanlığı’nın yer üstünde üç bin odası olduğu, yeraltında da buna denk düşecek uzantıları bulunduğu söyleniyordu. Londra’ya dağılmış olan benzer görünüme ve boyutlara sahip üç bina daha vardı. Çevrelerindeki mimariyi öyle ezici bir şekilde cüce bırakıyorlardı ki Zafer Konutları’nın terasından dördünü de aynı anda görmek mümkündü. Bunlar bütün yönetim aygıtını aralarında bölüşmüş olan dört Bakanlığın binalarıydı. Haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgilenen Doğruluk Bakanlığı. Savaşla ilgilenen Barış Bakanlığı. Kanun ve düzeni koruyan Sevgi Bakanlığı. Bir de ekonomik meselelerden sorumlu olan Bolluk Bakanlığı. Yenikonuştaki adları şöyleydi: Doğbak, Barbak, Sevbak ve Bolbak.
Sevgi Bakanlığı gerçekten korkutucu bir yerdi. Hiç penceresi yoktu. Winston Sevgi Bakanlığı’nın içine hiç girmemiş, hatta oraya yarım kilometreden fazla yaklaşmamıştı. Burası resmi işiniz yoksa asla giremeyeceğiniz bir binaydı, işiniz varsa bile ancak bir dikenli tel labirentinden, çelik kapılardan ve gizli makineli tüfek yuvaları arasından geçerek girebiliyordunuz. Bina dışındaki bariyerlere açılan sokaklarda bile kara üniformalı ve goril suratlı muhafızlar ellerinde coplarla dolaşıyordu.
Winston aniden geriye döndü. Telekrana bakarken takınılması münasip dingin bir iyimserlik ifadesine büründürmüştü yüz hatlarını. Odanın öbür yanına geçip minik mutfağa girdi. Bakanlıktan bu saatte ayrılarak kantindeki öğle yemeğini feda etmişti ve mutfakta yarınki kahvaltı için saklanması gereken bir dilim esmer ekmekten başka hiç yiyeceği olmadığının farkındaydı. Rafa uzandı ve üzerindeki sade beyaz etikette ZAFER CİNİ yazan renksiz bir sıvıyla dolu şişeyi aldı. Şişeden Çinlilerin pirinç rakısını andıran mide bulandırıcı, yağlı bir koku geliyordu. Winston bir çay fincanını neredeyse ağzına kadar doldurdu, kendisini şoka hazırladı ve ilaç içer gibi bir dikişte içti.
Anında yüzü kıpkırmızı oldu ve gözleri sulandı. Şişenin içindeki şey nitrik asite benziyordu, üstelik insan onu yutunca lastik copla ensesine vurulmuş gibi oluyordu. Ama biraz sonra karnındaki yanma hafifleyip geçti ve dünya daha neşeli bir yer gibi görünmeye başladı. ZAFER SİGARALARI markalı buruşmuş paketten bir sigara alıp dikkatsizce ucunu aşağı çevirdiğinde tütün boşalıverdi. Ama bir sonraki sigarasını yakmakta daha başarılı oldu. Oturma odasına geri dönüp telekranın sol tarafında kalan küçük bir masanın başına oturdu. Masanın çekmecesinden bir divit, bir şişe mürekkep ve kırmızı sırtlı, kapağı ebru desenli kalın bir defter çıkardı. Oturma odasındaki telekran nedense olağandışı bir konumdaydı. Normalde olduğu gibi uçtaki kısa duvara yerleştirilip bütün odayı kontrol edebilecekken, pencerenin karşısındaki uzun duvara yerleştirilmişti. Telekranın yan tarafında, bina yapılırken muhtemelen kitaplıklar yerleştirilsin diye yapılmış ve şu an Winston’ın oturduğu bir girinti bulunuyordu. Winston girintiye oturup arkasına iyice yaslanınca telekranın menzilinin dışında kalmayı başarıyordu, ama görüş anlamında. Elbette duyulması mümkündü fakat mevcut konumunda kaldığı sürece görülemezdi. Şimdi yapmak üzere olduğu şeyi aklına getiren de odanın olağandışı coğrafyasıydı kısmen.
Ama bunu aklına getiren şey aynı zamanda çekmeceden demin çıkardığı defterin kendisiydi. Tuhaf bir güzelliği vardı defterin. Zamanla biraz sararmış pürüzsüz kâğıdı en az kırk yıldır üretilmeyen cinstendi. Ama defterin bundan çok daha eski olduğunu tahmin edebiliyordu Winston. Şehrin bir kenar mahallesindeki (hangi mahalle olduğunu artık hatırlamıyordu) küçük, köhne bir eskici dükkânının vitrininde bir köşeye atılmış halde görmüştü onu ve görür görmez de sahip olmak için dayanılmaz bir
arzu duymuştu. Parti üyelerinin sıradan dükkânlara girmemesi (bir başka deyişle “serbest piyasa anlaşmaları” yapmaması) gerekiyordu ama bu kurala sıkı sıkıya uyulmuyordu, çünkü ayakkabı bağcığı ya da jilet gibi, başka şekilde elde etmenizin imkânsız olduğu şeyler vardı. Şöyle hızlıca bir sağa sola baktıktan sonra usulca içeri sızıp iki dolar elli sente defteri almıştı. O sırada defteri belli bir amaç için istediğinin bilincinde değildi. Çantasına koyup evine kadar suçlu suçlu taşımıştı. İçinde hiçbir şey yazmıyor olsa da tehlike yaratacak bir eşyaydı.
Yapmak üzere olduğu şey bir günlüğe başlamaktı. Yasadışı bir şey değildi (hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa yoktu), ama tespit edilirse ölüm cezasına çarptırılacağınız ya da çalışma kampında en az yirmi beş yıl yiyeceğiniz kesin sayılırdı. Winston divite bir uç taktı ve yağını almak için ağzına götürüp emdi. Divit antika bir aletti, imzalarda bile nadiren kullanıyordu artık; hırsızlama ve biraz da zorlanarak bir tane edinmişti, bunun tek nedeni de o güzelim pürüzsüz kâğıdın tükenmezle karalanmak yerine üzerine gerçek bir uçla yazılmayı hak ettiğini hissetmesiydi. Elle yazmaya pek alışkın değildi. Çok kısa notlar haricinde her şeyi konuş-yaza söylemeye alışmıştı ki şu anki amaçları açısından bunu yapması imkânsızdı. Diviti mürekkebe daldırdı, sonra bir an tereddüt etti. İçinden bir ürperti geçti. Kâğıdın üzerine işaret koymak bir karar vermekti. Minik ve biçimsiz harflerle şöyle yazdı:
4 Nisan 1984
Geriye yaslandı. Mutlak bir çaresizlik çöktü üzerine. Bir kere tarihin 1984 olduğundan tam olarak emin değildi. Üç aşağı beş yukarı o tarihte olmalıydılar, çünkü otuz dokuz yaşında olduğundan emindi ve 1944 ya da 1945’te doğduğunu düşünüyordu; ama bugünlerde bir ya da iki yıl içindeki herhangi bir tarihi tam olarak saptamak mümkün değildi.
Aniden bir soru geldi aklına: Bu günlüğü kimin için yazıyordu. Gelecek için, doğmamışlar için. Zihni bir an sayfanın üzerindeki şüpheli tarihin çevresinde dolandı, sonra Yenikonuş sözcüğü çiftdüşüne çarpıp duruverdi. Üstlendiği işin ne kadar büyük olduğunu ilk kez idrak ediyordu. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirsin? Doğası gereği imkânsızdı bu. Gelecek ya şimdiye benzeyecekti ve ona zaten kulak vermeyecekti; ya da farklı olacaktı ve o zaman da kendisinin içinde bulunduğu çıkmazın anlamı kalmayacaktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adı1984 – İllüstrasyonlu Özel Baskı
- Sayfa Sayısı320
- YazarGeorge Orwell
- ÇevirmenBülent O. Doğan
- ISBN9786254299261
- Boyutlar, Kapak15x23,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Emanet Dolabı Bebekleri ~ Ryu Murakami
Emanet Dolabı Bebekleri
Ryu Murakami
Tokyo’daki bir tren istasyonunda, bitişik emanet dolaplarına terk edilen iki çocuk: Haşi ve Kiku. Yokohama’daki bir yetimhaneden birlikte evlat edinilen çocuklar 16 yaşına bastıklarında...
- Kumsal ~ Cesare Pavese
Kumsal
Cesare Pavese
İlk kez 1942 yılında yayımlanan Kumsal, okurları İtalya’nın sayfiyesine davet ediyor: Romanını evli bir çift, onların yakın dostu ve arkadaşları ekseninde öyküleyen Pavese, odağına...
- Bir Kadının 24 Saati ~ Stefan Zweig
Bir Kadının 24 Saati
Stefan Zweig
…İnsanlar ilk söze başlamakta güçlük çekerler. Tamamen açık ve doğru konuşmak için iki günden beri hazırlandım. Bunu başaracağımı da umuyorum. Belki bir yabancı olan...