Adaletin gücü “gigabaytlarla” ölçülemez!
Ödüllü yazar Dilge Güney’in kaleminden çıkan 1 GB Adalet, okurları çetrefilli bir bisiklet hırsızlığı davasının görüldüğü kalabalık bir duruşma salonuna davet ediyor; biri insan, diğeri ise insandan ayırt edilmesi imkânsız bir robot olan iki şüpheliyle baş başa bırakıyor.
Gelişen yapay zekâ teknolojilerinin gölgesinde giderek karmaşıklaşan insan-robot ilişkilerini farklı perspektiflerden ele alan roman, gerçekle kurmaca arasında gidip gelen satırlarında geleceğin dünyasına dair önemli varsayımlarda bulunuyor.
Kitap, insan ve “çocuk” hakları özelinde ceza ve adalet sistemi hususunda okuru derin sorgulamalara itiyor. Ayrıca sınıfsal farklılıklara bağlı olarak ortaya çıkan sosyal adaletsizlik ve hak ihlalleri gibi konulara temas etmeyi de ihmal etmiyor.
Distopik bir gelecekte, keskin hatlarla iki parçaya bölünmüş koskoca bir şehir: Güvenli sayılabilecek “yeşil” bölge ve kaderine terk edilmiş “turuncu” bölge. Bir uçta turuncu çizgilerin sınırında yaşam mücadelesi veren Ethem; öteki uçta ise Meto adında, reklam faaliyetleri için üretilmiş sosyal medya fenomeni bir robot. Ve şimdi, normal koşullarda ancak rüyalarda bir araya gelebilecek bu iki “çocuk” olağandışı bir hırsızlık davasının sanıkları olarak karşımızda!
Büyük yankı uyandıran böylesi bir davada yargı, tarafsızlığını koruyabilecek mi? Adaletin “gigabaytlarla” ölçüldüğü bir toplumsal düzende kim suçlanacak, kim aklanacak?
Gençleri suça sürükleyen faktörler üzerine düşündüren 1 GB Adalet, çocukların yargılanması ve cezalandırılması gibi konularda hem sağduyulu hem de gerçekçi bir anlatı sergiliyor.
Giriş
Yargıç Revan, bir eliyle gözlüğünü taktı; öbürüyle, boynunu iki öfkeli el gibi sıkıca kavrayan kravatını gevşetti. Arkasına yaslandı. Şakaklarını ovaladı. Sonra yan gözle önündeki ekrana bakarak, “Görgü tanığını dinleyelim,” emrini verdi. Dışarıdaki kalabalığın içinden biri, ekranda “Tanık Saffet Sonat, duruşmaya bekleniyorsunuz” yazısı belirince yavaşça ayağa kalktı. Ceketinin önünü ilikledi ve üç büyük adımda duruşma salonuna vardı. Kapıdan neredeyse eğilerek geçmek zorunda kalan Saffet’i gören Avukat Ferda, kendini tutamadı, “Aa, amma da uzun!” deyiverdi. Gerçekten de elli senelik ömründe gördüğü en uzun insana bakıyordu. Saffet’i o sabah alnında beliren zamansız sivilce kadar sinir bozucu bulmuştu. İnsan bedenindeki her türlü aşırılıktan rahatsız olurdu. Belki de bu yüzden robotlara hayranlık duyuyordu. Onlar hep olması gerektiği gibi kalırdı. Kilo almaz, zayıflamaz, sivilcelenmez… İş arkadaşları, zaman zaman onun makinelere imrendiğini, hatta robot olmaya özendiğini bile düşünürdü. Yani bir teknoloji devinin haklarını savunması tesadüf değildi. Saffet, salondaki tanık bölmesinde yerini aldığında heyecanlıydı. Yargıç neler gördüğünü sorunca, önce derin derin soluyup kendini sakinleştirmeye çalıştı. Kısmen başardı da. Sonra anlatmaya başladı:
“Sabahın erken saatleriydi, yedi civarı. O iki oğlanı bisikletçinin önünde gördüm. Sokak boştu. Bir bisikleti çekiştiriyorlardı. Ne yapıyorsunuz demeye kalmadı, biri diğerini itti. Şu kara oğlan yere düştü.” Sanık kürsüsünde oturan Ethem’i işaret ediyordu. Ethem için uzun zaman sonra yeniden sanık sandalyesine oturmak kolay değildi. Bacaklarının üstünde duran sıska, uzun parmaklarına baktı. Dizlerini sıktı. Derin bir nefes almak istedi ama başaramadı; ip gibi incecik bedeninin tam ortasında oluşan şişlik hemencecik kayboldu. Mahkeme salonundaki hava öyle kasvetliydi ki göğsünde takılıp kalıyordu. Çıkıp gitmek, bisiklet sürmek istiyordu. O zaman nefesi bir yol bulur, ayak parmaklarına kadar giderdi. Tanık Saffet etrafına bakındı. Gözü Meto’yu arıyordu ama bulamadı. “Diğer oğlan sarışındı. Yakışıklıydı. Hâli vakti de yerinde gibiydi, üstünden başından öyle anladım. Ben zaten önce hiç hırsızlık getirmedim aklıma. Akran kavgası dedim. Robotmuş meğer o! Aklım ermedi doğrusu, sonra televizyonda duydum da hanımla çok şaşırdık. Ünlüymüş üstelik! Araya girmeyi de istedim ama sabah sabah başımı belaya sokmayayım diye düşündüm. Mecburen yürüyüp gittim. Orası turuncu bölge ne de olsa…”
1
Şehre tepeden bakacak olursanız, koca bir beton yığını görürsünüz. Kuzeydeki dağlık alan ve şehir parkı dışında neredeyse hiç yeşillik yoktur. Şehrin siyasi haritasına bakacak olursanız, çizilen sınırların bir at başını andırdığını görürsünüz. Haritada, atın sağ gözüne denk gelen baraj gölü de bu hissi güçlendirir. Sanki koca şehir satranç tahtasından kaldırılıp ülkenin göbeğine bırakılmıştır. Halk arasında da çokça esprisi yapılır. Şehrin haritasına polis ekranından bakacak olursanız, başı yeşil, yelesi turuncu çizgilerle kaplı bir at başı görürsünüz. Yeşiller, devletin, teknolojik gücünü kullanarak rahatlıkla izleyebildiği cadde ve sokaklardır. Yetkili memur, parmağıyla dokundu mu, o anda ve yakın geçmişte orada neler olduğunu görüntüleyebilir. Sakinleri de genellikle bunu bilir ve bu sayede suç oranı oldukça düşüktür.
Bazen o sokakları izleyen kamera bozulur, kimi zaman çalınır. Hatta birilerinin sulu şakaları yüzünden servisdışı kaldığı da olur. Sorun giderilene kadar, bu bölgelerin çizgisi turuncu kalır. Oysa bazı yerlerin rengi hep aynıdır. İşte şehrin doğusu, yani atın yelesi böyledir. Yıllar var ki daima turuncudur burası. Aslında tek cadde ayırır iki bölgeyi. Bir yanda apartmanlar,gökdelenler yükselirken öte yana geçince birden güdükleşir şehir. Yaşlanır, kamburlaşır, içine kapanır. Buraları izleyemezsiniz. Kendine has, yazılı olmayan kuralları vardır. Devlet, suskunluğuyla bu kuralların altına imzasını atmış, böylelikle turuncu bölgede kanunsuzluğu kanunlaştırmıştır. Polis de turuncu bölgede olay çıktığında oraya robopolis yollamakta çekimser kalır.
Çok iyi bilinir ki, içeri giren her pırıltılı şey gibi teknolojik aletler de turunculaşır orada: Ya sökülüp satılır ya kırılıp dökülür. İşte tüm bu olayların başladığı bisikletçi dükkânı da, at başının güney doğusunda, turuncu bölge sınırında; yeşilden turuncuya yakın zamanda dönen bir sokağın köşesindeydi. Yolun karşısındaki elektrik direğine iliştirilmiş, olay ânını görüntüleyebilecek tek kamera haftalar önce çalınmıştı. Hem de on dokuzuncu kez… Hatta tam o sırada, genç yaşında, teknoloji hırsızlığında profesörlük seviyesine erişmiş biri, sabırsızlıkla yenisinin takılmasını bekliyordu. Oysa şehir meclisi, bölgede yaşanan son çete kavgasında iki robopolis ortadan kaybolunca alelacele toplanmış ve pofuduk yeşil koltuklarında döne döne, o sokağı kalıcı olarak turuncuya boyamıştı. Polis ekranında rengi yeşilden turuncuya döndüğü anda sanki görünmez bir bulut çöreklenmişti sokağın üstüne. Genç yaşlı, kadın erkek ayrımı olmaksızın atmosferi herkes için hızla değiştirmişti. Tanık Saffet, olaydan önceki gece, rahatsızlanan halasının yanında kalmıştı. Yeşil bölgenin turuncu bölge sınırında oturan halası, hayattaki tek akrabasıydı. Sabah işe gitmek için kestirme yol ararken de navigasyon aletinin azizliğine uğramış, tamamen yanlışlıkla bu sokağa dalmıştı.
Görgü tanıklığı sırasında bölgenin turuncu olduğunu vurgulaması boşuna değildi. Çocukları öylece bırakıp gittiğini anlatırken utanıyordu. Epeydir devam eden bir iç hesaplaşmaydı bu. Bir yandan “Kim bilir o çocuklara ne oldu?” diye hayıflanırken öbür yandan “Canımı sokakta bulmadım, orası turuncu bölge ne de olsa,” diye avunuyordu. Olay medyaya yansıyınca, vicdanını rahatlatmak için katılmıştı duruşmaya. Aslında robotların karıştığı olaylarda tanığa pek ihtiyaç duyulmazdı; onların gelişmiş arşiv kayıtları bu ihtiyacı çoğunlukla karşılardı. Oysa Meto, anı arşivinin bir süredir arızalı olduğunu söylemişti mahkemede. Hakikaten, dijital tanık sistemi de mevcut kayıtları “deşifre edilemez” olarak tanımlamıştı. Yani çocukla robot arasında ne yaşandıysa o anda kalmıştı. Şimdi ikisi farklı hikâyeler anlatıyordu ve hiçbiri Yargıç Revan’a mantıklı gelmiyordu. Bu yüzden Saffet’in tanıklığı oldukça önemliydi.
Mahkeme salonundakiler uzun süren sessizlikten sıkılıp sabırsızlanmaya başlamıştı ki Yargıç Revan, avukatlara, “Var mı bir diyeceğiniz tanığın söylediklerine?” diye sordu. Bakışlarını sabitlediği ekrandan çekmeden, sanki birileriyle göz göze gelmekten özellikle kaçınarak. Tam olarak kararsız bir insanın tavrıyla. Avukatı Ferda söz aldı: “Efendim, Meto’nun yazılımında hırsızlıkla ilgili bir kod bulunmuyor. Reklam faaliyetleri için üretilen DeepLoop fenomeni bir robottan söz ediyoruz. Onlar insanlar gibi anlamsız arzulara kapılmaz. Yine de, diyelim, Meto kapıldı; dünyaca ünlü markalar ona en iyi bisikletlerini vermek için sıraya girer. Neden çalsın?” “İyi ama bisiklet sizin şirkette bulunmuş,” dedi Yargıç Revan. “Meto’nun yazılımında, suç işlenen ortamdan uzaklaşmasına ilişkin bir kod bulunuyor, o devreye girmiş olmalı. Bisikleti de polise teslim etmek için şirkete getirmiş. Üstelik Ethem’in hırsızlıktan sabıkalı olduğu da, bisikletlere zaafı olduğu da biliniyor. Suçu onun işlediği ortada.” Bu sırada, bir süredir sabırsızca ayağını sallayıp duran Avukat Volkan söz aldı. Gür kaşlarının altında gizlenen sert bakışlarını kendinden emin tavırlarla Yargıç Revan’a çevirdi:
“Hâkim bey, Ethem zaten o dükkânda çalışıyor. Çocuk işini yaparken Meto gelip bisikleti çalmış, sonra da şirkete götürmüş. Tanık beyanı da bunu doğruluyor.” Volkan, Ferda’ya göre genç ve tecrübesizdi. Sadece Ethem gibi, maddi gücü olmayan çocuklar için çalışırdı. Yargıç Revan da onu tanır, gösterdiği çabayı takdir ederdi. Bu yüzden sesini yumuşatarak konuştu: “Avukat bey, haklısınız da… Dükkân sahibi, o saatte dükkânın açılmasının ve o özel üretim bisikletin kapının dışında olmasının normal olmadığını söyledi.” “Hâkim bey,” dedi Volkan, “Ethem işlediği suçların cezasını çekti. Uzun zamandır suç işlemiyor. Üstelik çaldığı bisikletleri kullanıp bırakıyordu, yani tam anlamıyla çalmıyordu bile. Savcı Cihan’ın ona bisiklet aldığı ve Ethem’in artık bisiklet çalmasına gerek kalmadığı da biliniyor. Dükkânın sahibi, ona anahtar verecek kadar güvenmiş. Ethem’in sabah erken gelmiş olması hiçbir şeyin göstergesi değil. Kaldı ki Ethem’in huzurlu aile ortamında büyüyen bir çocuk olmadığını da biliyorsunuz.” Yargıç Revan arkasına yaslanıp düşündü ve sonunda kararını açıkladı: “Dosyanın, Meto’nun anı arşivini incelemek ve ayrıca hırsızlık suçunu işleyip işlemeyeceğini değerlendirmek üzere, yapay zekâ teknolojileri uzmanı Farah Deren’e gönderilmesine karar verilmiştir…”
Duruşma çıkışında Ferda yay gibi gergindi, aracına binip kapıları kilitledi. Koltuğa gömülüp gözlerini yumdu. Bir süre öyle kalıp sakinleşmeye çalıştı. Dışarıda şehir vızır vızırdı ve işleri yolunda gitmediğinde o hıza ayak uydurmakta zorlanırdı. Az da olsa güç toplayınca aracı hareket ettirdi ve Meto’nun yaratıcısı Suat’ı aradı. Alo sesini duyar duymaz art arda dizdi kelimeleri: “Haberler kötü. Mahkeme, dosyayı Farah adında bir bilirkişiye verdi. Eğer konuya Meto’nun anı arşivi teknolojisini kavrayabilecek kadar hâkimse, işimiz zor…” Suat yirmi üç yaşında bir yazılım ve pazarlama dehasıydı. Sosyal medyanın nabzını nasıl tutacağını sanki içgüdüleriyle çözmüş; dijital karakteri Meto’nun kısa zamanda DeepLoop fenomeni olmasını sağlamıştı. Fakat Ferda’nın anlattıklarından, durumun vahametini kavrayabilecek olgunlukta değildi. Onu hızlıca başından savdı ve geliştirmekte olduğu yeni dijital karakterine döndü. Uzun süredir Meto’ya zaman ayırmıyordu.
Gerek de yoktu. En başından beri farklı bir şey vardı Meto’da. Kendini hızla geliştiriyor ve bunu yaparken, aslında Suat’ın dahi bilmediği stratejiler uyguluyordu. Kısa sürede pek çokları için, onu insandan ayırt etmek imkânsız hâle gelmişti. Sonunda Meto’nun gücünü keşfeden bir teknoloji devi, haklarını devralmış, onu robotlaştırmış, ekrana bağımlı olmaktan kurtarmıştı. Meto şirketin gücünü de arkasına alınca dünya çapında bir pazarlama harikasına dönüşmüş ve gençleri “En iyisi benim!” mottosuyla kendine bağlanmıştı. Suat pek umursamasa da Ferda bu kıymetli robotun davasıyla ilgili kaygılanmakta haksız değildi. Meto’nun, olayla ilgili kayıtları, anı arşivinden bizzat ve kasten sildiğini öğrenmişti. Mahkemede anlatmak için makul bir hikâye uydurmuşsa da, işin aslını bilmediğinden, savunmasını sağlam temellere dayandıramadığını düşünüyordu. Adliyenin otoparkından gergin çıkmıştı ama dışarıdaki öfkeli kalabalıkla burun buruna gelince biraz olsun değişti havası. Yaşları on dört ile on sekiz arasında değişen gençler, robopolisler bıraksa karıncalar gibi saracaklardı binayı. Ferda kendi kendine gülümsedi. Bizimki yine yapacağını yapmış, diye düşündü.
Gerçekten de Meto, DeepLoop’ta olayla ilgili türlü hikâyeler anlatıyor, hayranları da onu desteklemek için duruşma günlerinde adliyenin önüne doluşuyordu. Savcı Cihan da odasının penceresinden aynı manzaraya bakıyordu. Kalabalık, ellerinde resimler, onu desteklediklerini gösteren türlü pankartlar, renkli boyalar ve konfetilerle Meto’nun duruşmadan çıkmasını bekliyordu. Oysa Meto güvenlik gerekçesiyle adliyeye getirilmemiş; internet üzerinden bağlanması sağlanmıştı. Eğer yayın yasağı olmasaydı Meto bütün duruşmaları canlı canlı izletirdi herkese. Bu da ona, dünyanın en çok kullanılan sosyal medya platformu DeepLoop’ta daha çok takipçi, daha çok beğeni, daha fazla izlenme olarak geri dönerdi. Bu sırada kapı çalındı. Savcı Cihan, “Geeel!” diyerek kabul etti misafirini. Eşikte Ethem’i görünce gülümsedi. “Nasıl geçti duruşma?” “Volkan abi iyi geçtiğini söyledi. Meto’yu bilirkişi inceleyecekmiş.” “İyi haber bu,” dedi Savcı Cihan. “Otursana,” diyerek Ethem’i buyur ederken kendisi de karşısındaki koltuğa yerleşti. Gözlerini çocuğun gözlerine sabitleyerek sordu: “Aklımı kurcalayan bir şey var Ethem. Meto’nun orada ne işi vardı o saatte? Bu kadar ünlü bir robot, sabahın köründe turuncu bölgede ne arıyor? Ayrıca neden bisiklet çalmaya çalışıyor?” “Savcı amca, bunu ben de senin kadar merak ediyorum.” Cihan, “Bu işte bir iş var ama ne?” diyerek huzursuzca yaslandı koltuğa. “Neyse, haklısın. Bakalım bilirkişi ne diyecek. Ee, evde ne var ne yok?” “Sayende bisikletçide çalışmaya başlayınca Hüseyin evde kalmama izin vermişti. Ama şimdi Ömür abi de ‘Dava sonuçlanmadan dükkâna gelme,’ diyor. Hüseyin de onu bahane edip almıyor beni eve.” “Ben konuşayım.”
“Yok savcı amca. Dava sonuçlansın, ben işime döneyim, sonra alır nasılsa. Havalar da fazla soğuk değil, idare ederim.” Ethem bu cümleleri kurarken, davanın aleyhine sonuçlanabileceğini biliyordu. Ama Hüseyin, yapmak istemediği bir şeye zorlandığı zamanlarda vahşi bir hayvan gibi saldırganlaşıyor, sadece sözleriyle bile önüne geleni paramparça ediyordu. Bu yüzden Cihan ne zaman Hüseyin’le konuşsa aralarındaki gerilim daha da büyüyor, sonunda yine annesi üzülüyordu. Cihan’ın yanından ayrılıp eve döndü. Daha doğrusu, apartmandaki dairelerin mutfak pencerelerinin açıldığı o derin kuyuya. Boşluğuna, sığınağına ve yalnızlığına…
2
Apartman boşluğunda yaşamak kolay değildi. Soğuk kâh yerden vuruyor, kâh çatıdan sızıyordu içeriye. Yağmur yağdığında tepesindeki boşluğu örten metal plakadan çıkan tıkırtılar Ethem’in sinirlerini bozuyordu. Hele kış aylarında, ne giyse ne örtünse ısınamıyordu. En fenası da içeriye su sızmasıydı. Böyle zamanlarda yatağı ıslanmasın diye eşyalarını toplayıp apartmanın girişine taşınırdı. Ethem’in babası üç sene önce sırra kadem basmıştı. O zaman annesi iş aramıştı, iki çocuğuna bakabilmek için. “Eskiden olsa evlere temizliğe giderdim,” diyordu ama bu işleri robotlar yapıyordu artık. Yeme içme, uyku, hastalık, sigorta, maaş gibi dertleri olmayınca robot çalıştırmak patronların işine geliyordu. Bir kere robotu satın alıyorlar, gerisini düşünmüyorlardı. Ethem’in annesi de ne yaptıysa iş bulamadı. Sonunda kirayı ödeyemeyip evden atılacakları sırada, çaresiz, Hüseyin’le evlendi. Hüseyin’in ne iş yaptığını kimse bilmiyordu ama evi geçindirecek kadar kazanıyordu. Turuncu sokaklarda sıkça şöyle denir: “Üzümünü ye bağını sorma.” Ethem’in annesi de öyle yaptı. Ama ilk zamanlarda müşfik görünen Hüseyin zamanla değişti.
Bir akşam, Ethem’in de okulu bırakıp çalışması gerektiğini dillendirdi ve sonunda onu annesinin yalvarmalarına aldırmadan,“İş bulmadan gelme!” diyerek evden kovdu. Kardeşi küçüktü, annesi karşı dursa üçü birden sokakta kalacaktı. Böylelikle anne oğul apartman boşluğunu temizlediler, oraya babasından kalma eski pamuk yatağı taşıdılar. Bir de yastıkla battaniye, tamam. Böylece o sırada on dört yaşında olan Ethem, apartman boşluğunda yaşamaya başladı. Hüseyin eve dönebilmesi için Ethem’in para kazanmasını şart koşuyordu ama turuncu bölgede yaşayan on dört yaşındaki bir çocuğu işe almaya kimse yanaşmıyordu. Çocukcağız apartman boşluğundaki ilk yedi gecesini ağlayarak geçirdi. Aslında o haftayı takip eden sekizinci günün gecesi de böyle başlamıştı.
Ethem yine yatağa kıvrılmış, kötü kaderine isyan etmeye hazırlanıyordu ki birden yanı başındaki hamamböceğini fark etti. Böcek ağır adımlarla hareket ediyor, ondan kaçmıyordu. Burnunun hizasına geldiğinde durdu ve sanki ona baktı. Ethem çok kısa bir an için, bu mahlûkatın kendi babası olduğunu geçirdi aklından ve düşünmeden elini uzattı. Fakat ahtapot gibi kıvrılan parmakları fark eden böcek, göz açıp kapayana kadar ortadan kayboldu. “Tam da babama yakışacak hareket!” diye mırıldandı Ethem. Yataktan çıktı. Çıplak ayağına ayakkabılarını geçirip sokağa fırladı; Hüseyin’in, olmasını istediği yere… İki gece kuşunu ve üç beş avare köpeği saymazsak dışarıda kimsecikler yoktu. Öylece durdu Ethem, yolun ortasında. Birkaç sokak öteden gelen çığlıkları dinledi. Ürperdi. Apartman boşluğuna döneceği sırada, evlerin ışıklarına takıldı gözü. Gölgeler gelip geçiyordu pencerelerden. Babasını düşündü. Gitmeseydi belki de böyle olmazdı… Gökyüzüne baktı, kapkaranlık ve kocamandı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adı1 GB Adalet
- Sayfa Sayısı144
- YazarDilge Güney
- ISBN9786052856475
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ne Güzel Bir Sabah ~ Serhan Ergin
Ne Güzel Bir Sabah
Serhan Ergin
Gördün mü birkaç saniye nelere mâl oluyor… Yıllardır kendine dahi itiraf etmeden beklediğin o adam belki şimdi seni arıyor olacaktı. Belki de her şey...
- Tarihi Kırıntılar ~ Barış Bıçakçı
Tarihi Kırıntılar
Barış Bıçakçı
Bir kaybın peşinde bir aile ve ailenin oğlu, Can… Can’ın peşinde şiir ve şiirin peşinde Can. Şiirle hayat arasındaki en kısa mesafe, nedir, nerededir?...
- Dejavu ~ Menekşe Toprak
Dejavu
Menekşe Toprak
“Öyle ya, harem kültüründen, kapalı odalardan çıkıp sokaklarda tek başına yürümeyi öğrendik biz kadınlar, diye düşündü. Üstelik de bir paşa torunu, konak kızı olarak...