Normalin içinde dehşet var mıdır? Bana göre normal dehşet vericidir. Pınar Sönmez, normal görünenin saklı dehşetini arıyor. Çünkü dehşet biraz cennete benzer. Bu nedenle Pınar Sönmez’in öyküleri kanımca tetikte okunmalıdır.
Faruk Duman
İÇİNDEKİLER
Birike Birike …………………………………………………………. 9
Nina Simone, Kuşlar ve Sırlar ………………………………… 17
Bir İlişkinin İlk Sözlüğü …………………………………………. 29
Bregovıc’in Sırım Gibi Bacakları …………………………….. 37
Hassasiyetin Son Günleri ………………………………………. 49
Gölgede ……………………………………………………………….. 57
Pastel …………………………………………………………………… 63
Yakışıklı Kumral Adamın Fotoğrafı …………………………. 71
Şaşkınlığınızı Siler misiniz? …………………………………….. 79
Hiçbir Şey Değişmeyecek ………………………………………. 87
Buz Işığı ……………………………………………………………….. 93
İki Telefon, Öncesi ve Sonrası ………………………………… 103
Kamaşma ……………………………………………………………… 111
Başımda Bir Koza ………………………………………………….. 117
BİRİKE BİRİKE
“Yaşam yalnızca sokaklarda.”
– Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri
Galatasaray civarındayken aldığım simidi yiye yiye meydana kadar gelmiştim. Derhal karşıya geçmeliyim, hava da karardı derken meydana bakan otelin yanında, kocaman bilbortta onun fotoğrafını gördüm. Dudağımın kenarındaki susamlar atkıma düştü.
onun fotoğrafı – sevgilinin yüzü – eski sevgilinin yüzü.
taksim’in ortasında, kocaman – başarısı.
bana ihtiyacı yok. beni önemsemiyordur.
ben çektim – şehrin ortasında. kocaman.
herkesin ona bakmasını ben sağladım.
haberim yok – arayıp sormadı bile.
söylemedi bile.
benim fotoğrafım – o ya da değil.
taksim’in ortasında. kocaman.
Rüzgâr soğuk üfl üyor. Atkımdaki susamlar göğsüm hizasında uçuşuyorlar. Bakıyorum, caminin kenarında çeşme var. Varmış. Mermerden salıncak. Sallandığıma göre… Hadi sadece bana zaman ayır, dediği gün. Fotoğrafl arımı beğenmeye başladıkları, onun yeni yeni müzik işine girdiği zamanlar. Özel hazırlanmıştı o sabah. Kirli sakal. Sigara içmez, ama kırk yıllık tiryaki gibi tutmuştu sigarayı. Tutmuş. Gözler kısık. Tüm gün fotoğraf çektirmeye hazır bir erkek şimdi olağandışı geliyor. Gereksizinden olağandışı.
Az ötede kırmızı arabasını park etmiş kestanecinin ağzından da ocağından da duman çıkıyor. Kestaneci yarı elini, yarı kestaneyi çiziyor. Yine fotoğrafa çeviriyorum gözümü. Yürürken, duştayken, yemek yer, televizyon izlerken onun beni izlediğini düşünürdüm… ve işte karşımda. Neresinden tutacağını bilemediğin duygular uğultu yaratıyormuş.
bu o değil ki…
bu onun değil ki…
bu fotoğrafı ben yaptım.
Binlerce insanın benim çektiğim fotoğrafı görmesi bir hayaldi, şimdi gerçek, ama benim çektiğim söylenmiyorsa fotoğraf benim olmaktan çıkıyor. Çıkmıyor da gösterilmiyor… göstermiyor… beni göstermiyor. Ben yokum. Halbuki bu bilbort benim sayemde var. O bilbort benim. O resim(deki) benim. Çapraz nefretler birbirine dolanıyor. Acayip bir şey. Bunu o sanacaklar…
O kitaplardan birinde bir söz vardı. Fotoğrafçılığın asıl hüneri, düzenlenmiş görsel bir yalan söyleyebilmektir, diyordu. öyle yakışıklısın ki burada ve öyle yalan ki… ne güzel yalan söylemişim. iyisindir, ama bu kadar da değil… bu kadar şahane… bu kadar şahane olan sen değilsin benim yaptığım fotoğraf.
hiç düşünmemiştim üstünde bu kadar. onca fotoğraf çektim, hiçbirinde durup böyle düşünmedim. çok garip. benden bu kadar uzaklaşan şeyin sonunda beni bu kadar içine alması… deklanşörüm, gözüm, elim sayesinde, onca insan beni pis pis terk eden sana bakıyor. öyle harikayım ki yine benimle yaşıyorsun. alternatifim yok. ah ah… biriyle mi konuşmam gerek? Çeşmenin soğuğu mermerden yavaş yavaş kalçama işliyor. Mermerden kalça. Aldırmıyorum. senin tenin böyle beyaz mı ki… sen bu kadar yakışıklı mısın ki… sen küstahsın Wilco’nun Karavanı’nı izliyorduk, Ebru Ceylan anlatıyordu. “Ben fotoğrafı yapmaya inanıyorum.” “Yüzde yüz katılıyorum” demiştim. Sen ne demiştin hatırlamıyorum.
Biliyor, tüm düşüncemi, deklanşörün hissiyatını, hepsini biliyor. Bile bile küstah. ilk düşünce yanlıştır, ikincisi aklıselimken gelmiştir. artık ikinci düşünceyi bekliyorum… sen öğrettin bunu. üçüncüsü daha da iyi olacak… bak, şimdi üçüncüyü, dördüncüyü de öğretiyorsun.
İstiklal Kitabevi’nin kapanıyor olduğunu yine amaçsızca dolaşırken görmüştük. Üzülmüştüm ben. Girip bir sürü fotoğraf kitabı almıştım. Eve gelip onlara bakmadan önce, çok soğuk, demiştin. Alt katın kaloriferiyle ısınan duvara dayalı, sokağın soğuğunu üzerimizden çıkarıp da… Artık bir ısınma biçimimiz ve yerimiz vardı elimizde. “Soğuğa elveda, sıcağa merhaba partisi” yapıyorduk her gün. Hızın ayarlanabildiğini de, her seferinde farklı olabileceğini de, fotoğraf yapmayı da kitaplardan değil, o duvarda öğrendim.
Yürüyüşleriminse hep amacı var artık. Kurtuluş’taki evinden çıkardık. Saçlarımı kulaklarımın üzerinden, iki yandan alır tepede toplardım, yüzün açılıyor, derdi, çok severdi. Ondan önceki de öyle dediği için şaşırmıyordum, kendimden daha bir emin oluyordum. Birike birike biliyoruz kendimizi. Şu andaki de mi birikmek? Olmaz olsun böyle birikmek.
Yürürdük Taksim’e kadar. Harbiye’de Askeri Müze’nin yanından her geçişte ikimiz bir ağızdan derdik, “Müzeye de hiç gelmedik.” Ve hep öyle olacağını sanırdım. Bu yüzden önemli. O Harbiye Askeri Müzesi orada hep duracak, biz hiç gitmeyeceğiz, yanından geçerken hep “Buraya da bir gelmedik” diyeceğiz… Ayrıldığımızda gitsin istediğim, üstesinden gelmeye çalıştığım bir sızı bile daha iyiymiş. Hüzün tuhaf bir huzura dönüşebiliyormuş. Ayrılık iç dünyada, haksızlık dış dünyada… Bir de sevdiğinin haksızlığı, böyle zihni ortadan ikiye ayırıyormuş. Başını ağrıdan aldırmıyormuş. Seçenek diyordum, değil mi? Sana ne benim fotoğrafımdan, izin yok, telefon bile yok. İkinci kez terk edilmek gibi… ve daha soğuk. İki yabancı. Bir kız yanıma oturuyor, telefonda kart bilgilerini veriyor. Tramvay kesiyor caddenin görüntüsünü.
Sonra onun bu müzik işleri bir anda çok ilerledi, ben fotoğrafa bu kadar emek harcarken onun hiç çaba göstermeden talihin kucağında yükselişine tanık olmaya başladım. Gerisi çorap söküğü… Yerini değiştirmeyen üç kişiyiz koca meydanda. Yanımdaki kız, kestaneci ve ben. Kestaneci hâlâ yarı elini kesiyor, yarı kestaneyi… Kızın telefon konuşması bitene ve kestanecinin eli doğrana doğrana kalmayana kadar buradayız herhalde… Herkes Emel’in avukat babasına sorar ne soracaksa. Onun, bir travma anını anlatacağım ilk kişi olması kimin aklına gelirdi…
Anlatıyorum durumu Emel’e. Benim fotoğrafım, diyorum. Babası istiyor telefonu. Yazılı iznin var mıydı? Hayır, katiyen, telefon bile açmadılar. Boş ver telefonu, yazılı izin yoksa kullanamaz zaten, peki değiştirmişler mi? Anlamıyorum, değiştirdikleri için kullanabileceklerini iddia edecekler herhalde. Evet, diyorum, biraz oynama var. Daha iyi, diyor. Daha mı iyi? Kanuna göre, fotoğrafı değiştirdilerse değerinin üç katını isteyebilirsin. Gerçekten mi? Evet, üç katı. Bunu yapmak istiyorsan dava açabilirsin. Uğultu, beremi başımdan fırlatıyor atıyor. Yanımda oturan beyaz montlu kızda hiç duymadığım bir telefon zili: zırıl zırıl, beter. Topuklular, zırıltılar, uğultular… Tenceredeki yemek gibi, karıştırdıkça başka parça geliyor kepçeye, her saniye farklı bir ses. Tiz, boğuk, bağırtılı, abartılı… Evet, lütfen, istiyorum. Uğultu, şaşkınlığıma çarptı. Nasıl bu kadar çabuk. Bu kadar pervasız. Onca insan çabalıyor zıkkım gibi… Doğru dürüst ilgilenmezdi bile müzikle. Nasıl böyle birdenbire uçtu gitti de kondu İstiklal’in bilborduna. Milli Piyango çekiliş sonucu alan amca teksir kâğıdını çantasına koyuyor. Kestane kokusu burnumda. Cayır cayır yanan elime soğuk soğuk dokunuyor rüzgâr. Uzakta bir yerden Cohen’in sesi geliyor.
Film olsa duygulanırım. Farklı ama. Filmde de aynı derecede hüzünleniyorum, seviniyorum, coşuyorum. Ama öfkelenmiyorum. Öfkelenmiyormuşum. Emel’in avukat babasıyla aramıza dokunsalar ağlayacağım sessizliği giriyor. Bir duruyor. Sonra sessizliğime sesleniyor. Kızım, diyor, bak manevi acının karşılığını çektiremezsin hukukta, manevinin karşılığı da maddidir. Ona ancak maddi acı çektirirsin, manevi tazminatın da anlamı bu. Kim bilir…
Bildiğim tek şey, canını sıkacağım. Her ne kadar tahterevallide can acısına karşılık gelmese de canını sıkmak da bir ağırlık yapar herhalde. Üç katını. Böyle bir cümle ancak mermerin soğuğunun kılıç gibi içime işlediği bir anda gelebilirdi. Dedim ya, sonra peş peşe gelir düşünceler ve soyarsın sevgiliyi soyar gibi, en yalın hali, en son gelir, öyle gibi… duvara dayarsın düşünceleri… üçüncü, dördüncü… bir geri… üç katı… Mermerin işlediği nihai düşünce de budur: üstesinden gelemediğimiz sözcükler var. mermerden sevgili. mermerden yabancı. ilk kez yabancıyız.
Sıraselviler yoluna giren arabaların önünden karşıdan karşıya geçiyorum. Bilborda yaklaşıyorum. Bir karaltı var ağzının kenarında. Kuş pislemiş. Var ya, bir gülüyorum ki…
NINA SIMONE, KUŞLAR VE SIRLAR
“Zaten yazan insanın benim için
en ilginç verileri mektupları.”
– Tezer Özlü, “Leyla Erbil ile Mektuplaşmaları”
“Gerçek onu aradığımız için, onsuz olamayacağımız için,
bütün yaratıcılılığımız, insan olmamızın sırrı, haklıdan yana
olmamızla, gerçekle mümkün olduğu için bağlıyız ona.”
– Leyla Erbil, Karanlığın Günü
Anneannem dudaklarına, kendime yeni aldığım siklamen rengi ruju sürmüş, boş arsaya bakan salon penceresinin yanındaki bej koltukta oturuyor. “Çok yakışmış” diyorum. Gerçekten yakışmış. Bu yaşta hem de… Gülümsüyor. Karşısında da benim koltuğum. Burası, evimizin kahve köşesi. Nina Simone hastalığımız var, dersim olmadığı günlerde, kahve içerken dinliyoruz. Birkaç kez başka şey dinlemeye kalktık, baktık olmuyor. Sadece Nina Simone…
Bu koltuklarda oturup sohbet ederken yan arsayı uzun uzun izlemenin ikimizi de mest etmesine şaşırıyoruz. Engin bir manzara olmadığı kesin. Ona, evlendiğinde yerleştiği ilk evi hatırlatıyormuş, bana da dayatılan güzellikten hazzetmediğimi, sadece boşluğu izlemenin huzurunu yaşatıyor. Aynı kapalı hava gibi… Hiçbir şey yapmak zorunda olmamanın engellenmemiş huzuru. Anneannemin en benzersiz özelliğinin bu olduğunu düşünürüm. Aniden karar verip uyguluyor. Huzurlu bir koşturmaca içinde… Yapacak işleri, yazacak yazıları var, ama o saç hep derli toplu, o şık elbiseleri her an dışarı çıkacak gibi üzerinde… Çıkıyor da… Birden çantasını alıyor, Şişhane’den kıvrılıyor Galata’ya… Geceleri de birbirimize iyi geliyoruz. Şan Tiyatrosu’ndaki oyunları, kitaplarını nasıl yazdığını, arkadaşlarını anlatıyor, eski fotoğrafl arı çıkarıyor…
En çok bu ilgilendiriyor beni, yine roman yazsın istiyorum, pek oralı değil… Arada içini sıkıntı bastığını sadece birkaç gece boş boş televizyon izlemesinden anladım. İzlemez çünkü… Vakit kaybı görür… Ama gecenin dikenli ellerini hepimiz biliriz, bazen de vakit kaybolsun isteriz. Ben beşinci torunum. Anneannemin sevdiğine duyduğu kaygı bana gelene dek azalmış sanırım. Endişelenmiyor çok. Güveniyor bana, hayata da… Zekiyim ben. Bunu söylüyor hep. Nasıl da işe yarıyor, öyle olduğuma canıgönülden inandırıyor beni.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Tarihi Roman
- Kitap AdıUyku Kaçsa Rüya Kalsa
- Sayfa Sayısı
- YazarPınar Sönmez
- ISBN9786054994809
- Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Benim Adım Kırmızı ~ Orhan Pamuk
Benim Adım Kırmızı
Orhan Pamuk
Orhan Pamuk’un “En renkli ve iyimser romanım” dediği “Benim Adım Kırmızı”, yazarın dünyada şimdiye dek en çok satan romanı oldu; Fransa ve İtalya’da yılın...
- Yorganımı Sıkı Sar ~ Abbas Sayar
Yorganımı Sıkı Sar
Abbas Sayar
Gerçek hadiselerden yola çıkarak, taşrada yaşayan insanların birbirleriyle ve tabiatla kurdukları ilişkileri naif bir üslûpla anlatan dört hikâye… “Ama yine de düşünüyor elinde olmaksızın...
- Ceviz Ağacı ~ Hasan Güleryüz
Ceviz Ağacı
Hasan Güleryüz
Ceviz Ağacı’nın yaratıcı pedagojik bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Romanın alt okumalarında Bir öğretmenin çalışma biçimi, öğrencinin yaratıcılığı ve yeni arayışlara girmesi, ortaya yeni Ürünler...