“Kan davası yerine aşk davası olsa da, herkes birbirini öldüresiye sevse.”
– Özdemir Asaf
*
“Kirlendik be Mansur. Ne gülüşümüz çocukluk gülüşleri kadar sahici, ne biz, ne de eşimiz dostumuz maskesiz. Çocuk yüreklerimiz kirlendi farkında mısın?”
Sahi ne zaman kirlendik tam olarak? Bu topraklarda yersiz yurtsuz ve aidiyetsiz hissedişimiz tam olarak nasıl başladı? Hangi ara kaybettik renklerimizi, sıkı sıkıya bağlı olduğumuz köklerimizden ne zaman koparıldık? Belki de kendimize hatırlatmamız gereken bir şeyler vardır. Ne dersiniz, hafızanızı tazelemeye hazır mısınız?
Erdal Bila, hayatın tam ortasından seslendiği öykülerle birey ve toplumun kirli gerçeğini yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Satır aralarında ise farklı yaşamlar yeşertip büyütüyor.
Aynı topraklara kök salmış biz insanoğulları ise öykülerde mutlaka kendinden bir parça buluyor ya da bir parçasını öykülerin en derin boşluğuna bırakıyor.
İçindekiler
YAZAR HAKKINDA……………………………………………………………….. 5
Kirlendik………………………………………………………………………………….. 9
Gidenin Ardından……………………………………………………………………. 21
Medusa…………………………………………………………………………………….. 27
Kelepçenin Sırrı ……………………………………………………………………….. 35
Kader miydi?……………………………………………………………………………. 41
Kaçış………………………………………………………………………………………… 47
Baba Kanatları………………………………………………………………………….. 51
Kaynayan Göze Suyu ……………………………………………………………….. 57
Bar Kadını………………………………………………………………………………… 63
Annemin Diyeti……………………………………………………………………….. 67
Gençlikte Aşk Başkadır…………………………………………………………….. 73
Umut Zamana Yenik Düşer ……………………………………………………… 77
Herhangi Bir Gece……………………………………………………………………. 83
Cennet’in Hayali………………………………………………………………………. 89
Ablamın Zaferi…………………………………………………………………………. 97
Bir Günahın Bedeli…………………………………………………………………… 103
Sütteki Mucize………………………………………………………………………….. 109
Şiddetin Gölgesinde …………………………………………………………………. 125
Kirlendik………………………………………………………………………………….. 135
Kirlendik
Doğmadan önce senaryoyu bir okusaydık iyiydi.
Kim demiş; Akdeniz akşamları bir başka oluyor, diye. Geçeceksin bunları. Ben Marmara akşamlarından başka akşam tanımam. Kışı da memleketimi aratmaz hani. Yazı içimdeki çiçekleri buram buram gökyüzüne savurur. Ah bir de baharları vardır ki, ah ki ah! Hele bir de Kaz Dağları aklıma düştü mü gönlümün tüm kapıları aralanır da, o katıksız oksijen içime dolup koşar at nalı… Uzun sözün kısası Marmara dedin mi bir duracaksın arkadaş. Her mevsimi bir başka güzel olan bu toprakların her akşamı da bir başka güzeldir.
İşte böyle akşamlardan biriydi o akşam. Arkadaşım Ersin’le bir rakı sofrasındaydık. Buna karar veren de, adını koyan da Ersin’di.
“Bu akşam rakının dibine vuracağız tamam mı Mansur?”
Tabii ki, “Tamamdır, başım gözüm üstüne” dedim hiç düşünmeden. Çok sık görüşemiyoruz aslında Ersin’le. O Çanakkale’de, ben Balıkesir’de… Çok uzak değiliz belki ama iş güç işte. Yok çocukların ardından koşuşturmaca, yok ihale kovalamaca, yok yolunda gitmeyen çek-senet için kaynak aramaca… Günler su gibi akıp geçerken bir bakıyoruz ki aradan üç dört ay geçmiş. Bu sefer hiç fark etmeden yedi ay su gibi geçip gitmişti bile.
Akşamlarına doyamadığım malum Kaz Dağları eteklerinde Assos sahillerine tepeden bakan bir restoranı seçtik bu buluşma için. Müdavimi olduğum bu mekân her gelişimde bir ayrı huzur verir bana. Yaşadığımı, var olduğumu, hayatın devam ettiğini hatırlatmanın yanı sıra; ötelediğim birçok şeyi de hatırlatır. Öyle ya! Zaman. Zaman ve hayatın meşgalesi içinde bitip giden bir ömür. Oysa yapacağım o kadar çok iş, gerçekleştirmem gereken birçok proje varken kafamda…
Mekân her zamankinden sakindi. Bin altı yüz metrelik rakımda temmuzun boğucu sıcağından eser yoktu. Ilık hatta hafiften ürperten meltem ara ara tenimi yalayıp geçiyordu. Sofrayı şanına layık donattık tabii ki. Hoş aslan sütü olduktan sonra yanına Balıkesir’in meşhur peynirleriyle bile idare ederdik ama olsun. Mademki zaten zamansızlıklarımızın içinde bir zaman bulabilmiştik bunu kendimize bahşettiğimiz bir şölene çevirebilirdik.
Balıkesir’in meşhur yemeklerinden mezelerine kadar ne var ne yoksa masadaydı. Kadehleri ne zaman kaldırdığımızı bile hatırlamadan; bolca “Sağlığa!”, yeri geldikçe “Erzurum’a!”, en çok da “Sevdiklerimize!” diyerek vuruyorduk rakının dibine… Ve ben o sevdiğim şiirimi okuyordum ünlü bir tiyatrocu edasıyla.
Işıkveren, Sarıbaba, Topalçavuş, Çırmıt / Çatak, Sekiler dedin mi, gelirsin doğduğum yere / Yeşildir dağları, çağlar derelerde suları / Taşlıçayır derler benim köyüme…
Ne çok ortak konumuz vardı Ersin’le konuşacak… Aynı toprakların ekmeğini yemiş, aynı toprakların suyunu içmiştik sonuçta. O hoyrat toprakların, o sert ikliminde, o köy sokaklarının bir dili olsa da anlatsaydı keşke. Ayaklarımız çıplak, burunlarımızda gömgök sümük, yanaklarımızda kıpkızıl kanın damar damar yol çizdiği, katıksız, duru, canlı-kanlı çocukluk yıllarımız… Sonra gençlik anıları, aşklarımız, eğitim hayatımızda yaşanan bir kitaba sığmayacak haytalıklarımız. Simitle öğün geçirdiğimiz malum öğrenci fukaralığımız. Hayatımıza giren kadınları anlamakla geçen ama yine de bir işe yaramayan cinsel tecrübelerimiz. İş hayatında düşüşlerimiz, çıkışlarımız, yenilgilerimiz, zaferlerimiz, yanıldıklarımız, yanılttıklarımız, günahlarımız, sevaplarımız ve zaman içinde hayatın milli çamurlarında saflığımızı, temizliğimizi bırakıp iliklerimize kadar kirlenişlerimiz…
Ay dede bizi seyrediyordu o gece gökyüzünün ortasında. Ateşböcekleri bizim için dans ediyor, meltem bize hizmet ediyordu adeta. Sanki masalar bile bizim için boştu. Gaipten bir emir gelmiş ve o koca mekân bizim için rezerve edilmişti. Sohbet sohbeti açıyordu. Bazen ağız dolusu gülerken, bazen bir iç çekişle gözlerimizde tüten geçmişi selamlıyorduk. Aşağıda boylu boyunca uzanan denizin girintilerinde bir yanıp bir sönen yakamozlar gibi bizim de anılarımız gözümüzün önünde bir yanıp bir sönüyordu.
Çok güldük o gece. Özellikle üzerinden neredeyse bir ömür geçti diyebileceğim çocukluk anılarımız bizi her zaman güldürürdü…
Altı yaşında ya vardık ya yoktuk o zamanlar. Ersin’le koyunları otlatıyorduk. Merayı kasıp kavuran bir yaz güneşinin altında biz de yanıp kavruluyorduk. Başı sonu belli olmayan yemyeşil otlağın içinde, bizim koyunları idare etmek için olmazsa olmaz ıslıklarımız, çoban köpeğimiz Rambo’nun havlamaları, koyunların boyunlarındaki çıngırak sesleri, ağustosböceklerinin ve cırcırböceklerinin ötüşleri alışık olduğumuz sihirli bir türküyü çığırıyordu her zamanki gibi.
O zamanlara dönmek için neleri vermezdim? O günlerde farkında bile olmadığımız o meranın kokusunu içime çekmek nasıl bir zenginlik olurdu benim için. Ara sıra da olsa yine köyüme gidiyorum, yine o merada dolaşıyorum ama nedendir bilmem o çocukluk çağımın tadını bulamıyorum. O çağlarım, o anılarım, o yıllarda yaşanmış ve bitmişti. Tıpkı nice nice yaşanmışlıklarım gibi o günlere has adı üstünde anı olarak kalmıştı belleğimde.
Neyse. İşte o gün de güneşin altında yanıp kavrulmuştuk merada. İki akıllı kafa kafaya verip meranın kenarından şıkır şıkır akarak komşu köye doğru yol alan dereye girmenin oldukça iyi bir fikir olduğunu düşündük. Koyunları Rambo’ya emanet edip dereye girdik. Oh dünya vardı! Hem serinlemiş hem de eğlenmiştik. O beni suya devirmeye çalıştı, ben onu derken alt alta üst üste deliler gibi boğuştuk ama kıyafetlerimiz sulu çamur içinde kalmıştı. Yüzümüz gözümüz bile çamurdu. O vaziyette eve gidemezdik. Babamızdan azar, hatta dayak yemek vardı işin içinde. Ee ne yapalım? Yine iki akıllı buna da çözüm bulduk. Derenin çamursuz yerinde bir güzel yıkandık. Keven deriz dikenli bir ot vardır, yağlıdır, iyi yanar. Bu kevenlerin birazını bir araya getirip bir güzel yaktık mı? Çocuk aklı ya, elbiselerimiz kurusun diye bir güzel de üstüne serdik mi? O ateşin üstünde kıyafetlerimiz yanmaya başlamadı mı? Apar topar kıyafetleri topladığımız gibi suya soktuk ama pantolonlarımız da gömleklerimiz de yanmış, delik deşik olmuştu. Artık o saatten sonra yapacak fazla bir şey yoktu. Kıyafetlerimizi o vaziyette giyip, sürüyü önümüze katarak köyün yolunu tuttuk.
Akşamın alacakaranlığında annem beni öyle görünce başıma bir iş geldi zannedip korkuyla beni soru yağmuruna tutarken, bir taraftan da “Vah, tuh! Gurban olam ne oldu sana?” nidalarıyla bağırıyordu. İyice korkmuştum. Çoğu zaman yaptığım gibi yine amcamlara kaçtım. Babamdan korkuma o gece eve dönmedim. Ertesi sabah babam gelip beni aldı. Evire çevire bir güzel dövdü. Ama ne tasa! Ben daha aynı gün içinde bile kaldığım yerden yaramazlıklarıma devam ettim.
Bizim oralarda ve bizim zamanımızda babalar çocuklarını dövdüğünde şimdiki gibi “baba şiddeti” olarak bilinmezdi. Babaydı, hem döver hem severdi. Ata yani boru mu? Ataya ne küsülür, ne gücenilirdi. Üstelik ben öyle böyle yaramaz değildim. İşim gücüm, aklım hep olmaz işlerin peşindeydi. Bir de evin en küçüğü olunca daha bir toleranslı oluyordu büyüklerim bana karşı. Amcamlar bile alışmışlardı artık. Ne zaman onlara kaçsam yine olmaz bir iş yaptığımı ve babamın köteğinden uzak kalmak için onlara sığındığımı bilirler, hiçbir şey sormazlardı ama aba altından sopa göstererek ertesi gün başıma gelecekleri de ara ara hatırlatırlardı.
Ben gevezeyim. Ersin benim tam aksime suskun. Zaten en çok çocukluk anılarımızı anlattığım zaman kendinden geçip ağız dolusu gülerdi. Yerlere yatarak güldük yine o gece. Ama kafalar iyiden iyiye çakırlaşmıştı. Ah arkadaşım ah! Her zaman dinlerken “Dur lan, şimdi altıma yapacağım” dediği anımı anlatmamı istedi benden. Sanki ilk defa duyuyormuş gibi taze bir heyecanla kasıklarına ağrılar girene kadar gülüyordu…
Bizim doğduğumuz topraklar güzeldir. Oraların yazı yakar kavurur insanı, kışını da bilen bilir. Bilmeyenler de “Erzurum Dağları Kar ile Boran” türküsünden ya da televizyonlarda verilen “Kar hayatı felç etti…” haberlerinden bilir oranın kışını. Hele bir de köyde yaşıyorsan kışın zorluklarını Allah’ına kadar yaşarsın. Koca bir kar denizi çöker köyün üstüne. Beyaz bir deniz. Soğuk bir deniz. Eğer evin etrafı, kapı girişi, damlar kürünmezse görünmez olur. O kar denizinin içinden tüneller açılır komşudan komşuya, evden ahıra, çeşme başına, köy kahvesine… Ufka bakamazsın doğru dürüst. Kar yanığı sarar yüzümüzü. Güneş ne ki, gözleri acır insanın kar denizine bakarken.
İşte böyle bir kıştı. Köyüm yine kara teslim olmuştu. Ama her şeye rağmen hayat akıp gidiyordu. Malum köy insanı bahardan, kışa kadar tarlasıyla çapanıyla bahçesiyle uğraşır. Evlerinin, koyunlarının, kuzularının kışlığını istifler. Mevsim kışa dönüp köylü tarlaya, sabana gidemez olduğunda evlerine kapanır. Bu nedenle düğünler de işin gücün olmadığı kış günlerine göre programlanır.
Onlu yaşlarımın başında falandım o zamanlar. Her ne kadar herkesin gözünde daha çocuksam da ben kendimi iyiden iyiye delikanlı gibi görüyordum. Gevezeliğimden ve şirinliğimden olsa gerek köyün yetişkin kızları da beni seviyordu. Kimi yanağımdan makas alıyor, kimi sırtımı sıvazlıyordu. Ben içten içe çocuk yerine konmayı hazmedemesem de kızlarla gevezelik etmek hoşuma gidiyordu. Hele bir de o gelinlik çağa gelmiş kızların beni öpmeleri vardı ki sormayın gitsin. Yağlarım eriyordu.
Köyümüzde yine düğün vardı. Gelecek haftayı iple çekiyordum. Neyse ki düğün öncesi hatta kına öncesi sağdıç gecesi vardı. Bizim oralarda öyle denir. Gelinin de oğlanın da sağdıçları düğünden bir hafta önce sağdıç evinde, sağdıç gecesi yaparlar. Gelin için yapılan sağdıç gecesine “gelinin üstüne oynamak” da denir. Aslında gelin olacak kızların arkadaşlarıyla yaptığı bir eğlencedir bu ama köyün delikanlılarından da eve sızmalar olur. Bir de benim gibi kendini yetişkin zanneden çocuklara da pek ses edilmez öyle gecelerde.
Gelin karşı mahalledeydi. Uzaktan da olsa sağdıç evinden davul zurna sesleri geliyordu. Daha o yaşlardan beri severim halay çekmeyi. Sesleri duydukça içim gidiyordu. Babama söylesem “Otur oturduğun yerde, ne işin var senin gelin üstüne oynamada?” diyeceğini biliyordum. Evin içinde kıvranıp duruyordum. Sonunda dayanamadım annemden babamdan habersizce sıvıştım. Meşhur kar tünellerinin içinde yürürken yine kar başladı. Elim ayağım buz tutmuştu adeta. Ağzımdaki buhardan elime hohlaya hohlaya sağdıç evine vardım.
Evin sıcaklığı, kızların rengârenk giysileriyle salına salına oynamaları, kıkırtıları, odaya dolan türkülerin ahengi, eve kaçak sızan delikanlıların yavuklularıyla göz süzüşmeleri, çerezler, şerbetler eşliğinde çok güzel bir gece yaşamıştım. Sabahın dördüne kadar vur patlasın çal oynasın felekten bir gün çalmıştım. Cami hocasının “Allahuekber!” sesini duyduğumuzda köyün delikanlılarından kimse kalmamıştı ama benim hiç gidesim yoktu. Sonunda kızlar beni kapı dışarı etmek zorunda kaldı. Eksi on derece soğukta eve doğru yol aldım. Yerler don tutmuştu. Etrafta köpek ulumalarından başka ses yoktu. Düşe kalka eve geldiğimde büyük kapı kapalıydı. Evi o saatte velveleye vermek demek babamdan bir ton sopa yemekti. Yine o ileri zekâmla bir çıkış yolu bulup ahıra doğru yol aldım.
Kapıyı gıcırdatmamak için yavaşça açtım. İçerisi zifiri karanlıktı. El yordamıyla buzağıların olduğu köşeyi bulup onların yanına oturdum. Elim ayağım buz kesmiş vaziyette kendimi ısıtmaya çalışıyordum ama buzağılar da boş durmuyordu. Oramı buramı yalayıp duruyor, toslamaya çalışıyorlardı. Zaten saçlarım ıslaktı, bir de onların uzun dilleriyle kafamı yalayıp durmaları iyice içimi üşüttü. Gözlerim iyiden iyiye karanlığa alışmıştı. Buzağıların yanından kalkıp öküzlerin yemliğine yattım. Bu sefer de öküzler rahat bırakmadı.
Ee ben kabul etsem de etmesem de çocuğum yani. Gecenin bir yarısı. Uyku geldi bastırdı. Baktım yemlikte de rahat yok, atın üstüne çıkıp oturdum. Keçesini de üstüme örttüm. Gözlerim gitti gidiyor. Üst kirpiklerim tonlarca ağırlığıyla alt kirpiklerimin üzerine üzerine hücum ediyor. Oturduğum yerde uyursam attan düşeceğim. İşi sağlama almak için atın keçesini üstüme bağlayıp, yelelerini de başıma yastık yaptım ama hayvan rahatsız. Bir ileri bir geri gidip gelip beni üstünden atmak için çabalıyor.
Hayvan benimle, ben uykuyla cebelleşirken ahırın kapısı açıldı. Babam hayvanların sesinden ahırda bir şeyler olduğunu anlamış olmalıydı ki elinde fenerle içeri girdi. Ben de telaşla atın üstünde dikildim. Üstümde atın keçesiyle nasıl görünüyorsam artık. Babam telaşla ahırdan kaçtı. Anlaşılan o gece bana rahat yoktu. Babamın ardından ben de çıktım, her zamanki gibi amcamlara geçtim. Tandırın yanındaki cecim dediğimiz örtüyü başıma çekip, kapanmak için acele eden gözlerimi uykuya teslim ettim.
Uyandığımda bacadan içeri gün ışığı süzülüyordu. Kapıyı hafifçe aralayıp dışarıyı gözetledim. Niyetim ortalık sakinse kimseye fark ettirmeden sıvışıp evde bir yere büzülüp, uslu uslu uyuyor numarası yapmaktı. Amcamların avlusunda görünürde kimse yoktu. Amcamların avlusuyla bitişik bizim avluyu kolaçan ediyordum ki ne göreyim? Abim bizim koçlardan birini söğüt ağacına asmış derisini yüzüyordu. Babam evden çıkmış abimden tarafa giderken beni gördü.
“Gel dadaşına yardım et” dedi. Babamın beni sakin sakin çağırması, “Yine ne işin var senin orada?” diye azarlamaması içimi rahatlatmıştı. Hemen abimin yanına koştum.
“Dadaşıge bu ne?”
Abim gergindi. Bir taraftan deriyi yüzerken bir taraftan bana laf yetiştirdi.
“Ben de bilemedim gardaş. Babam gece ahırda sesler duymuş. Gitmiş ki ne görsün?”
O ara bıçağın ete değdiğini fark edince sustu işine odaklandı. Ben vereceği cevaptan korkuyordum. Dayanamadım. Sesim bir kedi gibi miyavlıyordu sanki.
“Ne görmüş ki?”
Abim yüzme işini yeniden düzene soktuktan sonra benim sorumu yanıtladı.
“Atın sırtında Al Karısı’nı görmüş. Bu hayırlı bir şey değil. Bir kurban keselim de belayı savuşturalım, dedi… Hadi hadi sen de bir işin ucundan tut. Aval aval bakma…”
Abim haklıydı. Tam da dediği gibi aval aval bakıyordum. Şaşkındım. Abime yardım için kurbanın bacağından tuttum. Yan gözle kenarda duran babamı dikizliyordum. Zavallımın geceden sabaha dudakları uçuklamıştı. Ee gece gece, hem de kendi gözleriyle Al Karısı’nı görmüştü. Öyle hafife alınacak bir olay değildi.
Babamın daha doğrusu bizim oraların bellediği bir inanışa göre; Al Karısı denen şeytanla melek arası bir kadın varmış. Bu kadın evlere, hamile kadınlara, çocuklara musallat olurmuş. Eğer bir kişiye göründüyse uğursuzluk sayılırmış. Al Karısı’nı gören kişi; başına gelebilecek uğursuzluğu başından savmak için, başının gözünün üstüne bir sadaka vermeli ya da bir sevap işlemeliymiş. Nur içinde yatsın babacığım da kurban keserek Al Karısı’nın şerrinden ailemizi korumuştu.
Yıllar öyle hızla geçmişti ki ortaokul bitmiş kendimi askeri okulda bulmuştum. Askeri lisenin bitmesine yarım ders yılım kalmıştı. Bir mecmua sayfasından Aziz Nesin’i tanıma fırsatım olmuş, onun Tek Yol adlı kitabını okuyunca hayata bakışım değişmişti. Bir askeri öğrencinin hayatını konu ediyordu kitap. Ben de o öğrencinin yaptığı gibi yaptım. Bir gece okul astsubayı Mustafa Başçavuş nöbetçiydi ve okul nöbetçi subayı Yüzbaşı Vedat Kara, baş kesen kol uçuran cinsten oldukları için okulda terör estiriyorlardı. Her şeyi göze alıp okul komutanının odasına girdim. Komutanın üniformalarını giydiğim gibi koridora fırladım. Arkamdan postal sesleri geliyordu. Mustafa Başçavuş’un tok sesiyle irkildim. Hiç bozuntuya vermeden bir komutan edasıyla elimin tersiyle git buradan işareti yaptım. Mustafa Başçavuş gür sesiyle “Emredersiniz komutanım!” deyip gitti. Nefesim daralıyordu. Ölecek gibi hissediyordum kendimi. Aceleyle geri döndüm, okul komutanının odasında üzerimi değiştirip eşofmanlarımı giydim ve koğuşuma gittim. Tam yatağımın önüne geldiğimde yine Mustafa Başçavuş’un sert sesini duydum. “Sen hâlâ yatmadın mı?” Bende çıt yoktu. Yatağıma girdiğimde kafam karmakarışıktı. Korkudan ne yapacağımı bilmiyordum. Eğer bütün bu tantanayı yapanın kim olduğu ortaya çıkarsa bittiğim gündü. Yine her zamanki zekâmla çözümü buldum.
O gece yatakhaneden çıkıp, tel örgünün altından sürünerek kaçmayı başardım ve soluğu Bursa Otogarı’nda aldım. İstanbul’a gidince Ersin’e gidecektim ilk olarak. O da Beylerbeyi Deniz Astsubay Okulu hazırlık sınıfında okuyordu.
Dediğim gibi de yaptım. Okula gittim ve kapıdaki nöbetçiye Ersin’i anons ettirdim. Geldiğinde gözlerindeki merak ayan beyan ortadaydı. “Mansur, bu ne iş?” diye sordu. Her şeyi olduğu gibi anlattım. Ersin şoktaydı. “Oğlum sen manyak mısın? Askeri okuldan firar edip askeri okula mı geliyorsun?” dedi. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum. “Ya boş ver sen şimdi bunları, olan oldu, sen şu telefonu al da abimi ara gelsin beni alsın” dedim. Ersin benim rahatlığıma gülse mi ağlasa mı bilemedi bir an ama sonrasında gülme krizine girdi. Aynı kriz ışık hızıyla bana bulaştı. Abim geldiğinde bile hâlâ deli deli gülüyorduk.
O akşam da çok gerilerden gelen çocuk gülüşleriyle uzun uzun gülerken kaç kadeh rakıyı fondipledik, kaç sigara paketini fırlatıp yenisini açtık hiç hatırlamıyorum. İlerleyen gecenin alkol kokulu sohbeti masada epey uçuştuktan bir süre sonra ikimiz de sessizliğe büründük. O kahkaha fırtınasının ardından garip bir içimize kapanma haliydi bu. İkimizin de gözleri aşağıda parlayan mavi sudaki yakamozlara dalıp gitmişti Bu sessizliği alkolle anıların harmanlanıp içimize hücum eden hüznü diye düşündüm. Çünkü ben öyleydim. Ama zaten sır küpü Ersin’in derinlerinde sakladıklarını bilemezdim. Bilemedim de…
Bir ara derin bir iç çekişin ardından acılı sözler savurdu gecenin göğsüne.
“Kirlendik be Mansur. Ne gülüşümüz çocukluk gülüşleri kadar sahici, ne biz, ne de eşimiz dostumuz maskesiz. İş hayatı desen herkes birbirine çelme takma peşinde. Sevdalarımız desen çakma. Ve bu çakma hayatın içinde o çocuk yüreklerimiz kirlendi farkında mısın?”
Kafam karışmıştı. Evet. Aslında Ersin benim de uzun zamandır içimde sorguladığım duygularımı; pervasızca, öylesine, çırılçıplak, olduğu gibi savuruvermişti rakı masasının ortasına. Gözlerinde garip bir pırıltı vardı. O pırıltının hüzünden kaynaklandığını biliyordum ama hüznün gözlerde pırıltıya dönüşebildiğini ilk kez o gün Ersin’in gözlerinde gördüm.
Gece sessizliğin kucağında sünmüştü sanki. Ersin’in yüzü gitgide hüzne bulandı. “Kalkalım mı?” dedim sessizce. Başını salladı. Onun sesi de en az benimki kadar sessizdi. “Tuvalete uğrayayım ben” dedi. İçime nedenini anlamadığım bir ateş düşmüştü ama bu ateşi bolca atıştırdığım acılı mezeler ve şişede durduğu gibi durmayan rakıya bağlıyordum. Hesabı istemiş miydim yoksa isteyecek miydim bilmiyorum. Kulağıma gelen bir el silah sesi sadece kulaklarımı değil bütün duyu organlarımı yarıp bedenimin sol yanına saplandı…
O gece, o masa Ersin’le son görüşmemiz için hazırlanmış meğer. İçindeki yarası kendine ağır gelmiş meğer. “Altından kalkamadığı karşılıksız çekler yüzünden Ersin iflas etti” sözünü duymak ağır gelmiş meğer. Karısının çocukluk aşkı için onu terk etmesini kaldıramamış meğer. Ah Ersin ah! Değer miydi be kardeşim? Kirlenen sadece biz miyiz be kardeşim? İliklerine kadar çamura batıp bunun bile farkında olmayan binlerce insan varken… Daha seninle ağız dolusu güleceğimiz o kadar çok anımız vardı ki…
Gidenin Ardından
Babasız büyüyen çocuklar erken yaşlanır
Bakışlarındaki bulut mekân beller gözlerini
Babasının öldüğü yaşta çoktan kar düşer saçlarına
Gülücükler erken ölür yüzünde
Tam otuz yıl önce, bu mezarın başında geçmişe yolculuk eden o adamın olduğu yerde bir çocuk sessiz sedasız ağlamıştı. Ölümün ne demek olduğunu bilmiyordu aslında ama büyüklerinden kulaklarına dolan sözler onun taze belleğinde kendince bir yer buluyordu.
“Gitti dağ gibi adam, toprağında rahat uyusun.”
“Ebedi istirahatgâhında rahat uyusun.”
“Mekânı cennet olsun.”
“Allah onun ömrünü oğluna versin.”
Çocuk artık biliyordu ki, uzun zamandır evde olmayan babası bir daha geri gelmeyecekti. Ve o çocuk o günü her hatırlayışında kadere isyan edecekti.
Karakışın hüküm sürdüğü günlerden bir gün olacaktı o gün. Küçük sıradağların eteklerine yaslanmış köyün damlarının bacalarından çıkan dumanlar kıvrım kıvrım yol alıp dağın zirvelerine ulaşmak için yarışıyor olacaklardı. Kar yenice eriyince, köyün sokakları çamur deryasına dönecekti.
Daha bir gün öncesinde o çamurlu sokaklarda o çocuk köyün diğer çocuklarıyla çamurlara bata çıka çelik-çomak, topaç, bilye çevirme, yakar top oynamış olacaktı. Burunlarından sümükler akan, kıpkırmızı yanaklı çocuklar anneleri onları eve çağırana kadar yorulmak nedir bilmeyeceklerdi. Çocukların “Herkes evine, evi olmayan sıçan deliğine!” diye bağırdıkları akşam saatlerinde beyaz bulutların dağılıp, geceye sisli lacivertliğini yaymaya başlamasından birkaç saat sonra bazı dumanı tüten evlerden bazı babalar, kahvenin yolunu tutacaklardı.
Çocuklar ise günün gözlerine aksetmiş doyumsuz mutluluğunu ertesi gün için de yaşamak umuduyla o dumanı tüten evlerin gaz lambalı odalarının sert minderlerinde tatlı uykulara dalacaklardı.
Köyün kahvesine doluşan genellikle cebi kuruşsuz, fukaralığın dibine vurmuş adamlar yine de evine ve çocuklarına götürebilecekleri dolu bir heybe için umutlarını içlerinde saklı tutacaklardı. Soluk renkli gocukları, pantolon olma ile şalvar olma konusunda karar verememiş altlıkları, tütün sarısı poşuları ve altları açılmak için bahane arayan botlarıyla bu sırtçı kaçakçılar, gökyüzüne bakarak tecrübelerinin gölgesinde gecenin hava raporunu tahmin edeceklerdi. Gecenin heyecanı ile korkusu arasında gidip gelen yüreklerindeki iniş kalkışlarını birini söndürüp diğerini yaktıkları tütünle sakinleştirmeye çalışacaklardı.
Böyle gecelerde zaman geçmek bilmezdi. Onlar için de zaman sakız gibi uzayacaktı o gecenin koynunda. Ve onlar her zamanki gibi bulutların çekilip ay ve yıldızların ışıl ışıl yandığı ana kadar avuçlarına doldurdukları iskambil kâğıtlarının rakamlarında koşuşturan gözleriyle zamanı tüketeceklerdi. Ve bekledikleri an geldiğinde Nuh nebiden kalma bir minibüs gelip onları sırtına yükleyecek, yavaş yavaş karanlıkta yok olacaktı.
Köy bu saatte sağır, dilsiz ve kör olacaktı. Bütün köy büyük bir sessizlikle suça ortak olmasına rağmen üç maymunu oynamak olmazsa olmazlarıydı. Ve bütün köy o minibüsün içindekilerin ertesi gün dönüp dönmeyeceğini bilememenin tedirginliğiyle onlar için ve sabah için hayırduaları okuyacaklar, gece bir sakız gibi uzadıkça uyacaktı. Çünkü kaçağa gidilen kömür karası gecelerden dönüşte başlarına gelebileceklerin neler olduğuna pek çoğu yakından tanık olmuştu ve olacaktı. İşin içinde kör bir kurşunla vurulup ölmek, mayınlardan dolayı uzuvlarından birini kaybetmek ya da en iyi ihtimalle mahpus damlarında yatmak vardı. Pek çoğunun babası, amcası, dayısı, oğlu ya da yeğeni bu gecelerin ardında eve dönememişler, dönseler bile hayat boyu yaşamlarını sakat biri olarak devam ettirmek zorunda kalmışlardı.
İşte o gece minibüse binip giden adamlar, boylarından büyük telis torbaları sırtlarına yükleyip sınırdan geçecekler, işlerini kazasız belasız bitirdiklerinin kıvancında, emanet çuvalları işin sahibinin zulasına istifleyeceklerdi. Sonrasında geldikleri araçlarla ölüm sessizliğindeki sabahın ilk saatlerinde evlerine döneceklerdi.
O gece minibüsün içindekilerden biri geri dönemeyecekti. Daha doğrusu dönecekti de çocuklarını öpüp koklayamayacak, evini kara dumanlar kaplamış olacaktı. Sırtlarında sigara çuvallarıyla sınıra vardıklarında, Suriye askerinin oralarda pek dolaşmadığından emin olacaklardı. Dikkat etmeleri gereken Türkiye sınırıydı. Çünkü sınırda Türk askerinin devriye gezeceğini ya da pusuya yatacağını hepsi bilirdi.
Kılavuz, sigara yükünün hafif olmasından dolayı mayını rahatlıkla geçebileceklerini söyleyecekti kaçakçılara. Kılavuzun dediği gibi dikkatlice, sessizce ve zorbela mayınlı bölge geçilecekti. Kaçakçılar uzaktan da olsa köylerinin hatta evlerinin titrek ışıklarını görecek ya da hissedeceklerdi ki yaprağın kıpırdamadığı gecenin ortasında bir ses yankılanacaktı.
“Durun. Teslim olun!”
Ortalık can pazarına dönecekti. Kimi Suriye sınırına doğru, kimi köye doğru, kimi ise nereye gittiğini bilmeden savrulacaklardı gecenin koynunda ortalığa. Asker kaçmalarına izin vermeyecek ve yağdıracaktı kurşunları kaçışan her karaltıya. Bu kurşunlardan biri kaçakçılardan birinin tam kalbine isabet edecekti. Enine boyuna dağ gibi adam düşecekti kara toprağın üstüne. Ve o lanet gecenin sabahında ölen kaçakçının evinin önünde ağıtlar gökyüzüne savrulacaktı. Akraba, konu komşu acıyı paylaşmak için doluşacaklardı cenaze evinin avlusuna.
Beklenen cenaze, köy halkının beklediği saatten bir hayli erken gelecekti. Ağıtlar yeni baştan alazlanacaktı. Ayakta durmakta zorlanan kaçakçının yakınları, cenazeyi önceden hazırlanan dört yanına acı ve keder örülmüş perdelerle kapatılmış yere indireceklerdi. Fokur fokur kaynayan kocaman kazanın altından çıkan dumanlar dondurucu havayı hüzne bulayacaktı. Cenaze yıkamaya alışkın insanların arasında ölüme alışmış insanlar da üzerlerine düşen görevi sakinlikle yapacaklardı. Kaçınılmaz sonun belli olduğu bu köyde ağıtlar bile aynı ton ve aynı sözlerle yakılacaktı.
“Oy kurban olduğum oy! Keşke gitmeseydin kaçağa da aç kalaydık. Ne olurdu ki? Aç mezarı yoktur ama yiğit mezarı doludur köyümüzde bilmez miydin aslanım? Oy, oy!”
Çaresizliğin, çıkışsızlığın sesi cenaze evini yasa boğarken, köpekler uluyacak, serçeler, kırlangıçlar daldan dala çırpınarak uçarken acıya ortak olacaktı. Gökyüzü de yasa ortak rengini giyinecekti üzerine. Yorgun, bitkin, acınmalık adamlar; kına, çörekotu tohumlarıyla kefenlenen kaçakçıyı ebedi evine götüreceklerdi.
Bugün kocaman bir adam olarak o mezarı ziyarete gelen, o zamanın küçük çocuğu, her olan biteni gözlerine ve zihnine kazıyacak, anlamlandıramadığı her şeyi büyüdükçe yerli yerine oturtacaktı.
Medusa
Efsaneler geleceğin aynasıdır.
Bazı anlar vardır ki kişi günlük yaşamına birçok dünyayı sığdırabilir. Hayal nerede başlar, gerçek nerede düşle kaynaşıp gerçekliğini yitirir bilemeyiz. Hele hele bir de benim gibi; kabuğuna sığamayan, ruh dünyası iniş çıkışlarla dolu delişmen bir genç adamsanız vah ki vah!
Arkeoloji okuyorum. Son sınıftayım. Bilerek isteyerek seçtiğim bir dal aslında ama babamın biricik oğluna biçtiği meslek malumunuzdur ki doktorluk ya da mühendislikti. Seçtiğim bölümü duyduğunda çok sinirlendi. Sigarasını dudağının yan tarafında sıkıştırıp kaşlarını kaldırdı. Sözleriyle beni ezmek istediğini anlamamak mümkün değildi.
“Ne yani onca sene üniversitede dirsek çürütüp sonunda mezarcı mı olacaksın?”
Başımı öne eğip duymazdan geldim gelmesine de, içimdeki isyankâr Mansur susmadı, babamın gözlerinin içine baka baka sesi olmayan cümleler kurup yüzüne yüzüne haykırdım. “Evet baba mezarcı olacağım. Belki yıllar sonra Nemrut’un mezarının yanına da seni koyarım…”
Antalya’da kazıdayız. Ortalığı kasıp kavuran sıcağın altında hocalarımız neredeyse, biz de oradayız. Stajyer kızlardan birine sırılsıklam âşığım. Aşk ki ne aşk. Ah Sinem ah! Bütün kışı onun peşinde koşmakla geçirdim. O ise ne var, ne de yok sanki. Bir diyorum “Tamam ya, bu kız da bana meyilli”, bir diyorum “Yok oğlum ya, bu kızdan sana hayır gelmez.” Bir bakıyorum kanatsız melek oluyor, bir bakıyorum küstah mı küstah bir şeytan olup çıkıyor. O benim gibi mesleğine âşık değil aslında. Öylesine okuyor işte. Anlayacağınız ailesine ve çevreye karşı diplomalı biri olmak için okuyor. Onun aklı fikri saçında, başında. En yakın dostu aynalar. Zaten ona en çok yakın olduğum zamanlar, ona çok güzel olduğu konusunda alttan alttan mesajlar gönderdiğim zamanlar oluyor. Yalanı da yok hani.
Sinem gerçekten çok güzel bir kız. Bir bakanın bir daha bakası gelir. Gece karası saçlarını öyle bir arkaya savurur ki; o saçların her bir telinde kaybolmak isterim. Bir bakışı vardır ki; bazen kızgın millerle gözlerimi oyduğu hissine kapılırken; bazen soğuk, hissiz, ruhsuz ölü bakışların altında üşürüm. Öyle veya böyle neresinden baksam bir yıldan fazla bir süredir, beni benden alan büyük aşkım o. Onun varlığı içimi hem gıdıklıyor, hem üşütüyor.
Gün boyu kazı alanında yeniyetme arkeologlar olarak yeni yeni şeyler öğreniyoruz ama genciz sonuçta. Kanımız kaynıyor. Üstelik Antalya gibi bir şehirdeyiz. Sabahtan akşama dağların tepesinde kurumayan terimizle koştur babam koşturmaktan bunaldık. Arkadaşlarla konuşup hiç değilse bir gece felekten bir gün çalmaya karar verdik. Ve dediğimizi de yaptık.
Falezlerden denize kuşbakışı baktığımız nefis bir mekân bulduk. Geldik geleli ot gibi yaşadığımız günlere; keşke daha önce de böyle programlar yapsaydık, diye sitem ettik. Altı kişiydik. Grubun ikisi kızdı. Bunlardan biri de Sinem’di tabii ki. Haspam öyle bir giyinmiş ki, bir içim suydu o akşam. Gün boyu kot pantolonun altında sakladığı sütun gibi bacaklarından gözlerimi ayıramıyorum. Sadece bacaklar olsa iyi. Ya büstiyer gibi bedeninin çoğu kısmını açıkta bırakan kısa bluza ne demeli? Ya o büstiyerden dışarı fırlayan memelerin isyanına ne demeli? Hasılı zaten yarım aklım vardı, o da Sinem’in bedenine duyduğum ihtirasla yok olup gitti ama ben aklımın gitmesini Sinem’e duyduğum ilgiye değişmeye çoktan razıydım.
Harika bir geceydi. Gelsin biralar, gitsin rakılar. Çiftetelliden halaya, halaydan rock danslara kadar uzanan bol terli zamanlar gökyüzünü saran dolunayın altında su gibi akıp gidiyordu. Ahırdan kaçmış deli danalardan farkımız yoktu. Delişmen bedenlerimizde birike birike lav haline gelmiş enerjimizi oyun pistinin karolarına sıcak sıcak akıtıyorduk. Ara sıra tenim Sinem’in tenine değiyordu ki, o anda aldığım hazzı sormayın gitsin. Onun da en az benim kadar bana gönüllü olduğundan artık şüphem yoktu o gece. Staj bitmeden bu büyülü mekâna Sinem’le baş başa gelmeliyiz, diye düşündüm. Böylece birbirimize olan duygularımızı daha rahat sergileyebilirdik belki de.
Gece yarısını geçmek üzereydi ama ne dert? Bizim için zaman durmuştu çoktan ama bu keyfimiz, Erkan Hoca’yı masamızın başına dikilmiş bizi izlerken bulduğumuzda ışık hızında bitiverdi. Biz derken aslında gözlerini Sinem’den ayırmadığını sonradan fark ettim. Erkan Hoca’yı gören Sinem ise gecenin bütün ihtişamını üzerinden atmış, teni gri bir bulut rengine bürünmüştü. Omuzları yere düşmüş, saçları sönük…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıKirlendik
- Sayfa Sayısı136
- YazarErdal Bila
- ISBN9786256608733
- Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uzaylı Komşu ~ İclal Dikici
Uzaylı Komşu
İclal Dikici
Espritüel kişiliğini yazınına yansıtmayı başaran İclal Dikici’nin, Tudem Edebiyat Birincilik Ödülü’ne değer görülen öykü kitabı “Bayan Pimpirik”, gözden geçirilmiş metni, yeni kapak tasarımı ve Uzaylı...
- Genç Bir Köy Hekimi ~ Mihail Bulgakov
Genç Bir Köy Hekimi
Mihail Bulgakov
Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında üniversiteden diplomasını alan genç doktor Bulgakov gönüllü olarak Kiev’de çalışmaya gitti. Smolensk bölgesinin küçük bir köy hastanesinde çalışmak,...
- Memleket Hikâyeleri ~ Ayfer Tunç
Memleket Hikâyeleri
Ayfer Tunç
“Bu topraklarda doğan herkes gibi ben de kusurlu genlerimizden az çok taşıyor olmalıyım ki anlattığım küçük hikâyelerin hangisini yaşadım, hangisini dinledim, hatta bazılarını farkında...