Güçlü ve uzun ömürlü medeniyetler, akıl ile vahiy, din ile bilim arasında kurulan sağlıklı ilişkiler üzerinde boy salıp gelişirler. Dolayısıyla medeniyet algısı, din ile aklın çatışması üzerine değil, buluşması ve dengeli şekilde bir araya gelmesi üzerine inşa edilmelidir.
Yaklaşık 300 yıldır dünyamıza yön veren Batı medeniyeti, akıl ile vahiy, din ile bilim arasındaki bu hassas dengeyi göz ardı ettiği için, insanlığı büyük krizlerle yüz yüze getirmiştir.
İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu ilk günden beri çıplak duyu vasıtalarıyla kavrayamadığı, dolayısıyla müspet ve müşahhas olarak ifade edemediği, ama karşı konulmaz bir sevk-i tabii ile bağlanmak zaruretini duyduğu kendi dışında, yüce ve üstün bir güce yönelmiştir. Dolayısıyla, nerede bir insan var olmuşsa, orada doğru veya yanlış bir din de bulunmuştur.
***
İçindekiler
Önsöz / 9
Birinci Bölüm
Din ve Medeniyet / 19
Din, Düşünce ve Uygarlık / 21
Uzun Soluklu Bir Yürüyüş / 23
İslam Düşüncesi ve Medeniyeti / 25
Barış Medeniyeti / 27
Medeniyet Krizi / 29
Medeniyetleri Buluşturmak / 31
Uygarlıklar Arası Buluşma Nasıl Gerçekleşir? / 33
“Medeniyetler Çatışması” Tezini Yeniden Düşünmek / 35
İslam Medeniyeti, Bir Vakıf Medeniyetidir / 39
Medeniyetlerarası Diyalog Sempozyumu Üzerine / 41
Küreselleşen Dünyada Kültürlerin Yeri / 45
“Ortak Akıl” ve “Evrensel Akıl” / 47
Evrensel Barış ve İslam / 49
İslam’ın Evrensel Barışa Katkıları / 53
Evrensel Barış İçin “Küresel Etik” İhtiyacı / 57
Emperyalizm ve İslam / 61
Hicret’in Engin Ufukları / 65
İslam Dünyasının Varoluş Sorunu / 67
“İslam Dünyası” Diye Bir Dünya Var mı? / 71
İslam Dünyasında Özeleştiri Zorunluluğu / 73
İslam Dünyası Niçin Gelişemedi? / 75
İslam Dünyası Niçin Geriledi? / 77
Allah’ın İlk Emri “Oku”! Biz Neden Okumuyoruz? / 79
Kitap Okuma Alışkanlığını Nasıl Yaygınlaştırabiliriz? / 81
İslam Konferansı Örgütü / 83
İslam Konferansı Örgütü’nün Misyonu / 85
Uygarlığımızdan Ayrı Düşmenin Dayanılmaz Acısı / 87
İslam ve Batı’nın Depreşen Şuuraltı / 89
Granada Camii’nin İfade Ettiği Anlam / 91
Madrid: Müslümanların Kurdukları Bir Avrupa Başkenti / 93
İslam ve Çok Eşlilik / 95
Kur’an’ın Çok Eşliliğe Yaklaşımı / 97
İslam’ın Engellilere Bakışı / 99
İkinci Bölüm
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İslam Düşüncesi / 103
Çağdaş Metafizik Sistemler / 105
Yükselen Değerler ve “İslam Düşüncesi” / 107
İslam’ın Bilgiye Verdiği Önem / 109
Küreselleşen Dünyada İslam Düşüncesinin Misyonu / 111
Globalleşen Dünyada İslam Felsefesi’nin Misyonu / 115
İslam’ın Mesajının İnsanlığa Ulaştırılmasında İslam Felsefesi’nin Misyonu / 117
İslam Felsefesi Tartışmaları Üzerine / 119
Yenilgi Psikolojisi ve Osmanlı Aydınları / 123
İslam Düşünce Geleneği ve Osmanlı Medreseleri / 125
İslam Düşünce Geleneği ve Modern Türkiye’de Din Eğitimi / 127
Türk Milli Eğitimi’nin Bir Felsefesi Var mı? / 129
Özgün Bir Model Olarak İmam Hatip Liseleri / 131
İmam Hatip Liseleri Gerçeği / 133
İmam Hatip Liselerinin Özgünlüğü / 135
İmam Hatip Liseleri’nin Misyonu / 137
Dinin Siyasallaştırılması ve İmam Hatip Liseleri / 139
Bela mı, Lütuf mu? İmam-Hatip Liseleri’nin Farkı / 141
Mehmet Akif’in “Medeniyet” Eleştirisi / 143
Mehmet Akif ve Aydınımızın Dramı / 145
İslam Dünyasının Zihniyet Problemi ve Mehmet Akif / 147
Soylu Düşüncenin Çileli Şairi / 149
Necip Fazıl ve Felsefe / 151
Necip Fazıl ve Batı Tefekkürü / 153
Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” / 155
Bir Düşünce Erinin Ardından / 157
Bir İlim ve İman Abidesinin Ardından / 159
Medeniyetin Burçları / 163
Üçüncü Bölüm
Avrupa Birliği Türkiye ve İslam Dünyası / 165
Avrupa Merkezli Uygarlık Anlayışının Yıkılışı / 167
Yeni ve Çok Zor Bir Süreç Başlıyor / 169
Avrupa’nın Kendi Kendisiyle Yüzleşmesi / 171
Kafalar Karışık / 173
Batı’da Ortaya Çıkan İslam Karşıtı Algı ve Korkular / 175
Avrupa’da Yanlış İslam İmajı / 177
Bu Fanatizm Nasıl Yenilecek? / 179
Laik Avrupa mı, Hıristiyan Avrupa mı? / 181
Avrupa’nın Dayandığı Temeller ve İslam / 183
Avrupa’da Türkler Arasında / 185
Fransız Aydınları Avrupa’yı Sorguluyor / 187
Avrupa Birliği ve Nüfus Cüzdanlarındaki Din Kaydı / 189
Avrupa Birliği ve Zorunlu Din Dersleri / 191
“Batılılaşmadan Modernleşme” ve Türkiye Örneği / 193
Avrupa Konseyi ve Türkiye’deki Laiklik Tartışmaları / 195
Avrupa Birliği ve Alevilik / 197
“İnfériorité” Duygusu ve Fransa’da Başörtüsü Yasağı / 199
Mitterand’ın Fransa’sından Chirac’ın Fransa’sına / 201
Avrasya Gerçeğini Yeniden Düşünmek / 203
Rotterdam’da “Hem-Şehrî”lik Bilinci / 205
Dördüncü Bölüm
Terör, Savaş ve Barış / 207
Terör Bir İnsanlık Suçudur / 209
Terörün Nedenlerini Doğru Tespit Etmek / 211
Etnik, Mezhepsel ve Dinsel Terör / 213
Mitolojik Bir Düşman: El-Kaide / 215
Freidman’ın Feryadı! / 217
İslam Dünyası Terörden Uzak Durmalıdır / 219
Büyük Ortadoğu “Planı” mı, “Projesi” mi? / 221
“Kutsal Savaş”tan “Haklı Savaş”a / 223
Bir Vahşetin Yıldönümü / 225
Bağdat! Ah Bağdat!!! / 227
Bağdat Yanıyor, Yağmalanıyor!!! / 231
Yangından da Öte Bir Yangın / 235
Moğol Kargaşasından, “Çağdaş Uygarlık” Yangınına / 239
Şaron Bu Şiddetin Altında Ezilir / 243
Kara Bahtlı Keşmir / 245
Darwinizm, Neo-Darwinizm ve Sosyal Darwinizm / 247
Beşinci Bölüm
Din ve Çevre / 249
Küresel Afetler / 251
Dev Dalgaların Hatırlattığı Gerçekler / 253
Bir Kasırganın Ortaya Döktüğü Acı Gerçekler / 255
Dev Dalgaların Yıktığı Zihniyet / 257
New Orleans Belediye Başkanı’nın Demek İstedikleri / 259
İlkellik Kader Sanılmamalıdır / 261
Bir Sabah Kalktığımızda / 263
Şimdi Sıra Bizde / 265
Küresel Felaketlere Karşı “Küresel Etik” / 267
Hz. İbrahim’in Aydınlığında Barış Arayışı / 269
Global Bakış İhtiyacı / 271
“Öteki”ni Anlamaya Çalışmak / 273
“Tarihe Tekerrür Diyorlar” / 275
Dizin / 279
ÖNSÖZ
Bugün, dünyamız, büyük bir krizden geçiyor. Bu krizin ana nedeni, ekonomik ve sosyal olmaktan çok entelektüeldir. Krizin temelinde, bağnazlıklar, bilgisizlikler, tahammülsüzlükler, önyargılar, düşmanlıklar, kin ve nefret duyguları, terör ve şiddet istekleri, savaş ve saldırganlık eğilimleri yatmaktadır. Bu ise sorunu daha da kompleks hale getirmektedir.
Bu medeniyet krizinin, insanlığın uzun asırlar içerisinde oluşturup geliştirdiği evrensel değerleri kökten tehdit etmekte olduğu açıktır. Savaş, çatışma ve terör belalarının yanı sıra; çevre kirliliği, insani ve ahlaki değerlerin erozyonu, gerek toplumlar gerek milletler arasındaki sosyal, kültürel ve ekonomik dengesizlikler küremizi yaşanmaz hale getirmek için adeta el birliği etmektedirler.
Entelektüel kriz, insanlığı bir medeniyet krizine sürüklemiştir. Çağımızda karşılaşılan medeniyet krizinin ana nedeni ise, modernite ile başlayıp, aydınlanma ile gelişen, pozitivizm ve materyalizm ile doruğa çıkan tek boyutlu varlık tasarımıdır.
Kökeni Rönesans’tan beri Batı’nın içine düştüğü büyük açmaza dayanan bu tek boyutlu varlık tasarımı, bir yandan dinin dogmatikleşmesi sonucu aklın dışlanmasından; diğer yandan da, bu dogmatizme karşı çıkarak dinin yadsınmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki din, insanın, özünde var olan, fıtratının derinliklerinde saklı bulunan yüce ve aşkın değerleri keşfetmesini ve bu sayede doyumsuz bir hazza ulaşmasını sağlar. Kaldı ki günümüzde antropolojik ve arkeolojik keşifler bize bütün medeniyetlerin kökeninde bir dinin bulunduğunu göstermektedir.
Güçlü ve uzun ömürlü medeniyetler, akıl ile vahiy, din ile bilim arasında kurulan sağlıklı ilişkiler üzerinde boy salıp gelişirler. Dolayısıyla medeniyet algısı, din ile aklın çatışması üzerine değil, buluşması ve dengeli şekilde bir araya gelmesi üzerine inşa edilmelidir.
Yaklaşık 300 yıldır dünyamıza yön veren Batı medeniyeti, akıl ile vahiy, din ile bilim arasındaki bu hassas dengeyi göz ardı ettiği için, insanlığı büyük krizlerle yüz yüze getirmiştir.
İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu ilk günden beri çıplak duyu vasıtalarıyla kavrayamadığı, dolayısıyla müspet ve müşahhas olarak ifade edemediği, ama karşı konulmaz bir sevk-i tabii ile bağlanmak zaruretini duyduğu kendi dışında, yüce ve üstün bir güce yönelmiştir. Dolayısıyla, nerede bir insan var olmuşsa, orada doğru veya yanlış bir din de bulunmuştur.
Dinin tarihi, insanlık tarihiyle birlikte başlar. İnsanoğlunun, uzak-yakın çevresinde olup biten şeyler hakkındaki ilk açıklamaları din kaynaklıdır. Bu durum, insanın zamanla oluşturduğu bilim, düşünce, kültür, sanat, hukuk ve ahlak gibi insana özgü etkinlik alanlarında ve sosyal kurumlarda dinin önemli bir rol oynamasına sebep olmuştur.
Medeniyet ise, insanlık ile beraber gelişmiş evrensel bir olgu; bütün toplumların bütün kültürlerin bütün dinlerin ortak katılımı ile oluşmuş bir bütün, bir sentez, bir bileşimdir.
Medeniyet, en geniş anlamıyla, toplum halinde yaşayan insanların, zaman içerisinde kazandıkları alışkanlıkları ve edinmiş oldukları fikirleri içeren karmaşık bir yapıyı ifade eder. İnsanlığın deneyimlerinin hülasası ve her alandaki kazanımlarının, başarılarının özüdür.
Medeniyet, insanoğlunun ortaya koyduğu her türlü yapıp-etmeleri, bilim, teknik, sanat, estetik güzellikler, insanın kendisine ve başkasına bakış tarzı ve ilişki şekli, değerleri, idealleri gibi toplu bir bütünlüğü ifade eder. Medeniyetlerin oluşumunda, ırk, din, dil, iklim, beslenme ve coğrafya gibi unsurların etkisi vardır.
Medeniyetler, uzun bir sürecin ve zengin bir birikimin ürünüdürler. İnsanlığın başlangıcından beri akıp gelen bu görkemli ırmak, yalnızca bir toplumun, bir kültürün ya da bir dinin eseri değil, bütün insanlığın ortak katkılarının mahsulüdür. Her din, toplum ve kültür, kendi imkanları ölçüsünde bu sürece ve bu bütünün oluşmasına az veya çok katkıda bulunur.
Bilindiği gibi, dilimizde kullandığımız medeniyet terimi, Arapça “Medine” kelimesinden türetilmiştir. Medine şehir anlamına gelir. Peygamber şehri demek olan “Medinetü’n-Nebi” teriminden alınmıştır. İslam öncesi dönemde Medine şehrinin adı Yesrib idi. Hicret’ten sonra Peygamber şehri anlamına “Medinetü’n-Nebi” dendi ve “Medeni” kelimesi de buradan türetildi.
Böylece, İslam Peygamberi’nin, Hicret’ten sonra yalnız yeni bir kent kurmakla kalmadığına, aynı zamanda yeni bir uygarlık inşa etmiş olduğuna da vurgu yapıldı. Belki de bununla, Medineli olmanın, kentli olmayı, medeni olmayı zorunlu kılacağına telmih edilmişti.
Kelimenin Batı dillerindeki karşılığı olan “Civilisation” terimi ise, Latince kent ve site anlamına gelen Civitas kelimesinden türetilmiştir. Şehirli demek olan, sivil kelimesi de buradan gelir. Bu kelime Batı dillerine ancak 18. yüzyılda geçmiştir. Dilimize ise yine oradan ve yaklaşık bir asır sonra 19. yüzyılda girmiştir. Medeninin karşılığı bedevi, göçebe manasında, yerleşik ise hadari manasındadır. Bu nedenle olmalıdır ki İbn Haldun, kentlilik anlamının ötesinde imar ve yerleşimi de içeren “umran” ve “hadara” terimlerini kullanmayı tercih etmiştir.
Medeniyetler karakteristik özellikler taşırlar. Medeniyetin temel göstergeleri, şehirlilik, evrensellik ve çoğulculuktur. Kültürler gelişerek medeniyetleri oluştururlar. Medeniyetler de birbirinden etkilenerek ortak değerler sistemini kurarlar.
Din, kültür ve medeniyet arasında sıkı ilişkiler bulunmakla beraber, zaman zaman bunların birbirine karşıt konumlara yerleştirildiği de görülmektedir. Kültür özel, medeniyet genel; kültür milli, medeniyet ise milletler arasıdır. Kültürler, öznel ve farklı olduklarından, çatışmaya elverişlidirler. Medeniyetler ise, çatışma yerine, ortak iyiye doğru yarışı önerirler.
İnsanlık ile birlikte gelişen evrensel bir olgu olarak ele aldığımızda; medeniyetleri, sürekli akmakta olan bir ırmağa ve insanlığın ortak eseri olan evrensel uygarlık birikimini de denizlere veya okyanuslara benzetebiliriz. Dağlardan inen ve toprağın altından kaynayan suları ırmaklara taşıyan dereler ise kültürler mesabesindedir. Öyleyse kültürler birleşerek medeniyetleri meydana getirirler. Medeniyetler birleşerek ortak evrensel insanlık mirasını oluştururlar. Bu bakımdan yeryüzünde saf bir medeniyet yoktur, tıpkı saf bir kültür olmadığı gibi. Devamlı sentezlerle karışımlar meydana gelir. Ve evrensel medeniyete her medeniyetin katkısı vardır. Her kültürün katkısı vardır.
Özellikle 18. yüzyılda oryantalizm ile beraber yaygınlaştırılan Avrupa medeniyeti ve bunun, medeniyetin tek örneği, tek modeli olarak ifade edilmesi son derece yanlıştır. Maalesef bugün Batı mentalitesinde medeniyet denince sadece Avrupa medeniyeti anlaşılmaktadır. Halbuki medeniyet, Avrupa’nın tek başına ürettiği bir şey değildir.
Amaçları farklı olmakla beraber, 20. yüzyılda medeniyet konsepti üzerinde düşünen ve eserler kaleme alan Oswald Spengler, Arnold Toynbee, Fernand Braudel ve Samuel Huntington’un medeniyet sınıflandırmaları, birçok noktadan benzerlikler arz etmektedir.
Samuel Huntington’un, son on yılda çokça tartışılan medeniyetleri, Batı ve Batı dışı diye ikiye ayırarak, Batı dışı medeniyetlerin, Batı medeniyetinin düşmanı olduğu iddiası, gerçek dışıdır. Çatışma kültürü üzerine inşa edilmiş olan “medeniyetler çatışması” tezinin, insanlığın ortak yararını gözetmekten çok, belirli grupların menfaatlerini ön plana çıkarmayı amaçladığı görülmektedir
Batı’yı merkeze alan ve Batı uygarlığının mutlak üstünlüğünü savunan Avrupa merkezci (Eurocentrist), indirgemeci medeniyet anlayışı, bütün insanlığı kuşatan küresel bir yaklaşım getiremez. Batı uygarlığının yanı sıra ve zaman zaman ona rakip olabilecek medeniyetlerin bulunması pek tabiidir. Günümüzde, ortak insanlık idealinden hareketle, insani ve evrensel bir medeniyet konsepti geliştirmek zorunluluk halini almıştır. Her toplum, kendi imkanları ölçüsünde ortak, evrensel medeniyet yürüyüşüne katılmak ve katkıda bulunmak durumundadır. Bu yarışa katılamayan toplumlar, kısa zamanda tarih sahnesinden silinirler ve zamanın dışına atılırlar.
Medeniyetlerin oluşumunda bütün insanlığın emeği ve alın teri vardır. Medeniyetler arasındaki farklılıkları, düşmanlık olarak algılamak yerine, evrensel insani hedeflerin gerçekleştirilmesi için dinamik bir unsur olarak algılamak daha doğru olur. İnsanlığın bütün birikimlerini aynı hedeflere yöneltmek ortak amaç olmalıdır.
Medeniyetler çatışmasının yerini, medeniyetler buluşması almalıdır. Bu buluşmanın ön şartı hoşgörü ve diyalogdur. Diyalogun ön şartı ise karşılıklı bilgi ve anlayıştır. Medeniyetler buluşmasının önündeki en büyük engel, elbette ki cehalet ve bağnazlıktır. Cehalet ön yargıları besler, ön yargılar da bağnazlıkları körükler.
Geleceğin dünyası, çatışmalar üzerine değil, sevgi, barış, hoşgörü, uzlaşma ve uyum üzerine kurulacaktır. Barış, insanlığa mutluluk, savaş ise felaket getirir. Sebebi ve sonuçları ne olursa olsun her zaman barıştan yana olmak gerekir. Kant’ın 200 yıl önce ortaya koyduğu gibi, kalıcı barışın, elbette ki bazı olmazsa olmazları vardır. Evrensel barış için mücadele etmek herkesin görevidir.
Bilimsel gelişmeler savaş ve savaş araçları için değil, barış için kullanılmalıdır. Medeniyetler güçlerini, geliştirdikleri bilim, düşünce, sanat ve bunların pratiğe indirgenmesinden ibaret olan teknolojiden alırlar. Bilim ve teknoloji, hiç şüphesiz ki bugün insanlığa büyük rahatlık ve eşsiz konfor sağlamıştır. Bu sayede çağdaş insan, tarihin hiçbir devrinde erişemediği büyük imkanlara ulaşmıştır. Ama bu imkanlar onu, ataları kadar mutlu kılamamıştır.
Ünlü tarihçi Toynbee medeniyetleri yaşayan ve ölü medeniyetler olarak ikiye ayırdıktan sonra, yeryüzünde kurulan pek çok medeniyetten ancak on sekizinin evrensel nitelikleri haiz olduğunu ve bunlardan da sadece dördünün yaşayabildiğini bildirmektedir. Ona göre yaşayan medeniyetler: Batı medeniyeti (Katolik-Ortodoks-Protestan), İslam medeniyeti (Arap-İran), Uzak Doğu medeniyeti (Çin-Japon) ve Hint medeniyetidir. Fosilleşmiş olarak nitelediği ölü medeniyetleri de şöylece sıralamaktadır: İran, Mısır, Yunan, Suriye, Hind öncesi medeniyetler, Çin öncesi medeniyetler, Minos (Girit), Sümer, Eti, Babil, Andeenne, Yucatéque, Aztéque ve Maya. (Arnold J. Toynbee, L’Histoire, un Essai d’İnterprétation, 19, 42.)
Toynbee’nin saydığı yaşayan medeniyetlerin karakteristik özelliklerine baktığımızda, bunların hepsinin de dini menşeli olduğunu ve beşer dışı kaynaklara dayandıklarını görüyoruz. Kısacası hepsinin metafizik kökenli olduğu anlaşılmaktadır. Binaenaleyh yeryüzünde, tek boyutlu ve yalnız insan aklının kategorileri doğrultusunda geliştirilen düşünce sistemlerine dayalı medeniyetler, uzun ömürlü olamamakta ve kısa zamanda fosilleşmektedirler.
Medeniyetlere, kendilerine özgü renklerini veren ve onların diğerlerinden ayrı adlarla anılmalarını sağlayan ana unsur; Allah, hayat, kainat ve insana bakışlarını belirleyen dünya görüşleri ve bu dünya görüşlerinin üzerine bina edildiği entelektüel yapıdır.
Entelektüel yapısı sağlam olan uygarlıklar, insan hayat ve kainat ile ilgili sorunlara kapsamlı, tutarlı, gerçekçi ve kalıcı çözümler ürettiklerinden her zaman ve her yerde etkinliklerini sürdürürler. Sağlam entelektüel alt yapıya sahip bulunmayan dünya görüşleri, belirli zaman aralıklarında ve belirli bir toplum katmanında itibar görseler de dayandıkları destekler arkalarından çekildiği anda çabucak yıkılıp giderler.
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle: Allah, gökten su indirir, dereler onunla dolar taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Allah, hak ve batıl için şöylece misal verir: Köpük uçup gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. (Rad, 13/17)
İhtiyar dünyamız ve tarihin sayfaları, bu türden yıkılıp gitmiş medeniyetlerin harabeleriyle doludur. Bir medeniyetler müzesi olan ülkemizde tarihin her döneminde rastlanan bu yıkıntılardan sayısız örnekleri gezip görmek mümkündür.
Çok gerilere gitmeye gerek yok, dünyamızın yaşına göre çok küçük bir kesit olan şu son iki yüzyıllık tarihinde insanlık, pozitivizm, materyalizm, marksizm gibi pek çok fikir sistemi ile faşizm, nasyonalizm, nasyonal sosyalizm ve komünizm gibi pek çok totaliter sistemin çöküp gittiğini gördü.
Bütün bu yıkımların arasında, bazı sistemler var ki dimdik ayakta kalmayı başardılar. Bunların hayatta kalış nedenlerini dikkatle incelediğimizde, köklü bir dünya görüşüne sahip sağlam bir entelektüel yapılarının bulunduğunu görürüz. Bu yapının temel taşını ise dini ve metafizik unsurlar teşkil eder. Bu sebepledir ki medeniyetlerin ana itici gücünün dinler olduğu sağduyu sahibi herkes tarafından kabul edilmektedir.
Medeniyet bir bütündür, uzun bir sürecin ve birikimin ürünüdür. İnsanlığın başlangıcından beri akıp gelen bu görkemli ırmak, belirli bir coğrafyanın, topluluğun veya kültürün malı değil, insanlığın ortak çabasının, alın terinin ve zihin gücünün ürünüdür.
Mezopotamya’dan kalkan medeniyet kervanı, Mısır, Akdeniz çevresi, İran ve Hindistan üzerinden dönüp Anadolu’ya gelmiş, oradan da Yunan adalarına geçmiştir. Büyük İskender’in Hindistan seferi ile yeni bir sentez oluşturan Doğu ve Batı düşünceleri, Helenistik dönem boyunca egemenliğini sürdürmüştür. Daha sonra Yahudi ve Hıristiyan geleneğinin de katılımıyla zenginleşerek İslam dünyasına intikal etmiştir.
Tek tanrıcı iki büyük dinin (Yahudilik ve Hıristiyanlık) dayandığı temel ilkeleri sürdürmeyi amaçlayan İslam dini, geleneksel “hikmet” prensibinden hareketle, mensubu bulunan Müslümanları, insanlığın bütün evrensel mirasına sahip çıkmaya teşvik etmiştir. Bu temel espriyle yola koyulan Müslümanlar, 8. yüzyıldan itibaren Antik dünyanın bilim ve düşünce mahsullerini İslam dünyasının ortak bilim ve kültür dili olan Arapça’ya aktarmışlardır. Böylece oluşan özgün İslam bilim ve düşüncesine dayalı olarak geliştirilmiş bulunan yeni uygarlık anlayışı, uzun asırlar sürüp giden evrensel uygarlık kervanının öncü gücü olmuştur.
Şu halde çağdaş uygarlığı, indirgemeci bir anlayışla, sadece kıta Avrupa’sına mal etmek doğru değildir. Zira uygarlığın temel değerlerinin oluşmasında, öteki bütün topluluklar gibi, Müslümanların ve bu bağlamda biz Türklerin de büyük katkıları vardır.
Medeniyet, özü itibariyle düşmanlığa, çatışmaya, yıkmaya, yakmaya ve öldürmeye karşıdır. Çirkinin değil, güzelin; kötünün değil, iyinin; karanlığın değil, aydınlığın yanındadır. Sağduyu sahibi birçok sosyolog, bu gün karşı karşıya bulunduğumuz durumun, geçmiş yüzyıllarla kıyaslanamayacak derecede vahim olduğunu ve tedbir alınmadığı takdirde felaketin bütünüyle küremizi yok edecek boyutlara ulaşacağını bildirmektedirler. Türkiye Başbakanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın Sudan’ın başkenti Hartum’da İslam ülkeleri liderlerine yaptığı konuşmada: “Dünyanın bu sene silah için harcadığı paranın bir trilyon doları aştığını; böylesine yüksek miktarların, insanlığın sağlığı ve esenliği yerine, felaketi için harcanmasının ise asıl büyük trajediyi oluşturduğunu” bildirdi. Ve “bu kötüye gidişin önlenemez bir kader olmadığını; bütün dünyanın, el birliği, gönül beraberliği yaparak bu gidişi durdurmak için seferber olması gerektiğini” ekledi.
Medeniyet, hegemonik gücü elinde bulunduran toplulukların, kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirme plan ve projeleri üzerinde buluşamaz elbette. Böyle bir kabul, kabul eden tarafından teslimiyet; kabul ettiren tarafından empoze anlamına gelir ki bu yaklaşım, özü itibariyle uygarlıklar arası buluşma esprisine ters düşer. Nitekim ülkemizde Avrupa Birliği’ne ve uygarlıklar arası buluşma fikrine karşı çıkanlar, güçsüz olduğumuz için, zorunlu olarak bizim taviz vermek durumunda kalacağımızı öne sürmektedirler. Aynı şekilde Avrupa’da da, Türkiye’yi kendi camiası içine alacak güçlü tarafın Avrupa olduğunu, bu nedenle Türkiye’nin, Avrupa tarafından kendisine empoze edilen her şeyi tereddütsüz kabul etmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı oldukça fazladır. Her iki yaklaşım da sübjektif ve tutarsızdır.
Din ve Medeniyet konusunu ele almaya çalıştığımız bu kitap, 2000-2006 yılları arasında, günlük gazetelerde yazdığımız kısa yazılardan oluşmaktadır. Yıllar önce kaleme aldığımız bu yazılarda, yaptığımız tespitlerin, ortaya koyduğumuz değerlendirmelerin ve önerdiğimiz çözümlerin, hâlâ bu gün de geçerli olduğunu gördüğümüzden, belirli bir başlık altında yeniden derleyip toparlayarak yayınlamaya karar verdik. Bir yandan hafızamızı tazelemeyi amaçlayan bu eser, diğer yandan genç nesillere farklı bir bakış açısı sunmayı ve geniş bir düşünce ufku sağlamayı amaçlamaktadır. Bunu başarabilirsek, kendimizi mutlu sayarız.
5 Nisan 2012
Bekir KARLIĞA
Birinci Bölüm
DİN ve MEDENİYET
Din, Düşünce ve Uygarlık
Din: İnsanları hem bu dünyada hem de öte dünyada mutluluğa eriştirmek üzere Allah tarafından gönderilmiş kurallar bütünüdür.
Dinin tarihi, insanlık tarihiyle birlikte başlar. İnsanoğlunun, uzak ve yakın çevresinde olup biten şeyler hakkındaki ilk açıklamaları din kaynaklıdır. Bu durum, insanın zamanla oluşturduğu bilim, kültür, sanat, hukuk ve ahlak gibi insana özgü etkinlik alanlarında ve sosyal kurumlarda dinin önemli bir rol oynamasına sebep olmuştur.
Din, insanın, özünde var olan, fıtratının derinliklerinde saklı bulunan yüce ve aşkın değerleri keşfetmesini ve bu sayede doyumsuz hazlara ulaşmasını sağlar.
Din olmadan, kişi kendi öz benliğinin farkına varamayacağı gibi, bu evrendeki yerini, rolünü ve konumunu da fark edemez. İnsanın, evrenin en değerli ve en önemli yaratığı olduğu muhakkaktır. Maddi yapısı itibariyle o, yeryüzündeki öteki canlıların pek çoğuyla aynı ortak özellikleri taşır. Onun bedeni de öteki organizmalar gibi hücrelerden, genlerden, dokulardan meydana gelir. Fakat onun asıl özgün olan yanı, ruhi ve zihni özelliklerinin bulunması, buna bağlı olarak inanç ve bilinç sahibi bir varlık olmasıdır.
İnsan, varlık yapısı bakımından bir bütünlük arz eder. Ruhuyla bedeniyle, maddesiyle ve manasıyla komple bir varlıktır. Batıl inançlar ve katı ideolojiler insanın bu varlık yapısını parçaladılar ve onu, ya sadece ruhtan ibaret soyut bir varlık haline getirmeye, ya da sadece bedenden ibaret maddi bir varlık haline dönüştürmeye çalıştılar. Bu ise bütünüyle varlık hakkında yanlış yaklaşımların ortaya çıkmasına neden oldu. İlahi dinlerin ana hedefi, parçalanmış olan bu varlık tasarımını “hikmet” ölçüleri içerisinde yeniden kurmaktır.
Din ile buluşmayan düşünce, tek boyutlu kalmak durumundadır. Dolayısıyla varlığı bir bütün halinde algılama imkanından yoksundur.
Düşünce ile uygarlık arasında da yakın bir ilişki vardır. Bir düşünce sisteminin önemi ve büyüklüğü, onun muhtevası ile bağlantılıdır. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunlara çözüm aramak yerine, kişilerin veya milletlerin özel problemleriyle ilgilenen düşünce sistemleri, ancak onunla ilgisi olan kişiler ve toplumlar için önem arz ederler.
Düşünce sistemleri içerisinde, uzun yıllar hayatiyetini sürdürebilenler de sadece evrensel boyuta ulaşabilmiş olanlardır. Medeniyetler, bu türden düşünce sistemleri üzerine kurulurlar. Medeniyetlerin dayandıkları düşünce sistemleri ne kadar güçlü, kapsamlı ve gerçekçi ise, yaygınlık alanları o nispette geniş, ömürleri de o ölçüde uzun olur.
Ünlü medeniyet tarihçisi Arnold Toynbee medeniyetleri, yaşayan ve ölü medeniyetler olarak ikiye ayırır. Yeryüzünde kurulan pek çok medeniyetten ancak on sekizinin evrensel nitelikleri haiz olduğunu ve bunlardan da sadece dördünün yaşayabildiğini bildirir. Ona göre yaşayan medeniyetler: Hıristiyan medeniyeti (Katolik-Ortodoks-Protestan), İslam medeniyeti (Arap-Türk-İran), Uzakdoğu medeniyeti (Çin-Japon) ve Hint medeniyetidir.
Fosilleşmiş olarak nitelediği ölü medeniyetleri de şöylece sıralamaktadır: Eski İran, Mısır, Yunan, Suriye, Hint öncesi medeniyetler, Çin öncesi medeniyetler, Girit, Sümer, Eti, Babil, Aztek ve Maya. (Arnold J.Toynbee, L’Histoire, un essai d’interpretation, 42; Paris-1951)
Toynbee’nin saydığı yaşayan medeniyetlerin karakteristik özelliklerine baktığımızda, bunların hepsinin de dini menşeli olduklarını ve insanüstü bir kaynağa dayandıklarını görüyoruz. Kısacası, insanüstü bir kaynaktan beslenmeyen düşünce sistemleri gelişerek bir uygarlık kurma düzeyine erişememektedirler. Kurulmuş olanlar da kısa zamanda fosilleşip yok olmaktadırlar.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İslam Kültür
- Kitap AdıDin ve Medeniyet
- Sayfa Sayısı288
- YazarProf. Dr. Bekir Karlığa
- ISBN9786056289460
- Boyutlar, Kapak13x23, Karton Kapak
- YayıneviMahya Yayıncılık / 2012