Bütün hayatını elinden alması için 15 saniye yeterdi…
Ancak ölüm kadar basit bir sonun peşinde değildi. Peşinde olduğu, hayatından çok daha fazlasıydı. Ne de olsa atacağı her adımı avucunun içi gibi biliyordu. Başarılı doktor Henry Steadman konuşmacı olarak katılacağı konferansa doğru yol alırken birkaç saniye içinde başına geleceklerden habersizdir. Kırmızı ışıkta geçtiği gerekçesiyle polis tarafından durdurulduktan sonra sorgulamanın boyutu da değişir. Belediye binasında ne işi vardır? Beraberindeki kadın kimdir?
Henry neyin içine düştüğünü anlayamadan olay yerine bir araç yaklaşır ve açılan ateşle polis memuru öldürülür. Görgü tanıklarına göreyse katil doktordan başkası değildir. Başka bir cinayetin de üzerine yıkılmasıyla soğukkanlı bir psikopatın, dâhice kurguladığı bir labirentin içinde sıkışıp kaldığını anlayacaktır.
Üstelik söz konusu olan artık yalnızca kendi hayatı değildir. Sevdiklerini kurtarmak için bu oyunu oynamak zorundadır. Oyununsa tek bir kuralı vardır: Hayatta kalmayı başar ve asla teslim olma.
***
GİRİŞ
8 yaşındaki Mazda markalı külüstür arabasıyla ilerlemekte olan Amanda’nın gözünün önündeki her şey aniden bulanıklaşmaya başladı.
Yirmi dakika önce yaptığı şey bir türlü aklından çıkmazken, radyodan yayılan Katy Perry’nin sesi arabasının içine doluyordu. “Az önce bir kızı öptüm…”
Uzayıp giden yola baktı.
Ardından önünde ağır aksak ilerleyen san bir okul servisinin yanından hızla geçip gitti. Hayatının yolunda gitmediğini yeni yeni fark ediyor gibiydi.
Aslında, bu sabah gözlerini açtığından beri her şey ters gidiyordu. Her şey onu derin uykusundan uyandıran acınası, işsiz babasıyla başlamıştı. “Neden bana sürekli bağırıyorsun baba?” diye sormuştu. Babasıysa eğer kendine çeki düzen vermezse onu kapı dışarı etmekle tehdit etmişti.
Sonra onunla uğraşmaktan hiç vazgeçmeyen patronu almıştı sırayı. Tamam, belki işe biraz geç kalmış olabilirdi. Ama ne yani, Milano’da, Fransa’da ya da öyle bir yerdeki kuaförde saç yıkamıyordu ya. Bir de kozmetoloji okulundaki, 2001 yılının En Kötü Krepeli Saç Birincisi unvanına sahip pinti hocası vardı. Bu haltı öğretmeye bu kadar meraklıysan, en azından önce sen nasıl yapıldığını öğren, değil mi? Bu kadının Georgia, Acropolis gibi bir bok çukurunda tıkılıp kaimi; olmasına şaşmamak gerekirdi.
Sözde erkek arkadaşı Wayne’i unutmamak lazımdı. Dün gece yine birlikte kafa buldukları o meşhur gecelerden birini yaşamışlardı. Amanda, Wayne’in Ruby’s Market‘teki kasiyer kızı düzdüğünün farkındaydı. Adı Brende e miydi neydi, işte şu koca memeli ve boynunda koca harflerle artının yazılı olduğu adi, sahte bir kolye taşıyan kız.
Ve ters giden zincirin son halkası da kendisiydi. Yine bir F yüzünden bir üst sınıfa geçememiş ve yine okula geç kalmıştı. Bugünlerde ona yuva hissi yaşatan tek şey okuluydu. Amanda şerit değiştirdi. Biraz ilerisinde içinde bir anne ve çocuğuyla yavaşça yol alan arabayı sıkıştırmıştı, “Haydi, haydi,” diyerek bağırdı önündeki arabaya. “Seni görüyorum – tamam mı?” Müziğin sesini biraz daha açtı. Bugün artık daha fazla bela istemiyordu.
Bugünlerde sağlıklı düşünebilmesinin tek yolu tıpkı bu sabah da dişlerini fırçalar fırçalamaz yaptığı gibi ağzına otuz miligramlık Oxy’ tabletlerinden atmaktı. Her derde deva bir haptı gerçekten.
özellikle de Xanax” tabletleriyle birlikte alındığında.
Katy Perry şarkısına devem ediyordu. “Bir bakıma yanlıştı, bir bakıma doğru…” Amanda da onunla birlikte söylemeye başladı. Ellerini direksiyondan çekip dans bile ediyordu.
Birden arkasında kulakları tırmalayan bir koma sesi duydu. Ses adeta bir cankurtaran düdüğü gibi beyninin içinde yankılanmıştı. Anlaşılan yolda birazcık zikzak çizmişti. “Tamam, tamam… Tanrım, seni kaltak sür şu arabayı.” Şu an görmek istediği son şey peşine düşmüş polislerdi. On dokuz yaşında, cebinde beş kuruşu olmayan, okuldan atılıp da kendini birden hapiste buluveren bir genç kız…
Bana ne kadar da yakışan bir profil, değil mi?
Gözlerini kırpıştırdı ve üniversiteye giden yol sapağını aramaya başladı. Buralarda bir yerlerde olduğunu biliyordu. Ama şu an gözünün önündeki her şey öylesine bulanıktı ki…
Şu Burger King’in yanındaydı sanki… Yanlış hatırlamıyorsam…
Dönüş şeridine direksiyonu kırar kırmaz etrafındaki bütün arabalar komaya basmaya başladı. Tamam, tamam… Kırmızı bir kamyonet ani bir hareketle direksiyonu kırıp, ona çarpmaktan son anda kurtulmuştu. Sürücü yanından geçip giderken öfke içinde kafasını çevirerek Amanda’ya baktı.
Amanda küfrü bastı.“Kıçımm kenarı…” Sonra bakışlarını yeniden üzerine doğru akmakta olan trafiğe çevirdi. “ Vay anasını.”
Gördüğü manzara en sonunda anlamasını sağlamıştı; ters yönde gidiyordu.
“Deborah Jean? Deborah Jean? Tatlım, bunu unuttun…!”
Deborah Jean Jenkin’in annesi elinde torununun battaniyesiyle telaşla evden çıktı. Büyükannesinin elinde, sekiz haftalık olan Brett’in etrafına gülücükler saçarak ve o kürdan gibi öpülesi parmaklarıyla tutup çekiştirdiği yumuşacık, havludan, mavi bir battaniye vardı.
Gerçi bebeciğin bugünlerde pek güldüğü söylenemezdi. Zavallı bebek son günlerde sancı problemi yaşıyordu ve keyfi pek yerinde değildi. Babasının Afganistan’daki görevinden dönmesine hâlâ iki ay vardı. Adamcağız daha oğlunu görememişti bile. Döner dönmez Walmart’taki işi hazırdı. Sonra da hep beraber kendi evlerine çıkacaklardı. Ve hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdi.
“Ah, tamam anne, teşekkürler… ” Deborah Jean derin bir iç geçirerek annesinin merdivenden uzattığı battaniyeyi almaya yöneldi.
“Benim de sizinle gelmemi ister misin, tatlım?” diye sordu annesi.
“Hayır, anne. Sanırım biz oğlumla bu işi halledebiliriz. Gayet basit, ne var ki bunda -sadece cadde boyunca on beş saniye yol alacağız o kadar… On beş saniyede ne olabilir ki?”
“Pekâlâ… Torunumu koltuğa sıkıca ve güvenli bir şekilde bağladığından emin ol o zaman.”
“Tamam, anne söz veriyorum.” Deborah Jean gözlerini devirerek anlayışla gülümsedi.
Minik Brett’i kollarına alıp küçük kamyonetini paık ettiği yere doğru yürümeye başladı. Oğluna, “Sen bir gün çok önemli bir adam olacaksın…” diyordu. “Bir doktor ya da belki de bir avukat. Hepimiz seninle gurur duyacağız. Ve o gün geldiğinde” -oğlunun cam gibi mavi gözlerinin içine baktı- “bana bir söz vermeni istiyorum. Bana söz ver, dostum, sen büyüdüğünde ben de böyle annem gibi konuşursam bana çenemi kapamamı söyleyeceksin! Sana bu konuda güvenebilir miyim, Brett? Ha, söyle bakalım güvenebilir miyim?”
Deborah Jean tam parmaklarıyla oğlunun çenesini gıdıklamaya bağlamıştı ki birden arkasında bir gümbürtü koptu. Hızla arkasına döndü.
Dehşetle, pas rengi bir arabanın hızla caddedeki beyaz çitleri kırarak çimlerin üzerinden dosdoğru eve -daha doğnısu onlara doğru- geldiğini gördü. Araba tamamen kontrolden çıkmış gibiydi.
Araba bahçedeki bir karaağaca çarpıp, üstlerine doğru savrulurken Deborah Jean, “Dur! Dur!” diye bağırıyordu. “Aman Tanrım, hayır…”
Gözlerini doğrudan direksiyon hâkimiyetini kaybeden kadına dikerken bir yandan da oğluna kalkan olmaya çalışıyordu. Duyduğu son şey annesinin acı dolu çığlığı oldu. Hızla üzerlerine gelen arabanın sesini bastırmak istercesine çığlık çığlığa bağıran annesinin sesi kulaklarında yankılanıyordu.
“Deborah Jean! Deborah Jean!’
Amanda kendine geldiğinde arabası büyük beyaz bir evin çitlerini kırarak bahçeye dalmıştı.
Ev mi? Puslu gözlerini olan biteni anlamak istercesine kırpıştırdı. Ne haltlar dönmüştü de kendini birden burada buluvermişti… ?
Dışarıda birilerinin çığlık çığlığa bağırdığım duyuyordu. “Deborah Jean! Deborah!”
Lütfen şunu keser misin kadın? Kafamı şişiriyorsun. Amanda hâlâ etrafını saran sis perdesi içinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Anlaşılan direksiyon hâkimiyetim kaybetmişti. Araba sanki beyni varmış gibi kendi kendine hükmetmeye başlamıştı. Amanda’nın kapısı sonuna kadar açıktı. Gözlerinin önündeki sis perdesi eşliğinde arabadan dışarı çıktı. Kötü bir şey yaptığının farkındaydı. Dışarıdaki kadın bağırmaya devam ediyordu, “Brett! Brett! Aman Tanrım, lütfen binleri bir şey yapsın !”
Brett de kim lanet olası? Amanda merak içindeydi ve başı çatlayacak gibi ağrıyordu.
Birden insanlar etraflarım sardı. Amanda yanından geçen birine, “Birden önüme bir şey çıktı,” diye mırıldandı. Ama şu an onunla ilgilenen kimse yoktu, tek yaptıkları durmadan bağıran kadının yanına koşmaktı.
“Hey, ben de yaralıyım,” dedi. Yanaklarından kan süzülüyordu. “Görmüyor musunuz? Siz orada neye…”
Bu bir kâbus olmalıydı. Bir an önce uyanıp bu kâbustan kurtulmalıyım! dedi kendi kendine. Ama etrafta olan biten her neyse, gerçekti. Hem de çok acı bir gerçek.
“Deborah! Deborah Jean, kızım! Lütfen ona yardım edin, lütfen!” Kulakları tırmalarcasına bağırmaya devam eden kaltak susacak gibi durmuyordu. Birden dosdoğru Amanda’nın yanma gelip gözlerinin içine baktı: “Ne yaptın sen?” Yüzü adeta acı içinde kıvranıyordu. “Neyaptın?”
“Her şey birden kontrolden çıktı,” dedi Amanda. Ne olduğunu görmek üzere arabanın etrafını dolandı.
Arabanın altında bir kadın vardı. Güzel bir kadındı. Gözleri donuktu ve kocaman açılmıştı. Dudakları belli belirsiz kıpırdadı ve zar zor duyulan bir sesle bir şeyler mırıldanmaya başladı.
“Brett…” diyordu.
İşte o an Amanda kadının kollarının arasında bir şey tuttuğunu fark etti. Mavilere sarılmış bir şey.
Bir battaniye…
Gördüğü bir bebek battaniyesiydi. Etraftaki herkesin gözleri dolu doluydu ve her yer kan içindeydi.
Amanda kendi kendine, Yine yaptın yapacağını, dedi. Sana da bu yakışırdı.
1. BÖLÜM
Vaktiyle birisi on gün demişti, insanın bayatında gerçek anlamda “mükemmel” geçirdiği gün sayısı on günmüş. Arkanızı dönüp baktığınızda geçmişte yaşadığınız onca şeyin arasından sıyrılıp çıkan bir on gün.Geri kalanı ise sadece karmaşadan ibaret…
İşte Ft. Lauderdale’den uçağımdan inip, Jacksonville’de kiraladığım Cadillac STS ile Bay Shore Caddesi’ni ve Marriott Sun Coast Oteli’ni ararken, bugünün geçirdiğim o on gün içinde listenin bir numarasında yer alacağım sanıyordum.
İlk olarak, Amherst Üniversitesi’nden arkadaşım Mike Dinofrio ile buluşup Atlantic Pines’da golf oynayacaktık. Atlantic Pines, Jack Nicklaus tarzı yeni bir golf merkeziydi. İnsanlar orada oyun oynayabilmek için her şeyini vermeye razıydı. Ya da benim gibi yönetim kurulu üyelerinden birinin karısının yüzündeki on beş yıllık kırışıklan alıverir ve birkaç atışlık bir oyun hakkı elde edebilirdiniz.
Oyundan sonraysa kasabaya asıl geliş sebebim olan Sınır Tanımayan Doktorlar isimli bir konferansa katılacaktım. Konferansın açılış konuşmasını yapmak üzere gelmiştim. Son beş yılda Nikaragua’nın Boaco köyünde yaptığım çalışmalarımı anlatacaktım. Meslektaşlarım her ağustos ayında bir seyahat gemisinde tatil yapıp Napa’ya giderken, ben son beş yılımı yoksulluk içindeki sel mağduru köylere giderek, orada damak yarığı ya da meme kanseri sonucu göğüslerini kaybeden kadınlara meme ameliyatları yaparak geçilmiştim. Aynı zamanda çalıştığım hastanede bir yardım kampanyası başlatmıştım ve bu sayede bölgenin çok ihtiyaç duyduğu bir okul projesine de imza atmıştım. Kabul etmem gerekirse, boşanma sonrasında biraz kendimi avutmak fikriyle çıktığım bu yol birdenbire hayatımın en anlamlı işi olup çıkmıştı. Hatta bir yıl önce o zaman on yedi yaşında olan kızım Hallie’yi de beraberimde bölgeye götürmüştüm. O da ilk başlarda bu işe üniversiteye girmesinde yardımcı olacak bir sosyal sorumluluk projesi olarak bakmıştı. Ama bu sene Vîrginia Üniversitesi ’ndeki öğrenimine başlamadan yeniden benimle birlikte Boaca’ya gelmiş ve İngilizce öğrettiği yeni blog sitesi için fotoğraflar çekmişti. Hatta bu geceki sunumumda onun fotoğraflarından birkaçım da kullanmayı düşünüyordum. Sunumumun adı Bir Tıp Gerçeği: Bir Üçüncü Dünya Köyü Bana Tıbbın Ne Demek Olduğunu Nasıl Yeniden Öğretti’ydi. Keşke tazım da bu gece yanımda olsaydı ama sınavları vardı. İnanın, bir baba olarak kendimi daha gururlu hissettiğim bir an olamazdı…
Tüm işlerim bittiğinde de Marriott Otel’in çatı katindaki barda bir samanların Jacksonville güzeli, şimdilerinse Danner Klein bölge sorumlusu olan Jennifer H. Keegan’la birkaç kadeh bir şeyler içecektim. Onun ofisime yaptığı her ziyarette içim kıpır kıpır olur, o ürünlerini tanıtırken havada bir elektriklenme sezerdim. Son birkaç aydır, kokteyllerde ve birtakım endüstriyel toplantılarda da karşılaşmıştık ama bu…
“15 Saniye” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bestseller Dizisi Edebiyat Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap Adı15 Saniye
- Sayfa Sayısı440
- YazarAndrew Gross
- ÇevirmenBahar Yaldız Çelik
- ISBN9789759997311
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviArkadya Yayınları / 2014-04
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Darren Shan Efsanesi 02 Vampirin Asistanı ~ Darren Shan
Darren Shan Efsanesi 02 Vampirin Asistanı
Darren Shan
Darren Shan yalnızca sıradan bir öğrenciydi; ta ki Ucubeler Sirki’ne gidene kadar. Şimdi yeni hayatını bir vampirin asistanı olarak sürdürürken onu hayatta tutacak tek...
- Zehr-i Katil ~ Cenk Çalışır
Zehr-i Katil
Cenk Çalışır
(…) Kenan Bey’i ilk gördüğü anı hatırladı. Sanki bir törende ya da ayinde gibi bir duruşu vardı. Odasındaki üçlü deri koltuğa sırtüstü yatmış, ellerini...
- Seiobo Orada, Aşağıdaydı ~ Laszlo Krasznahorkai
Seiobo Orada, Aşağıdaydı
Laszlo Krasznahorkai
Japon Tanrıçası Seiobo’nun bahçesinde üç bin yılda bir çiçeğe duran bir şeftali ağacı vardır; meyvesi ölümsüzlük getirir. László Krasznahorkai’nin 2015 Uluslararası Booker Ödüllü sıra...
kitabı okudum ve ben güzel buldum