Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

1916 Ankara Yangını
1916 Ankara Yangını

1916 Ankara Yangını

Taylan Esin, Zeliha Etöz

Elinizdeki kitap, kıt kaynakları didik didik ederek, 1916 Ankara Yangını’nın arka planını ve “felâketin mantığını” aydınlatmaya çalışıyor. Bu yangın büyük bir maddi hasara yol…

Elinizdeki kitap, kıt kaynakları didik didik ederek, 1916 Ankara Yangını’nın arka planını ve “felâketin mantığını” aydınlatmaya çalışıyor. Bu yangın büyük bir maddi hasara yol açmakla kalmamış, şehrin tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. Ankara’nın çok etnili nüfus yapısını “düzlemiş”, toplumsal ve ekonomik gücün el değiştirmesini sağlamış; müstakbel ulus-devletin başkentinde “yoktan var etme” anlatısına uygun, sıfırdan inşa edilecek bir boş saha açmıştı.

Taylan Esin ve Zeliha Etöz, o dönemde Anadolu’da çıkan/çıkarılan yangınların bağlamı içinde, belgelere, tanıklıklara ve dönemin yerel siyasi sorumlularına mercek tutarak, Ankara yangınının son derece canlı bir analizini yapıyorlar.

“Devlet eliyle, kurumsal veya paramiliter güçlerin kullanılması yoluyla gerçekleştirilen yangınlar… esas olarak ‘yerinden etme’ politikalarının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. (…) Türkiye’de de özellikle 1915’ten 1922 yılına kadar devam eden savaş yıllarında yangın çıkartmak çokça başvurulmuş bir yol olmuştur. (…) 1915 Tehciri’ni izleyen dönemde Anadolu’nun pek çok yerinde çıkan/ çıkartılan yangınlar, şahit ve maruzlarının pek çoğunun kamuoyu yaratmalarına fırsat tanımayan koşullar altında cereyan ettiği için tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmiştir…”
SUAVİ AYDIN

İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR………………………………………………………………………………………………………………….11
SUNUŞ
BİR İMHA YÖNTEMİ OLARAK YANGIN………………………………………13
1915-1922 Türkiye pratiğinde yangın………………………………………………………….23
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ…………………………………………………………………………………………………………………………….43
Amaç ………………………………………………………………………………………………………………………………43
Kaynaklar …………………………………………………………………………………………………………………….50
Kitabın planı……………………………………………………………………………………………………………….53
İKİNCİ BÖLÜM
ŞEHİR YANGINLARI (1914-18)………………………………………………………………..57
Amasya, “Selağzı”, 12.3.1914 ve 21.7.1915 ……………………………………………..57
Kastamonu, Cebrail Mahallesi, 3.5.1914……………………………………………………62
Tokat, Çarşı, Mayıs 1914 ve Ocak 1916 …………………………………………………….63
Diyarbakır, Hububat Pazarı, 19.8.1914……………………………………………………….64
Edirne, Kaleiçi, 24.8.1914……………………………………………………………………………………69
Bandırma, Preme karyesi (“nam-ı diğer Kapudağ”), 30.6.1915……..70
Bursa, Orhangazi, Yeniköy karyesi, 23/24.8.1915………………………………..71
İzmit, Ermeni Mahallesi, 27.8.1915……………………………………………………………….72
Haçin (Saimbeyli), 3.10.1915…………………………………………………………………………….74
Tire, Rum Mahallesi, 2.7.1916…………………………………………………………………………75
Ankara, Hıristiyan Mahallesi, Eylül 1916…………………………………………………..76
Bandırma, Ermeni Karyesi, Mart 1917 (21 Şubat 1332)…………………….78
Ayvalık, Nisan-Ağustos 1917……………………………………………………………………………79
Gelibolu, 18.4.1917 ………………………………………………………………………………………………..80
Erdek, 27.8.1917………………………………………………………………………………………………………80
Tirebolu, 1917, 1918 ve Espiye, 1916………………………………………………………….82
Sinop, Varoş Mahallesi, 17.12.1917………………………………………………………………84
İstanbul, Fatih, 31.5.1918……………………………………………………………………………………85
Samsun, Kaleiçi, 18.7.1918 ………………………………………………………………………………..88
Bafra, 1917; Havza, Aralık 1918……………………………………………………………………..90
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MEHMED REŞİD (ŞAHİNGİRAY)………………………………………………………….93
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
MUSTAFA DURAK (SAKARYA)………………………………………………………….109
BEŞİNCİ BÖLÜM
REFİK HALİD (KARAY)……………………………………………………………………………..135
ALTINCI BÖLÜM
ANKARA (1915-1916)…………………………………………………………………………………..155
YEDİNCİ BÖLÜM
ANKARA YANGINI……………………………………………………………………………………….175
SEKİZİNCİ BÖLÜM
NEDENLER…………………………………………………………………………………………………………….189
DOKUZUNCU BÖLÜM
TARTIŞMA……………………………………………………………………………………………………………211
EKLER……………………………………………………………………………………………………………………….221
EK A: 1916’dan Önceki Ankara Yangınları ……………………………………………223
EK B: Ankara Yangını…………………………………………………………………………………………225
EK C: Öç Marşı…………………………………………………………………………………………………….229
EK D: Kendi Seslerinden Katolikler ……………………………………………………………231
EK E: Tehcir/Taktil İnceleme/Yargılamaları…………………………………………..235
EK F: Yakınlaşmanın Şafağı: 1922 Sovyet Elçiliği Yangını……………..239
EK G: Hüzünlü Yıllar: 1915-1921………………………………………………………………..259
BELGELER ……………………………………………………………………………………………………………..269
BELGE 1: (F.O. 383/228 no. 245839, 5.12.1916)……………………………………271
BELGE 2: (F.O. 608/243 no. 8109, 23.4.1919)………………………………………….273
BELGE 3: (Alemdar, 15 Kanun-ı Evvel 1918)……………………………………………275
BELGE 4: (Alemdar, 16 Kanun-ı Evvel 1918)……………………………………………277
BELGE 5: (KA 157/221)……………………………………………………………………………………….280
BELGE 6: (KA 157/222)………………………………………………………………………………………..281
HARİTALAR………………………………………………………………………………………………………..283
ALBÜM……………………………………………………………………………………………………………………289

SUNUŞ
BİR İMHA YÖNTEMİ OLARAK YANGIN

Yangın çıkarmak tarihte en sık başvurulan tedhiş ve yok etme araçlarının başında gelir. İstilacıların yaptıkları kötü işlerin izlerini silmek, yağmaladıktan sonra “ortalığı temizlemek”,1 bir isyan veya darbenin kıvılcımını ateşlemek, iktidar mevkiinden indirilmiş bir iktidar kliğinin kendi “kötü işlerine” dair belge ve kanıtları ortadan kaldırmak veya istilacıların fethettikleri yerlerdeki hükümranlıklarını ve hükmetme meşruiyetlerini tehlikeye düşürecek belge ve bilgi birikimini ortadan kaldırmak, yasal ve meşru yoldan boşaltılamayan bir alanı kundaklayarak boşaltmak, en nihayet istenmeyen bir grubun, etnik ve/ veya etno-dinsel topluluğun maddi varlığını topyekûn ortadan kaldırarak maddi kültüre yansıyan izlerini silmek ve bu yolla söz konusu topluluğun hayat alanını ve hayatta kalma imkânlarını toptan tahrip etmek amacıyla genellikle yangın çıkartılır. “Sürmek” ve “temizlemek”ten “korkutarak kaçırmaya” uzanan farklı alt amaçların hemhal olduğu ana stratejik hedef “öteki”nin istenmediği coğrafyadan, orada bulunma meşruiyetini yeniden kurabileceği bütün izlerle birlikte, temizlenmesidir. Simon Shema’nın veciz anlatımıyla, “…Yangını bir imha aracı olarak düşünebiliriz. Gerçi mitoloji yazarları da doğa tarihçileri de hakkında daha iyisini bilir ya! Odun yığınları arasından bir anka kuşu [küllerinden] doğarken, öte yandan külden bir örtünün içinden restore edilmiş bir hayat fışkırabilir”. 2 Yangın çıkarmanın veya “ateşle oynamanın” insanlık tarihinde daha masum görünümleri de vardır. Örnekse yağmur ormanlarının yak-aç (slash-and-burn) tarımcısı kabilelerin yakarak orman içinde açtıkları tarlaların verimliliği azalınca orayı terk ederek başka bir kesimi yakmaları ve o arada terk ettikleri sahanın tropikal iklim ortamında yeniden ormanlaşması döngüsü, doğanın belli ölçülerde sömürülmesine dayanan bir yaşam biçimi örneği olsa da, doğanın kendini yenilemesi ile bu yaşam biçimi arasında kurulan uyum, bu yak-aççıları kendi hayatlarının iktisadî temelini gözeterek yürüttükleri bu faaliyet açısından masum kılar. Öte yandan daha eski devirlerde büyük yabanî hayvan sürülerini küçük yangınlar çıkararak veya ateşle ürküterek sevk ettikleri yar ve çukurlarda bu hayvanları telef ederek besin elde eden Paleolitik insan ataları da, bir yere kadar tüketemeyecekleri kadar hayvan telef etseler de, yine bugünkü et tüketimiyle karşılaştırıldığında çok makul bir faaliyetin yürütücüleri olarak görülür ve bu faaliyetlerinin hiçbir biçimde söz konusu hayvan türlerini yok etmeyecek ölçülerde bulunması vesilesiyle doğanın döngüsüne zarar vermedikleri ortaya çıkar. Ne zaman yerleşik hayata geçildi ve “mülkiyet” olgusu ortaya çıktı ve buna bağlı olarak nüfus artışına ve arazi kullanımına bağlı olarak kaynaklar üzerindeki rekabet arttı, işte o zamandan beri yok edici yangın biçimleriyle karşılaşmaya başladık. Bu tarihsel değişme çerçevesinde, perspektifin “doğanın sömürüsü”nden “insanın sömürüsü”ne doğru kaydığını da not etmeliyiz. Dolayısıyla söz konusu tarihin başlangıcı Neolitik hayatın başlangıcıdır. Hayat karmaşıklaşıp modern devletler kurulurken ya da bu devlet biçimi yerleşikleşirken ve bu yolda kendi toprakları üzerindeki “pürüzleri” ortadan kaldırmaya yönelik teknikleri araştırırken, yangının önemli bir araç olarak daha “mükemmel biçimde” kullanıma açıldığını da çok açık biçimde görürüz.

Zira ulus-devletleşme süreci, aynı zamanda bir “etnik temizleme” sürecidir. Ulus-devlet aygıtı, dünyanın pek çok yerinde kendisi açısından istenmeyen/kendi tasarımladığı “ulus” tahayyülüne uymayan etnik, dinsel veya etno-dinsel grupları çeşitli biçimlerde ortadan kaldırmaya veya eritmeye girişmiştir. Ulus tahayyülüne uygun vatandaşlar imal etmek üzere başvurulan çeşitli yolların ve temizlik hareketlerinin denenmesi yanında, bir taraftan da bu ulusun kendi içinden bir burjuva sınıfı yaratılmak için uğraşılmıştır. “Millî burjuva” yaratılırken veya “millî sayılanlar” sermaye kesiminin efendisi haline getirilirken, doğal olarak “gayrimillî” burjuvazinin veya iş çevresinin varlığı kötücüllenir, şeytanlaştırılır ve onların elindeki taşınır ve taşınmaz sermaye birikiminin el değiştirmesini sağlayacak ideolojik ve pratik girişimler devreye sokulur.3 Tarihsel tecrübe bize “homojen ulus yaratma” projesinin çeşitli yollardan uygulandığını göstermektedir. “Homojen ulus” kültürel ve ekonomik olarak kurulur. Kültürel kurgu, bir yandan ulusun özüne ilişkin kanonu hazırlarken öte yandan “istenmeyenleri” şeytanlaştıran literatürü de yaratır ve bu yöndeki popüler algıyı köpürtür. Bu köpürtme, “istenmeyen”e mensup olanların oradan kaçarak “büyük toplum”a kültürel olarak da dahil olmalarını teşvik eder. Antropoloji literatüründe kültürel açıdan farklı bir topluluğu, demografik varlığına dokunmadan ama kültüründen tamamen arındırarak “büyük toplum” içine katma girişiminin iki yolu gösterilir: Zorla kültürleme (transculturation) ve asimilasyon. Zorla kültürleme belirli bir topluluğun kendi rızası olmadan dışsal zor araçlarıyla kültüründen vazgeçmeye zorlanmasıdır. Adlar değiştirilir, dinler değiştirilir, yer isimleri değiştirilir, dönüştürülmek istenen çocuklar “büyük toplum” içindeki ailelere evlâtlık verilir veya yetimhane ya da yatılı okullara alınır vs…4 Kavram, Fernando Ortiz’in ilk kullanımından bu yana epeyce geliştirilmiştir. Özellikle Latin Amerika üzerine yapılan sömürgecilik sonrası çalışmaları içinde bu kavram önemli bir kavrama/anlama aracı haline gelir. Bugün özellikle zorla kültürleme süreçlerinin tek taraflı başarısından ziyade Latin Amerika’da yarattığı senkretik etkiler üzerinde durulmaktadır.5 Asimilasyon ise yine o topluluğa dışsal olmakla birlikte zor araçları kullanılmadan ekonomik ve sosyal zorunlulukların etkisiyle o topluluğun kendi kimliğinden vazgeçerek “büyük toplum” kimliği içinde erimeyi seçişini anlatan bir kavramdır.6 Bu iki yol, belirli bir coğrafya içinde yaşayan nüfusun fizikî varlığına dokunmadan o varlığın sosyal ve kültürel dönüşümünü hedefler. Oysa tarihte doğrudan doğruya demografik varlığı tehdit eden ve belirlenmiş coğrafyaların “arındırılmasına” hizmet eden etnik temizlik yollarına sıklıkla başvurulduğu görülür. Tehcir, nüfus mübadelesi ve soykırım başvurulan somut yöntemlerdir. Her üçüne de eşlik eden ve onları izleyen “temizlik” ve “ortalığı süpürme” faaliyeti sahneye konulduğunda ise ekseri karşımıza yangınlar çıkar. Bu üç “klasik” etnik temizlik yöntemi içinde en ağır sonuçları olan, kuşkusuz soykırımdır.7 Soykırım, tarih içindeki özgül bir eylemi tanımlamak için kullanılmış bir terimdir. Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı ve Holocaust adıyla anılan büyük toplu kırım girişimi üzerine Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de kabul edilip 1951 yılında yürürlüğe giren “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme”de (Konvansiyon) bu terimle tanımlanan eylemin sınırları, zaman içinde, daha sonra ortaya çıkan pratiklerin gösterdiği farklı yönleri içermekten uzak hale gelmiş ve adeta bu pratikleri dışarıda bırakan (bu yüzden de failleri bu suçun kapsamı dışına atan) bir mahiyet arz etmiştir. Sözleşme’ye göre soykırım, “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla; o gruba mensup olanların öldürülmesi, grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, grubun fiziksel varlığının tamamen veya kısmen ortadan kalkacağı hesaplanarak hayat şartlarına kasten müdahale edilmesi, grup içinde doğumların engellenmesi amacıyla tedbirler alınması ve gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi” eylemidir.8 Bu tanım, içine aldığı (açıkça tanımlanmış) dört grubun dışında bırakılmış, ama ötekileştirilmekten ve kötü muameleden belirli ortak özellikleri nedeniyle kurtulamamış başkaca grupları (ekonomik, politik ve kültürel grupları) içine almaması ve kültürel boyutunun yoksun bulunması nedeniyle, soykırım çalışmaları yürütenlerce bazı eklemelerle ve yeni kavramlar yaratılarak genişletilmeye çalışılmıştır. Yeni yaratılan kavramlar arasında etnik kırım (ethnocide) ve kültürel soykırım (cultural genocide) dikkati çeker. Jean-Michel Chaumont’a göre etnik kırım, öncelikle bireyleri hedef almasa da, esas olarak grup kimliğinin kurucu öğelerini ortadan kaldırmaya yönelen bir eylemdir. Buna göre doğrudan doğruya kitlesel öldürme eylemine veya kişilere bedensel olarak zarar veren eylemlere girişmeye gerek kalmaz. Failin, grubun önemli bir kısmının, örneğin seçkinlerinin öldürülmesi halinde, en etkin yıkımın sağlanacağına inanması etnik kırımın bir “soykırım” haline sokulmasına veya aynı anlama gelmesine yetecektir. Böylelikle grubun tutunumunu sağlayan kültürel değerleri, kolektif kimliği ve kolektif eylem gücü, kolayca onarılamayacak ve yeniden üretilemeyecek biçimde zarar görmüş olacaktır.9 Burada, bir ileri aşamaya geçebilmek için şu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor: Kültürel varlığı ayakta tutan sadece grubun kolektif kimliğini temsil eden kişiler ve bu kimliğin soyut kültürel mirasının kaynakları mıdır? Elbette hayır! Zira kimliği ve kültürü taşıyan, kolektif hafızayı canlı tutan, grubun kendisini yeniden üretmesini ve sürekliliğini temin eden maddi zemin (maddi kültür) ve geçim/üretim araçları hesaba katılmadan, hiçbir tanımlama bütün içeriği kapsayıcı bir nitelik taşıyamaz ve olan-biteni tarihsel sonuçları itibariyle anlamlandırma çabamız eksik kalır. Bu unsurlar Chamont’un “kurucu öğe” dediği şeyler arasındadır. Etnik temizliğe maruz kalan topluluğun maddi varlığı ve kendisini yeniden-üretim araçları da, bu yüzden fail tarafından hedef alınır. Çünkü söz konusu “temizlik” sadece yaşayan insanların yok edilmesi veya sürülmesi ile tamamlanmış olmayacaktır. Onların “geridönüşünü” (ethnic returnism)10 veya “etnik yeniden canlanışı”nı (ethnic revivalism) mümkün kılacak maddi varlığın da ortadan kaldırılması gerekir. Coğrafya, hedef grubun hiçbir şekilde ilişki kuramayacağı, hedef grup lehine hayatın yeniden “fışkırması”na imkân vermeyecek şekilde yabancılaştırılmalıdır. Toprağın ve coğrafyanın yabancılaştırılması, bu coğrafyanın hedef grup açısından hiçbir anlam ve hatıra üretmeyecek şekilde yeniden tasarlanmasını ve işlenmesini gerektirir. Grubun kendisini maddi açıdan yeniden üretmesini sağlayacak koşullar, yani geçim ve barınma araçları da, anlam üreten ve hatırayı canlı tutan maddi varlıklar kadar hedef olacak, geri dönüşü güvence altına almayacak şekilde tahrip olmaları veya el değiştirmeleri temin edilmeye çalışılacaktır.

Bu pratiğin güncel uygulamaları genellikle “terörle mücadele” veya “kontrgerilla operasyonları” şeklinde karşımıza çıkar. Guatemala’da 1982 Mart’ında yapılan askerî darbenin ardından uygulamaya konulan “Güvenlik ve Kalkınma Ulusal Planı”nın (SEGEPLAN) hükümete verdiği ilk görev hükümet güçlerinin gerillalarla çatıştığı alanlarda “çöküşün önlenmesi” görevi idi. Bu görev çerçevesinde ordu “yakıp yıkma politikası” uygulayarak kontrolü yeniden eline alacaktı. Böylelikle haritada kırmızı ile işaretlenen, yani “gerilla kontrolünde” sayılan kırsal merkezler hedef haline getirilmiş ve gerçekten yakılıp yıkılmıştı.11 Kezâ 1990’lar boyunca Türkiye’nin güneydoğusunda “terörle mücadele” adı altında benzer bir askerî yöntemin uygulandığını görmekteyiz.12 ABD ordusu Vietnam’da aynı taktiği Kuzey yanlısı saydığı köylerin mahsul ve tarlalarını yakarak veya yakıcı gazlar atarak defalarca uyguladı.13 Yerinden-yurdundan etme ve bununla da yetinmeyerek topluluğun geri dönmesini ve kendisini orada yeniden-üretmesini kat’iyen engelleyecek biçimde kültürel ve doğal mekâna zarar verme, bu pratiklere yön veren temel düşünceydi. Bu yüzden bu uygulama ortaklığı şaşırtıcı değildir. Zira devlet refleksi (raison d’Etat)14 dünyanın birbirine çok uzak noktalarında bile benzer taktiklerin geliştirilmesine yol açıyor. Tıpkı ABD Başkanı Kennedy’yi öldüren Lee Oswald’ın olaydan kısa bir süre sonra nezaret altındayken öldürülmesi ile Erol Sabancı’nın katili Mustafa Duyar’ın cezaevinde öldürülmesi eylemindeki “tesadüfî” paralellik gibi… Ancak kundaklama eylemiyle, askerî bir uygulama olarak karşımıza çıkan bu olaylar arasında temel bir fark bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Kundaklama failin kendisini gizlediği/gizlemeye çalıştığı bir eylemken, ikincilerde fail bellidir ve failin uyguladığı pratik, çeşitli kaynaklar üzerinden erişilebilir bir programa bağlıdır. Dolayısıyla biz, ikinci tür uygulamaları teşhis etmekte ve yargılamakta çok zorluk çekmezken, birinci türün sadece eylemin niteliği gereği küllenmiş olmakla kalmayıp aynı zamanda kasten karartılmış zemininde faili bulmaya çalışırız. Araştırmacı bu noktada âdeta bir tür itfaiye dedektifi kimliğine bürünecek, ancak bu sefer kanıtları ve “gerçekte ne oldu” sorusunun cevabını küllerin içinde değil, azaltılmış ve düzensiz hatta bulunması tesadüfî hale gelmiş belge ve tanıklık yığını içinde arayacaktır.

Şu halde yangın ve benzeri imha pratiklerinin failler bakımından üç temel amacı güttüğünü söylemek mümkün: 1) Hedef grubu, yakıp-yıkmanın gerçekleştirildiği mevkiye bir daha dönmemesini sağlayacak şekilde yerinden etmek; 2) Muhalif grupları coğrafî dayanak noktalarından mahrum kılacak biçimde ve silahlı muhalefetin lojistik ve manevi desteğini tamamen kesmek amacıyla dağıtmak; 3) Potansiyel tehdit olarak görülen grupları yerinden-yurdundan ederek ve buraları geri dönülmez biçimde tahrip ederek, hedef grubun sürüldükleri ve içine itildikleri şartlar itibariyle kimliklerini yeniden-üretemeyecekleri yerlerde çözülmelerini ve asimile olmasını sağlamak veya bu yolla onları içine bırakıldıkları “büyük toplum” lehine kültür değiştirmeye zorlamak.

Sonuçta devlet eliyle, kurumsal veya paramiliter güçlerin kullanılması yoluyla gerçekleştirilen yangınlar ve yakıp-yıkma fiilleri, esas olarak “yerinden etme” politikalarının bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

1915-1922 Türkiye pratiğinde yangın

Tarihte yangınlar yoluyla yaratılan pratiklere ilişkin örnekler çok olduğu gibi, Türkiye’de de özellikle 1915’ten 1922 yılına kadar devam eden savaş yıllarında yangın çıkartmak çokça başvurulmuş bir yol olmuştur. Bunların en ünlüsü ve en çok ses getireni 1922 Eylülü’ndeki “İzmir Yangını”dır. İzmir’in Büyük Millet Meclisi ordularınca Yunan işgalinden kurtarılmasını takiben, özellikle Ermeni ve Rum mahallelerinde çıkan/çıkartılan yangınlar bu bakımdan şaibelidir.15 İzmir’i terk eden sivil Ermeni ve Rumların geriye dönüp baktıklarında gördükleri ve anılarında yaşattıkları bu yangın, olaya şahit olan pek çok yabancı gazeteci ve İtilaf devletleri gözlemcisinin gözünün önünde cereyan etmesine bağlı olarak epeyce ses getirmiş ve yankı bulmuştur.16 Ancak 1915 Tehciri’ni izleyen dönemde Anadolu’nun pek çok yerinde çıkan/çıkartılan yangınlar, şahit ve maruzlarının pek çoğunun kamuoyu yaratmalarına fırsat tanımayan koşullar altında cereyan ettiği için tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmiş; ancak bu kitapta olduğu gibi belgelerden satır araları okunarak, iğneyle kuyu kazarcasına, az sayıda belge deşifre edilerek, tek tük anılardan devşirilerek ve çok az şahidin tanıklığına başvurularak yeniden gündeme getirilebilmiştir.

Elinizde tuttuğunuz kitabın müellifleri, bu “iğneyle kuyu kazma” işlemine daha önce girişmişler ve bu konuda geniş bir makale yazmışlardı.17 Bu makalede Amasya Selağzı Mahallesi, Kastamonu Cebrail Mahallesi, Tokat Çarşısı, Diyarbakır Hububat Pazarı, Edirne Kaleiçi, Bandırma Preme köyü,18 Orhangazi Yeniköy, İzmit Ermeni Mahallesi, Adana Haçin (Saimbeyli), Tire Rum Mahallesi, Ankara Hıristiyan Mahallesi, Bandırma Ermeni köyü,19 Ayvalık, Erdek, Sinop Varoş Mahallesi, İstanbul Fatih, Samsun Kaleiçi yangınları büyük ölçüde Osmanlı arşiv belgelerinden ve münferit bazı kaynaklardan istifade edilerek incelenmişti. Ayrıca aynı yazarlar, 2011 yılında Diyarbakır’da düzenlenen “Diyarbakır ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Toplantısı”nda Diyarbakır yangını hakkında söz konusu makalede yer alan kısmı genişleterek bir bildiri sunmuşlar ve bu bildiri Toplantı Bildirileri kitabında yayımlanmıştı.20 Bu kitabın “Giriş” bölümünde bu yangın olaylarına ek olarak Gelibolu, Tirebolu, Bafra ve Havza yangınlarının da eklendiği görülüyor.

Ben bunlardan başka yangınların varlığını gösteren başkaca bilgilere de rastladım. Almanya’nın Trabzon’daki Konsolosu Bergfeld İmparatorluk Şansölyesi’ne (Reichskanzler Hollweg’e) yazdığı 9 Temmuz 1915 tarihli raporunda, Haziran ayında Tehcir işleminin tamamlanmasının hemen ardından şehirde “yangın çıkartıldığını” açıkça belirtir.21 Türk resmî tarih kaynakları bu yangını görmezden gelmekte ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Trabzon’da Rus donanmasının bombardımanına bağlı olarak çıkan yangınlardan bahsetmekle yetinmektedir. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı belgeler içinde ise sadece “sevk”e razı gelmeyen bir Ermeninin kendi evini yakarak giriştiği “mel’anet” sonucunda evin tamamen yandığı bilgisi bulunur. İşin ilginç yanı ev sahibinin oğlu “Topçu zâbiti”dir ve bu olaydan sonra her ikisi de hapse atılmıştır.22 Osmanlı devlet evrakı içinde temas edilen ikinci yangın İzmit livası içinde zuhur eden yangınlardır. Bir belgeye göre “…Ermenilerin hicretlerinden sonra livanın her tarafından müdhiş harîkler vukû’a gelmiş…”tir. Geyve Kazası dışında yangın çıkmayan yer yoktur. Ancak aynı belge bu yangınları kaçak Ermenilere mal eder: “…[B]unların fâ’illerinin yine bu Ermeniler olduğuna şübhe kalmamışdır…”23 Genel Müdürlüğün yayınladığı vesika içinde bunlardan başka bir yangın bahsine rastlanmaz. 1910 yılından itibaren Sivas’ta yayımlanmaya başlanan, 1917 yılına kadar aralıklı olarak yayın hayatını sürdüren ve 1925-1940 döneminde yeniden çıkarılan İttihat ve Terakki çizgisindeki yerel Kızılırmak gazetesi hakkında uzun bir değerlendirme yazan Horst Unbehaun,24 gazetenin 1915 ve 1916 yıllarına ait koleksiyonlarını hiçbir yerde bulamadığını söylüyor. 1915 öncesine ve 1916 sonrasına ait bütün nüshalarına ulaşılabilen bu gazetenin Tehcir yıllarına denk gelen dönemdeki nüshalarının sırra kadem basması nasıl açıklanabilir? Sivas’ta da bir yangın çıktığından bahis olmakla birlikte, bunu belgeleyen hiçbir vesikaya rastlanmaması ile Kızılırmak gazetesinin o dönemki nüshalarının bulunmaması arasında bir ilişki olabilir mi? 7 Ağustos 1914 tarihli Başkumandanlık Vekâleti tebliğiyle getirilen ve her türlü felâket haberlerini de kapsayacak genişlikte getirilen basın-yayın sansürü, Sivas gibi Ermeni nüfusun yoğun olduğu bir vilâyette gazetenin toptan ortadan kaldırılmasını da içerecek idarî veya paramiliter bir tasarrufa doğru genişletilmiş olabilir mi? Yıllarca gerek devlet gerekse olaylara fiilen iştirak etmiş kişiler tarafından üzeri karartılmaya çalışılmış bir dönemle karşı karşıya olduğumuzu bildiğimizden, doğal olarak insanın aklına bu sorular geliyor.

Anadolu’daki yangınlar hakkında çok kısıtlı bir literatür olmakla birlikte, anlaşılan o ki, deştikçe Türkiye’nin pek çok yerinde meydana gelmiş yangın felâketleriyle karşılaşmak, özellikle de gayrimüslimlerin yaşadığı yerlerin külliyen yanmasıyla sonuçlanan olaylara rastlamak artık şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır. Bu bölük pörçük bilgiler dahi 1915’te, 1916’da ve 1917’de İstanbul’da ve Osmanlı Asyası’ndaki şehirlerde çok sayıda yangın çıktığını göstermeye yetiyor. Bunların hemen hepsi tabii ayrıntılı olarak araştırılmaya muhtaç; ama küçük bir döküm vermek mümkün… Örneğin İstanbul’da 1916 ve 1917’de neredeyse tamamen gayrimüslimlerin oturduğu Hasköy, Kandilli, Kumkapı ve Yenikapı’da çıkan yangınlarda 700 civarında binanın yandığı bilinmektedir.25 1916 yılında çıkan Tire yangınında sadece Rum mahallesinin değil, aynı zamanda Tire Yahudilerine ait ev, işyeri ve havraların zarar gördüğü de belgelenebiliyor.26 Öte yandan 1914 ve 1916 yıllarında Kastamonu’nun Tosya kasabasında iki büyük yangın vuku bulmuş ve kasabaya büyük zarar vermiştir.27 Yine yangınlarla ilgili malûmata ulaşabildiğimiz kısıtlı kaynaklardan birisi Alman İmparatorluk arşivleridir. Burada bazı büyük yangınlarla ilgili havadisleri yakalamak mümkün. Örneğin bir Alman belgesi Urfa’da tehcire direnen Ermenilerin 1915 yılının Ekim ayında Ermeni mahallesinde çıkardığı ayaklanmayı bastırmak için sevk edilen birliklerin açtığı makineli tüfek ve topçu ateşi sonucunda, Ermeni mahallesindeki evlerin büyük bir bölümünün tahrip olduğunu, bir kısmında yangın çıktığını, Amerikan Misyonu’nun bir bölümünün isabet alarak yandığını ve ciddi insan kayıpları ortaya çıktığını söylüyor.28 Urfa yangını, esasen bu kitabın konusu olan “sistematik yangınlar” cümlesinden olmamakla birlikte, savaş yıllarında ortaya çıkan sivil kayıplarda yangınların oynadığı rolü göstermesi bakımından anlamlı görünüyor.

Türkiye’de ve mücavir sahada yangının bir “etnik temizlik” aracı olarak kullanımının 1915-1922 dönemine münhasır bir faaliyet olmadığını da biliyoruz. Cumhuriyet dönemi boyunca, “istenmeyenler”in tarihsel varlığını ve bu coğrafyaya aidiyetini işaret edecek her türlü taşınır ve taşınmaz belgenin yangınlara ve benzer yıkımlara tâbi tutulduğunu görmekteyiz. Örneğin Ortodoks nüfusun Müslüman nüfusla mübadele edildiği Ürgüp’te, 1946’da Hükümet Binası’nın “bilinmeyen bir nedenle” yandığını ve bu binada mahfuz tapu, nüfus kaydı ve benzeri evrakın yanıp kül olduğunu,29 yine Ürgüp’te 1948-1952 yılları arasında kasabanın merkezinde bulunan ve 19. yüzyılda yapılmış en büyük kilise olan Aziz Yuannis Kilisesi’nin yerle bir edilerek buradaki 19. yüzyıla ait Hıristiyanlık izlerinin tamamen silindiğini,30 12 Eylül darbesini izleyenin dönemde Mardin İl Halk Kütüphanesi müdürünün içinde pek çok emlâk-ı metruke ilânının yer aldığı kıymetli yerel gazete koleksiyonunu “SEKA’ya gönderdiğini”, ilh. biliyoruz. Üstelik bu vandalizm sadece “öteki”ne ilişkin hedeflerle de sınırlı kalmamıştır. Örneğin yine 12 Eylül’ü izleyen süreçte Karadeniz Ereğli’nin tescil edilmiş Osmanlı döneminden kalma Hükümet Konağı, buraya “yeni” ve “modern” bir Hükümet binası yapmayı arzu eden ama tescil engeline takılan askerî yönetimin gözü önünde bir gece esrarengiz biçimde yandı.31 Bu yangının kendiliğinden çıkma olasılığı pek düşüktür. Dolayısıyla yangın iktidar pratiğinin ayrılmaz unsurlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu pratik kâh “sakıncalı” gayrimenkullerin bir gece ansızın yanmasıyla kâh orman arazisi olup imara açılması mümkün olmayan yerlerin göz göre göre kundaklanması ile buraların “orman vasfından çıkarılması” yolunda ateşli bir adım atılmasıyla tecelli edebiliyor. Irak Kürtlerinin Kerkük’e ilk girdiklerinde tapu ve nüfus dairelerine yönelmeleri ve buranın ateşe verilmesi,32 bu ne denle basit bir savaş veya çatışma kazası olarak görülemez; aksine bu olay ve benzerleri yüksek bir tarih bilincinin tezahürleri olarak görülmelidir. Bu negatif bir tarih bilincidir. Tarihin ve meşruiyetin mülkiyet üzerinden kurulduğunu ya da bir halkın, zümrenin veya kültürün maddi varlığının mülkiyet üzerinden tezahür ettiğini “bilen” bir öznenin, bu bağlamdaki yüksek farkındalığının sonucudur bu tür yangınlar…

Son söz olarak şunları söylemek mümkün: Öncelikle ihtiyacımız olan şey, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu ülkenin topraklarında “bir ülkenin iç işleri” cümlesinden sayılamayacak cürümlerin sahneye konduğu ortada olduğuna göre, ne olupbittiğinin somut ve kapsayıcı bilgisini elde etmek ve bunların tarih metodolojisi çerçevesinde analizini yapmaktır. Bu yola girilmesi önünde, devletin ve organik aydınların-devletli tarihçilerin büyük bir obstrüksiyonu olmakla birlikte, 2005’teki Ermeni Konferansı’ndan bu yana, bu yolda epeyce ileri adımlar atıldığını söylemek mümkün. En azından akademik merak sahipleri, korkmadan bu meseleleri ele almaya başlayabildiler. İkinci entelektüel ihtiyacımız ise ön kabullerimizden tamamen kurtulmak gereğidir. Bunun içinde “Türk ve Müslüman öyle şey yapmaz!”dan, “herşeyi İttihatçılar yaptı!”ya veya “olan biten Batılı emperyalistlerin tezgâhıydı!”ya ve oradan “bütün Ermeniler masumdu!”ya kadar uzanan geniş bir ön yargılar listesi var. Tarihçinin ödevi bunlardan kurtulmak ve işini yapmaktır. Elimizdeki kitap, bu çerçevede önemli bir adımı ve katkıyı temsil ediyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur