“Yani sırf benim şeytanlarım değil, otobüste yanıma oturan adamın beynini kemiren dertler de bana bulaşıyor ya da marketteki kasiyer kız, çünkü gözlerindeki nefreti görüyorum, tuşlara basan parmaklarının nasıl öfkeyle kasıldığını görüyorum, onların şeytanları da bana bulaşıyor ya da barda gıcık olduğum o herif ya da televizyonda tükürükler saçarak kavga eden o çok bilgili insanlar, onların öfkesi de, mutsuzluğu da, kini de, kederi de eninde sonunda beynimin kıvrımları arasına yerleşip kök salıyor…”
Bizimkine benzeyen ama bazı açılardan da çok farklı bir İstanbul. Belki milyonlarca paralel evrenden birinde yer alan diğer İstanbul… Bu şehirde korku, öfke ve çaresizlik birikip patlama noktasına yaklaştıkça adeta şekil almış ve karanlık bir organizmaya dönüşmüş.
Geçmişindeki korkunç bir olay yüzünden hayattan kaçan Giray’la eski karısı –ve yeni cinayet masası başkomiseri Defne– kaybolan çocukların sırrını çözmek için yeniden bir araya gelir. Ancak Giray, gizli gücünü kullanmaya razı olacak mı? Ve tanımadığı insanlar için hayatını tehlikeye atmak onu kendi karanlığından çekip çıkarabilecek mi?
04:00, Hikmet Hükümenoğlu’nun gerilimle fanteziyi birleştirdiği, hızlı kurgusuyla etkileyen bir 21. yüzyıl romanı.
I. Bölüm
Kişisel Kıyametlerimiz
“I don’t wanna die, but I ain’t not keen on living
either.”
Robbie Williams, “Feel”
“(…) he wondered if Mozart had had any intuition that
the future did not exist, that he had already used up his
little time. Maybe I have, too, Rick thought as he watched
the rehearsal move along. This rehearsal will end, the performance will end, the singers will die, eventually the last
score of the music will be destroyed in one way or another; finally the name “Mozart” will vanish, the dust will
have won. If not on this planet then another. We can
evade it awhile.”
Philip K. Dick, Do Androids Dream of Electric Sheep?
1
İstanbul’da yaşıyor olmakla İstanbul’da ölüyor olmak arasında fark kalmadı, dedi hiç tanımadığım bir kadın. Uzun sarı saçları vardı ve ağlıyordu sanırım. Rüya gördüğümü sonradan anladım.
2
Böyle bir hayatı seçenlerin alışması gereken şeylerden birisi de, insanın uyandığı anda kapıldığı o tuhaf şaşkınlıktır. Bazen nerede olduğunuzu hatırlayamazsınız, bazen de kim olarak uyandığınızı. Rahatsız edici bir unutkanlık değildir bu. Uyku mahmuru beyniniz henüz pelte kıvamında olduğundan, kendinizi tasasız, lekesiz, bembeyaz bir boşlukta bulursunuz. Sırtınızdaki tüm yüklerden kurtulur, yere konmaya direnen bir kuş tüyü kadar hafiflersiniz. O boşlukta henüz yanlış kararlar verilmemiştir. Kötü haberler duyulmamıştır. Geriye dönüşü olmayan adımlar atılmamıştır.
Hiçbir şey bozulmasın diye nefes alıp vermeye çekinirsiniz.
Fakat hatırlamak da unutmak gibi beyninizin size danışmadan gerçekleştirdiği eylemlerden biridir.
Hele sokak kapısı inatla yumruklanıyorsa.
3
Kiraz…
Gözümü açar açmaz tavandaki küf lekelerini gördüm. Her gün biraz daha kabaran yosun yeşili kabarcıklar hangi evde olduğumu hatırlamama yetti. Gülbahar Sokak, dört numaralı bina, yedinci kat, kırk yedi numara. Kiraz’ı beklerken uyuyakalmış olmalıydım. Kabarcıklara bakmamak için gözlerimi tekrar kapadım ve bu evi, Kiraz’ı, yağmurları, hatta tüm şehri aklımdan tamamen silip atmanın bir yolu olup olmadığını düşündüm. Çok fazla seçenek yoktu. Elimden geleni yapıyordum zaten. Güm güm ses dayanılmaz bir hal alınca battaniyeyi omzuma attım, ayaklarımı sürüyerek gidip kapıyı açtım.
Kiraz, hayal kırıklığını gizlemek için çaba harcayan insanlardan değildi. “Hazırlanmadın mı hâlâ?” dedi. “Hazırlanmamışsın…” diye ekledi gittikçe alçalan bir sesle. “Çizmelerimi çıkarmaya çok üşendim, ben burada bekleyeyim seni.”
“Olmaz öyle,” dedim. Bir süre kapının ağzında durup anlamsızca birbirimize baktık. Ben uyku sersemiydim, Kiraz ise hep böyleydi. Uzun uzun esnedim ve mutfağa sürükledim kendimi. “Yağmur yağıyor mu?”
“Hayır, ama her an başlayabilir. Gitmek zorunda mıyız Giray Abi? Gitmesek olmaz mı?”
“Olmaz. Senin iyiliğin için gidiyoruz.”
“Tamam da ne işe yarayacak?”
“Heriflerle oturup sakince konuşacağız. Her şey yoluna girecek, merak etme.” Kahve makinesinin düğmesine bastım. Ağzıma iki tane aspirin atıp ağır ağır çiğnedim. Gözlerim kamaştığı için bir süre yutkunamadım ama uykum açılır gibi oldu.
“Herifleri bilmiyorsun,” diye mırıldandı Kiraz. Peşimden mutfağa geleceğine içeri kaçmıştı. Tavırları bir garipti bu sabah. Hem her zamanki gibi hızlı konuşmuyordu, hem de benimle göz göze gelmemeye çalışıyordu sanırım. Mutfak kapısından başımı uzatıp ne yapıyor diye baktım.
Kiraz’ın ince kolları, uzun bacakları, düğme gibi bir burnu ve neredeyse şeffaf bir teni vardı. Bilekleri hep sıra sıra bileziklerle, parmakları da boy boy yüzüklerle dolu olurdu. Bir seferinde, “Barış Manço’ya mı benzemeye çalışıyorsun?” diye sorduğumda en saf haliyle, “Kimdi o Giray Abi, hani şu uzun saçlı şarkıcı adam mı?” diye cevap vermişti ve ben de takılmaktan vazgeçmiştim. Avuç kadar odanın içinde buz pistinde kayarcasına hareket etmesini izledim. Parmak uçlarına basarak dolanıyor, önüne çıkan her eşyaya çok ilginç bir şeye rastlamış gibi merakla dokunuyordu. Çizmelerini kapının kenarına bırakmıştı ama kırmızı paltosu hâlâ üzerindeydi.
“İçimde kötü bir his var,” dedi kendi kendine. Onu seyrettiğimin farkında değildi. “En iyisi hiç gitmemek.”
Kahve makinesinin başına geri döndüm. Kiraz, yabancı bir gezegende hiç ilgisini çekmeyen insanların arasına düşmüş ve başka çaresi olmadığından bu durumu kabullenmiş gibi davranırdı. Kendisine seçtiği rol buydu. Arada sırada en olmadık şeylere sevinirdi ama heyecanı çok çabuk geçerdi. Şimdiki hali ise farklıydı. Daha önce hiç görmediğim bir gerginlik vardı üzerinde. Başta ne olduğunu çözememiştim ama sonunda anladım. Korkuyordu.
“Niye bu kadar korkuyorsun?” diye seslendim içeriye. Cevap vermedi. “Korkacak bir şey yok. Hem biraz kafanı çalıştırsaydın, gitmek zorunda kalmazdık.”
“Ne olur sen de babam gibi konuşmaya başlama.”
“Doğrusunu istersen, bu aralar babana hak vermeye başladım.”
“Belki de yaşlanmaya başladın,” dedi öfkeyle.
Dünden kalan ekmekten iki kalın dilim kestim. “Ya tamam, şaka yapıyorum,” dedi sessizlik biraz uzayınca. “Hemen kızıyorsun.”
Kızacak bir durum yoktu. Otuz beş yaşına gelmiştim ve benimle aynı yaşlardaki insanlardan çok çabuk yorulur olmuştum. Kiraz yirmi bir yaşındaydı sanırım. Arkadaşım desem, değildi. Yatağa atmayı hedeflediğim birisi de değildi. Yine de hayatımda ufak bir köşeyi sahiplenmesine ses çıkarmamıştım. Sokakta peşinize takılıp sizi evinize kadar takip eden, davet beklemeden içeri girip en sıcak yere yerleşen, bunu da en doğal hakkıymış gibi yapan kedilere benziyordu. Haklıydı, belki de yaşlanmaya başlamıştım.
“Aç mısın?” diye sordum.
“Kahvaltı edip geldim.”
İki yumurtayı hızlıca sütle çırptım. Göz kararıyla şeker ve bir-iki damla vanilya ekleyip parmağımla tadına baktım. İnsan bir sürü şeye üşenebilir ama evde vanilya bulundurmayı asla ihmal etmemeli. Ekmekleri yumurtalı karışıma batırdım ve parçalanıp dağılmalarına fırsat vermeden çıkardım. Tavada bir parmak tereyağı eritip dilimleri altın sarısı olana kadar kızarttım. Buzdolabında, kavanozun dibinde biraz çilek reçeli kalmıştı, onu da üzerlerine paylaştırdım. Soğuk reçel, sıcak ekmeklerin üzerinde kendini salınca mutfağı güzel bir koku kapladı.
4
Mikroskobik bir dairede yaşamanın birtakım faydaları olduğunu kabul etmem gerekir. Mesela uyku sersemiyken kalkıp kapıyı açmak, mutfağa gidip kahvaltı hazırlamak ve geri dönmek için toplam on adım atmak yetiyordu. Kışın en soğuk gününde bile orta boy bir elektrik sobası bütün evi ısıtıyordu. İkide bir kesilen sular dışında pek bir derdim yoktu aslında. Tek bir odanın içinde uyuyup uyanmaya, yemek yemeye ve her işimi görmeye hiç zorlanmadan alışmıştım.
Kiraz, ekmeklerin kokusunu duyunca itiraz etmekten vazgeçti. Tabakları elimize alıp pencerenin önünde yemeye başladık.
“Babana anlattın mı?” diye sordum.
“Deli misin, öldürür beni. Kızlarla sinemaya gideceğiz diye yalan uydurdum. Tabii bin tane laf işittim, sabahın köründe sinema mı olurmuş da, dükkânda duracağıma sürekli gezip tozuyormuşum da, aklım bir karış havadaymış da…”
Sanırım babasının haksızlık ettiğini söylememi bekliyordu ama benden ses çıkmadı.
“Sen nasıl bir yalan uydurdun peki babama?” diye sordu.
“Çözmem gereken bir sorun var, dedim. Ayrıntıya girmedim, o da üstelemedi. İnsan ustasına yalan söylemez.”
“Peki biraz süt var mı? Bu kahve zehir gibi olmuş.”
5
Evin küçük olmasına alıştığım gibi, camlara yapışan çamur kıvamındaki pisliğe de alışmıştım artık. Haftalardır gökyüzü hep griydi. Buzlu camdan yapılmış dev bir fanusun içine hapsolmuş böcekler gibi yaşıyorduk. Fanusun dışında güneş ışığı ve bol miktarda oksijen vardı, ama biz bu gri gökyüzüyle idare etmek durumundaydık. Gri gökyüzüyle ve onun yapışkan tortusuyla.
Penceremin tam karşısındaki iki beton yığınına bile alışmıştım. Birbirinin eşi, onar katlı, kurşun grisi iki bina. Anladığım kadarıyla, ikisi de yetmişlerde devlet dairesi olarak kullanılmış ve yıllar önce terk edilmişti. Bazen ışık belirli bir açıdan vurduğunda, çürümeye başlamış bir ofis sandalyesinin bacağı ya da devrik bir dolabın metal kulpu, kırık camların arkasındaki karanlıkta bir an için parlar ve hemen kaybolurdu. Üzerlerine damga pulları yapıştırılmış mühürlü kâğıtlar, rüzgârlı gecelerde gökyüzüne doğru yükselir, rüzgâr dindiğinde birkaç sokak öteye kar gibi yağardı. İkiz binaların niye boş durduğunu soracak kadar meraklı değildim. Zaten hatırlayan birisini bulacağımı da hiç sanmıyordum.
İki beton bloğun arasındaki boşluktan ufka kadar uzanan alçak tepeler görünürdü. Yedi tepeli İstanbul’da, her mevsim bölünerek çoğalan mahallelerle kaplı böyle yüzlerce tepe vardı. İkişer-üçer katlı, çok yakında daha yüksek olmayı hedefleyen, derme çatma binlerce apartman. Kiremit kırmızısı, boncuk mavisi, fare sarısı yığın yığın evler ve hepsi aynı yöne kafasını çevirmiş bir örnek çanak antenler. Uzaktan bakınca binalar birbirine yapışıp tek bir kütle halini almış gibi dururdu. Çimentodan, tuğladan, demirden ve sıvadan oluşan, yayvan bir kütle. Yer yer, patlamaya hazırlanan bir sivilce gibi sivrilir, apartmanların arasından gökdelen özentisi bir toplu konut projesi fırlardı. Görünürde tek bir ağaç yoktu. İstanbul, hiç uyumayan şuursuz bir organizma misali bütün otları, çimenleri, dalları, yaprakları çiğneyip yutmuştu.
“Haberleri açsak mı?” diye sordu Kiraz.
Gözü uzaktaki bir öbek binanın arkasından yükselen dumanlara takılmıştı. Dün gece gökyüzünü aydınla….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap Adı04:00
- Sayfa Sayısı400
- YazarHikmet Hükümenoğlu
- ISBN9789750745348
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Böcek Orkestrasının Muhteşem Sınıfı 2 ~ Göknil Özkök
Böcek Orkestrasının Muhteşem Sınıfı 2
Göknil Özkök
Yazar, müzisyen Göknil Özkök, Böcek Orkestrasının Muhteşem Turnesi’nden tanıdığımız müzisyenlerle bir kez daha buluşturuyor çocukları! Böcek Orkestrasının Muhteşem Sınıfı’nda, bu müzisyenler, Böcekistan’ın müziğe meraklı...
- Nedret ~ Güzide Sabri
Nedret
Güzide Sabri
Nedret burada birkaç defa kendi duygularına daldı. Kalbinin derin bir köşesinde, kendisine gizli gizli gülümseyen, ümide benzer bir şey vardı. Tekmil varlığını, ince ipek...
- İşte Geldim Deniz Kenarı ~ Selçuk Altun
İşte Geldim Deniz Kenarı
Selçuk Altun
“Hayat Romanlardan Daha Tuhaf” üçlemesi –Ardıç Ağacının Altında, Ayrılık Çeşmesi Sokağı– İşte Geldim Deniz Kenarı ile tamamlanıyor. Londra’da bilgisayar mühendisliği akademisyenliği yapan Harun, on...