John Wilder Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiş olduğuna dair işaretlerle çevrilidir: İyi para kazandıran bir iş, sevgi dolu bir aile, güzel bir ev. Ancak bu parıltılı yüzeyin altında ters giden bir şeyler vardır. Düşledikleriyle gerçeklik arasındaki mesafe açıldıkça Wilder içinde büyüyen öfkeyi bastırmak için gizli ilişkilere, alkole ve başka türlü bir yaşam sürme hayallerine sığınır. Ama yıllar içinde kurulmuş hassas dengeler bir kez bozulmayagörsün, geriye dönmek hiç kolay değildir.
Orta sınıf hayatına dair keskin gözlemleriyle tanınan Richard Yates, “Huzuru Bozmak”ta Soğuk Savaş fonunda gelişen bir arayış ve kayboluş hikâyesi anlatıyor.
Richard Yates, Amerikalı yazarların en hakikilerinden biri.
Gina Berriault
Yates kusursuz bir realist; Hemingway’in alabildiğine yalın üslubunun doğal mirasçısı, Carver’ın düz minimalizminin öncüsü.
Kate Atkinson
1
1960 yazının sonlarına doğru, Janice Wilder için her şey ters gitmeye başladı. Sonraları hep dediğine göre en kötü tarafı, berbat olan tarafı da, hepsinin hiçbir uyarı olmaksızın gerçekleşmesiydi. Otuz dört yaşındaydı ve on yaşındaki bir oğlan çocuğunun annesiydi. Gençliğinin solmakta olması onu hiç rahatsız etmezdi (zaten pek de öyle fütursuz ya da maceraperest bir gençlik olmamıştı onunkisi), ayrıca bir aşk evliliğinden çok anlaşmalı bir evlilik yapmışsa da bunda bir sorun yoktu. Kimsenin hayatı mükemmel değildi. Günlerinin düzenli akışından hoşlanırdı; kitapları severdi, ki çok sayıda kitabı vardı; Manhattan şehir merkezindeki gökdelenlere bakan yüksek, aydınlık dairesini de severdi. Ne pahalı ne de şık bir daireydi ama rahattı ve “rahat”, Janice Wilder’ın en sevdiği kelimelerden biriydi.
“Medeni” kelimesini de pek severdi, “makul”, “ayarlama” ve “ilişki” kelimelerini de. Neredeyse hiçbir şey onu üzmez, korkutmazdı; onu üzen ya da –hem de bazen kanını donduracak kadar– korkutan, sadece anlamadığı şeylerdi. “Anlamıyorum” dedi kocasına telefonda. “Eve ‘gelemem’ derken ne demek istiyorsun?” Derken, halıya oturmuş elma yerken kendini CBS akşam haberlerine kaptırmış oğluna huzursuz bir bakış attı. “Ne?” dedi. “Seni duyamıyorum. Nesin nesin?.. Bekle, yatak odasına geçeyim.” İki kapalı kapının ardında, dahili telefonun başında yalnız kaldığında, “Pekâlâ John” dedi. “Baştan başlayalım. Neredesin? LaGuardia’da mı?” “Hayır, Tanrı’ya şükür o bok çukurundan çıktım. Nasıl taksi tutacağımı çözene kadar en az iki saat dolaşıp durmuşumdur orada; derken şu kahrolasıca geveze taksi şoförlerinden birine denk geldim, adam–” “Sarhoşsun, değil mi?” “Bitirmeme izin verecek misin? Hayır, sarhoş değilim. İçtim ama sarhoş değilim. Dinle: Chicago’da ne kadar uyudum biliyor musun? Bütün hafta boyunca? Neredeyse hiç. Gecede bir iki saat;dün geceyse hiç uyumadım. Bana inanmıyorsun değil mi? Gerçeğe asla inanmazsın sen.”
“Yalnızca nereden aradığını söyle bana.” “Bilmiyorum; daracık bir tür telefon kulübesinden, bacaklarım neredeyse – Grand Central. Biltmore. Yok, dur: Commodore.1 Commodore’da içki içiyorum.” “Peki canım, çok yakın sayılırsın. Tek yapman gereken–” “Lanet olsun, dinlemiyor musun beni? Eve gelemeyeceğimi daha şimdi söyledim sana.” Dirseklerini bacaklarına dayamış, telefonu iki eliyle birden sıkı sıkı tutan Janice çift kişilik yatağın kenarında öne eğildi. “Neden?” dedi. “Tanrım. Yüzlerce nedeni var. Sayamayacağım, hatta saymaya başlayamayacağım kadar nedeni var. Birincisi, Tommy’ye hediye almayı unuttum.” “Ah, John, bu çok saçma.
Artık on yaşında; her seferinde hediye beklemiyor ki–” “Peki, bu da başka bir neden. Chicago’da bir kız vardı, içki fabrikalarından birinde Halkla İlişkilere bakan cici bir şey. Palmer House’ta beş kere becerdim onu. Buna ne dersin?” Bu türden haberlerin ilki değildi bu –çok sayıda kız olmuştu– ama ilk kez böyle, annesini şoke etmek isteyen övüngen bir ergen gibi yüzüne vuruyordu bu haberi. Janice “Ne dememi istersin?” diye sormayı düşündü ama sesine güvenemedi; incinmiş çıkabilirdi sesi, ki bu bir hata olurdu, kuru ve hoşgörülü de çıkabilirdi ve bu daha da kötü olurdu. Neyse ki cevap vermesini beklemedi. “Ya buna ne dersin? Daha uçaktayken güzelim hava yolları kredi kartçığıma bakıp durdum.
Canım isterse o kartla ne yapabilirim biliyor musun? Hepsinin canı cehenneme diyebilirim. Kocaman metal bir kuşa binip Rio gibi bir yere uçabilirim; güneşte uzanıp hiçbir şey yapmadan içki içebilirim, hiç ama hiçbir şey yapmadan, ta ki–” “John, bunları daha fazla dinlemeyeceğim. Eve neden gelemediğini söyle bana.” “Gerçekten bilmek istiyor musun sevgilim? Çünkü sizi öldürebileceğimden korkuyorum. İkinizi de.”
Paul Borg da Wilder’ların oğlu gibi CBS haberlerini izliyordu. Telefon çaldığında “Kahretsin” dedi, çünkü Eric Sevareid tam o sırada, Senatör Kennedy’nin Başkan Yardımcısı Nixon’ı mağlup etme ihtimalini özetlemeye başlamıştı. Karısı buharla dolu mutfaktan, “Ben bakarım” diye seslendi. “Yok yok, sorun değil. Ben bakarım.” Müvekkilleri bazen evi arar ve hemen, hiç vakit kaybetmeden sesini duymak isterdi. Ama arayan müvekkili falan değildi. “Ah” dedi. “Merhaba Janice.” “Paul, seni tam da akşam yemeği vaktinde rahatsız etmek hiç hoşuma gitmiyor ama John için çok endişeleniyorum…” Paul onu sorularıyla bölerek dinledi; soruları, kendi karısının yavaşça mutfaktan çıkıp televizyonu kapatarak meraktan fal taşı gibi açılmış gözlerle olabildiğince yakınında durmasına yetti.
Paul, “… seni öldürmekten mi korkuyormuş?” dediğinde kadının yanakları kızardı ve titrek elinin parmakları yavaşça ağzının içine doğru süzüldü. “… Peki, elbette elimden geleni yaparım Janice. Hemen oraya gideceğim ve işte… onunla konuşup sorunun ne olduğunu anlamaya çalışacağım. Sakin ol, endişelenme, tamam mı? İlk fırsatta döneceğim sana… Tamam Janice.” Telefonu kapattığında, “Tanrım!” dedi karısı. “Kravatım nerede?” Kadın kravatı buldu ve antre dolabındaki paltosunu öyle bir telaşla çekti ki tel askı gürültüyle yere düştü. “Sahiden öldürmekle mi tehdit etmiş onu?” Adeta ışık saçıyordu. “Of, Tanrı aşkına Natalie. Hayır, elbette ‘tehdit’ etmemiş, anlaşılan sinirsel ya da ruhsal bir tür…
Dönünce anlatırım.” Kapıyı ardından çarparak kapattı ama Natalie tekrar açıp peşinden asansöre giden yolun yarısına kadar gitti. “Paul, akşam yemeği ne olacak?” “Sen ye, beni bekleme; şehir dışında bir şeyler yerim ben. Dinle, Janice’i aramanı istemiyorum. Telefonu meşgul olmasın ki ben aradığımda ulaşabileyim. Tamam mı?” Greenwich Village’ın kuzeybatısında yer alan şu yeni, yüksek binalardan birinde oturuyorlardı; Borg, Commodore’a varmasının on dakikadan fazla sürmeyeceğini düşünüyordu, park yerinden çıkıp Hudson üzerinden şehrin dışına yönelirken sürüş konusundaki doğal yeteneğinden ve arabasının randımanından hoşnuttu.
Janice’in sesindeki ümitsizliğin yerini yenilenen güç ve umuda bırakmasından, ilk önce kendisini aramış olmasından da hoşnuttu. Şehir içindeki trafik ışıklarından birinde, saçıyla kravatının düzgün olduğundan emin olmak ve yüzündeki ciddi olgunluğu takdir etmek için öne eğilip dikiz aynasına şöyle bir göz attı. Arkasından gelen korna sesini duyana dek de yeşil ışığın yandığını fark etmedi. Alt kattaki bara girer girmez aradığı adamı gördü. John Wilder karşı duvardaki bir masada yalnız başına oturuyordu, alnını eline dayamış, bardağındaki içkiye bakıyordu. Ama bunun rastlantısal bir karşılaşma gibi görünmesini sağlamak önemliydi, ki bu çok da zor olmamalıydı: İkisi de fazla uzak olmayan ofislerde çalışıyordu ve eve gitmeden birer içki içmek için burada buluştukları çok olmuştu.
Ortada herhangi bir kumpas olduğu düşüncesini gidermek için kıçının yarısını bir bar taburesine kondurup viski soda söyledi –“Hafif olsun”– ve Wilder’a bir bakış daha atmayı göze almadan önce içinden yüze kadar saydı. Değişen bir şey yoktu. Wilder’ın saçları gergin parmaklarla taranarak dağıtılmıştı (sadece bu bile tuhaftı, çünkü konu saçı oldu mu genellikle kibirlilik derecesinde titizdi) ve yüzü karanlıkta kaldığından, sarhoş mu, yorgun mu, yoksa… her neyse işte, ne durumda olduğunu anlamak imkânsızdı. Kafasından aşağısı her zamanki gibiydi gerçi: İyi dikilmiş takım elbisesi, temiz gömleği, koyu renkli kravatı ve yerde, dizinin dibinde duran pahalı valiziyle kısa boylu, kendi halinde, biçimli bir adam. Borg ilk önce Wilder’ın onu görmesini umarak bara döndü; derken bir kez daha yüze kadar saydı, içkisini alıp rahat olduğunu umduğu adımlarla odanın karşısına yürüdü ve “Merhaba John. Chicago’da olduğunu sanıyordum” dedi. Wilder başını kaldırıp baktı, berbat görünüyordu: Çok solgundu, yüzünde boncuk boncuk ter birikmişti ve gözleri boş bakıyor gibiydi. Borg yanına oturmak için bir sandalye çekerek, “Yeni mi döndün?” dedi. “Biraz oldu. Bu saatte dışarıda ne işin var?” En azından saatin kaç olduğunu biliyor gibiydi. “Saat yediye kadar ofisten çıkamadım. Ne gündü ama. Toplantılar, telefon görüşmeleri; bazen her şey aynı anda olur ya. Bilirsin.” Ama Wilder dinlemiyordu. İçkisini hızla bitirip, “Kaç yaşındasın Paul? Kırk mı?” dedi.
“Neredeyse kırk bir.” “Vay anasını. Ben otuz altı bile olmadım ama Tanrı kadar yaşlı hissediyorum. Garson! Nerede bu lanet garson?” Tekrar ona döndüğünde gözleri berrak, bakışları keskindi. “Bir şey daha. Neden ikimiz de çirkin kadınlarla evlendik sence?” Borg kanının boğazından kafasına doğru yükseldiğini hissetti. “Hadi ama” dedi. “Bu söylediğinin aptalca olduğunu biliyorsun.” “Doğru ama. Hadi benim durumumda anlaşılabilir, çünkü çelimsizin tekiydim hep. Çocukken herkes Mickey Rooney’ye benzediğimi söylerdi, böyle bir engelle güzel kızları tavlamak çocuk oyuncağı da değil yani. Daha gençken büyük, şahane memeleri var diye Janice’te karar kıldım herhalde; gerisini unutabilirim dedim, kısa bacaklarını, futbolcu omuzlarını ve suratını yani; kendimi sonsuza dek o memelere gömüp dünyayı unutabilirdim.
Tanrım. Ama bu benim hikâyem, seninki ne? Boyun da uzun yani. Nasıl oldu da Natalie gibi bir meymenetsize kaldın?” “Tamam ama, kes artık John. Fazla içmişsin.” “Hiç de bile. Ne kadar içtiğimi sen nereden biliyorsun? Uyumaya ihtiyacım var, o kadar. Chicago’da bütün hafta boyunca uyumadım, hem de hiç. Palmer House’taki o yatakta tepinip durdum, asabım bozuktu, kafamda aynı şeyler dolaşıp durdu, deli gibi – bilmiyorum. Bu sürenin bir kısmında benimle tepinen hoş bir kızcağız da vardı ama bu bile fayda etmedi. Ne biliyor musun? Kendimle ilgili çok şey öğrendim. Uyuyamadığında bazen bir şeyleri çözüyorsun; en azından bana öyle oldu. Hem de bir sürü şeyi. Sonra da havaalanından dönerken şu geveze taksi şoförlerinden birine denk geldim ve ne dedi biliyor musun? Dedi ki – Tanrım, şu anda bana kızgınsın sen, değil mi Paul? Kızgınsın çünkü Natalie’ye meymenetsiz dedim.” “Kızgın değilim, senin için endişeleniyorum. İyi görünmüyorsun ve mantıklı konuşmuyorsun. Dürüst olmak gerekirse, bu gece eve gidecek durumda değilsin bence.” Wilder rahatlayarak derin bir iç çekti. “Bence de eski dostum. Hiç değilim. Bunu Janice’e de anlatmaya çalıştım ama anlamadı. Baksana, onu sen ara, olur mu? Sen anlat.” “Tabii John. Daha sonra ararım.” “Yani, sen anlatırsan her şeyi anlar çünkü. Seni Abraham Lincoln filan sanıyor.” “Tamam John.”
“Şanslı bir herifsin, biliyor musun Paul? Yani, avukat dediğin profesyoneldir, doktor ya da rahip gibi; konuştuğun zaman insanlar seni dinler. Benim gibi, herkesin üstüne basıp geçtiği bir bok parçası değilsin. Taksi şoförleri, garsonlar, hayatım boyunca işe yaramazların zulmüne uğradım. İşe yaramazlar tarafından ezildim.” “Taksi şoförü sana ne dedi John?” “Haa, o ukala herif. Manyak gibi sürüyordu, ben de yavaşlamasını söyleyip duruyordum anlayacağın, arka koltukta oradan oraya sekip kıvranıyordum, o da bana, ‘Bir psikiyatriste görünsen iyi olur dostum, sinirlerin bozulmuş senin’ dedi. Bir şey daha: Çocuğun olmadığı için de şanslısın.
Tanrım, Tommy olmasa güzelim hava yolları kredi kartçığımı alır, kocaman metal bir kuşa biner, Rio gibi bir yere giderdim. Param bitene kadar güneşlenir, sonra da kafama sıkardım. Ciddiyim.” “Hayır, değilsin. Mantıklı olmaya çalışalım John. Kimse bir hafta uykusuz kalmaya dayanamaz. Bence senin tıbbi bakıma ihtiyacın var; yatıştırıcıya ve dinlenmeye ihtiyacın var. İzin ver de seni St. Vincent’a götüreyim.” “Bak Borg. Sen iyi bir adamsın, ofiste zor bir gün geçirmişsin, ayrıca karına meymenetsiz dediğim için özür dilerim, çünkü o da iyi biri, hem muhtemelen senin için mükemmel bir güveçte tavuklu erişte yemeği de hazırlamıştır ama beni bir hastaneye kapatmaya çalışırsan fena bozuşuruz.” “Kimsenin seni bir yere kapattığı yok. Aşırı yorgunluk nedeniyle St. Vincent’a yatacaksın; seni uyutacaklar, yarın ya da ertesi gün de yeni bir adam olarak çıkacaksın oradan. Eski haline döneceksin. Yapılacak tek şey bu.” Bir duraksama oldu. “Bir düşüneyim.” Düşünmek bir içki daha söylemek anlamına geliyordu, ki Wilder bunun yarısını tek yudumda bitirdi.
“Daha iyi bir fikrim var” dedi sonra. “Beni Varick Sokağı’na götür.” Borg yüzünü ekşitti, çünkü başından beri bu fikirden korkuyordu. Bu ikisi birkaç yıl önce, evlilik hayatlarından gizlice kaçabilecekleri bir yer olarak, Varick Sokağı’ndaki bir zemin katında bulunan sudan ucuz bir daireyi ortaklaşa kiralamıştı (belediyenin el koyması gereken türden bir bodrum katıydı aslında). Daireyi temizletip beyaza boyatmışlar, çift kişilik bir yatak, dopdolu bir içki dolabı, ikinci el birer ocakla buzdolabı ve daireyi “hoş” kılmaya yetecek başka eşyalarla döşemişlerdi, ayrıca rehberde numarası bulunmayan bir de telefon bağlatmışlardı. Bunun ardındaki düşünce, ikisinden biri Wilder’ın deyimiyle bir talih kuşuna –müsait ve rıza gösteren bir kıza– rastladığında, şehir dışında işi varmış gibi yaparak bir öğleden sonra, hatta birkaç gece boyunca buraya çekilebileceği ve gergin de olsa yeniden bekâr olabileceğiydi.
Ama kulağa olduğundan daha iyi gelen bir düşünceydi bu; öyle pek fazla talih kuşuna rastlamamışlardı. “Varick Sokağı’na gitmek istediğin falan yok John.” “Kim demiş istemiyorum diye? Sorun ne, yoksa sen mi gidecektin?” “Hayır. Aylardır oraya gitmedim. Ama Chicago’daki kız uyumana yardım edememişse başka bir kızın edebileceğini de nereden çıkardın?” “Denemeye değer belki. Rita’yla tanışmış mıydın? Time and Life dergisindeki araştırmacı kız? Herhalde onu aramak için çok geç olmuştur gerçi. Ya şu şişmanca kız? Neydi adı? Doktorla evli olan? Yok, dur, o Boston’a taşınmıştı.” “Hadi ama John. Gerçekçi olalım.” Wilder pes etti. “Gerçekçi, tabii. Benim sorunum da bu. Hayatım boyunca hiç gerçekçi olmadım. Eskiden film yapmak istediğimi hiç anlatmış mıydım sana? Tanrım.” İçkisini bitirdi. “Tamam Borg, kabul. Bir içki daha, sonra acayip gerçekçi olacağım. Garson!” Kolunu olabildiğince gererek bardağını masaların arasındaki geçide uzattı, diğer eliyle masaya tutunmasaydı sandalyesinden düşebilirdi.
“Bağırmaya gerek yok efendim” dedi garson. “Ukala dümbeleğinin teki olmaya da gerek yok.” “Bakın beyefendi, size hizmet etmek zorunda değilim.” “Yaa? O zaman kıçımı öpmeye ne dersin yağ tulumu?” Borg masaya çok sayıda banknot bırakarak, “Sorun yok” dedi. “Sorun yok, gidiyoruz. Bana uzat John, bavulunu ben alırım.” “Ne yani, kendi çantamı taşıyamaz mıyım? Kötürüm falan mı sanıyorsun sen beni?”
Oysa çanta onu zorladı; otelden çıkarlarken Cam kapılardan birine sıkıştı ve Wilder’ın bunun üzerine “Hay sıçayım” demesi insanların dönüp ona bakmasına neden oldu; derken Lexington Caddesi’ne çıkan pasajdan geçerken birkaç kez durup çantayı yere bıraktı, bir keresinde bir kadının düşmesine neden oluyordu neredeyse; çantanın elinin canına okuduğunu, bacağınıysa öldüresiye acıttığını söylüyordu. Borg şehir trafiğinde emekler gibi ilerlerken Wilder sessizdi ama uzun Yedinci Cadde’de ilerlemeye başladıklarında yolcu kapısına yapışarak kıvranmaya başladı, bir eliniyse yüzünü korumak istercesine havaya kaldırdı. “Tanrı aşkına Paul, dikkatli sürer misin şunu? Yavaşlasana!” “Sakin olmaya çalış John. Olabildiğince yavaş sürüyorum.” St. Vincent’ın acil girişi o akşam yoğundu, yerde görevlilerle stajyerlerin üzerine eğildiği sedyeler, muayene masalarından birindeyse yüzünden kanlar akarken inleyen orta yaşlı bir kadın vardı ama Borg beyaz giyen genç bir adamın bir masanın ardında oturduğu, bölmeyle ayrılmış bir girinti buldu, belli ki sorumlu oydu. “Doktor, aslında acil bir durum değil ama arkadaşım aşırı derecede yorgun; bir haftadır hiç uyumamış, yatıştırıcıya ihtiyacı var. Açıkçası bence bir tür sinirsel ya da…” Borg sonradan bu cümleyi nasıl tamamladığını hatırlayamadı:
Doktorun kalın gözlük camlarının ardından önce birine, sonra diğerine bakarak kırpıştırdığı gözlerinin farkındaydı sadece. Wilder çoktan yakasını açmış, kravatını çözmüştü; şimdiyse yakasını daha da açmak için göğsünü tırmalıyordu, hem de bunu öyle hırçın hareketlerle yapıyordu ki gömleğinin düğmelerinden biri düşüp yerde dönmeye başladı. Doktor oturmasını söylediğinde valizini bam diye yere bırakıp boş olan tek yere çöktü; sarı cilalı ahşap parçaları olan, eski moda, kocaman bir tekerlekli sandalyeydi bu; özellikle de geri geri sürüklenince ve birden ortaya çıkan bir görevli tarafından yakalanınca küçücük ve çaresiz görünmesine neden olan bir tekerlekli sandalye.
Doktor, “Beyefendi, lütfen dışarı çıkar mısınız?” dedi, Borg söyleneni yapmakta hiç gecikmedi. Ayakları ağrıyordu. Acıkmıştı, yorgundu ve eve gitmek istiyordu. Bütün bunlar yakında bitecekti. “Ah, sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum Paul” diyecekti Janice. “Sen olmasan ne yapardık, hayal bile edemiyorum.” Bölme inceydi. Doktorun sorgusunu ya da Wilder’ın verdiği cevapları duyamıyordu ama bunun rutin bir kayıt görüşmesi olduğunu varsaydı (isim, yaş, meslek, en yakın akraba, tıbbi geçmiş, daha önceki uykusuzluk deneyimleri), derken her şey kontrolden çıktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Modern Klasikler Dizisi
- Kitap AdıHuzuru Bozmak
- Sayfa Sayısı216
- YazarRichard Yates
- ISBN9789750863097
- Boyutlar, Kapak13,5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Meme ~ Philip Roth
Meme
Philip Roth
“Çaresizlik içinde her aklıma gelene dört elle sarılıyorum. Kendi kendime dedim ki, Bu illete ‘edebiyat’ yüzünden tutuldum. Ders olarak okuttuğum kitaplar beni bu duruma...
- Mürebbiye ~ Stefan Zweig
Mürebbiye
Stefan Zweig
Mürebbiyeleri katı bir ahlak anlayışının kurbanı olurken, yetişkin dünyasının gaddarlığıyla tanışan iki masum çocuk; Como gölü kıyısındaki bir otelin dingin ortamında gözüne kestirdiği bir...
- Pollyanna ~ Eleanor H. Porter
Pollyanna
Eleanor H. Porter
Pollyanna, Amerikan edebiyatının umudu ve iyimserliği temsil eden, bu özelliğiyle de en çok sevilen karakterlerinden biridir. Anne ve babasını kaybettikten sonra tek akrabası Polly...