“Daha, çok anlatacaklarım var. Daha çok bilinmesi gerekenler var.”
“Bir katliamın ortasındaki aşkı unutmamam lazım. Aygül’ü unutmamam lazım. Hocalı katliamını unutmamam lazım. Aslında gördüklerimi, işittiklerimi, yaşadıklarımı hiç ama hiç unutmamam lazım.”
SUNUŞ
Genelde Karabağ ve özelde Hocalı’ya olan ilgim, 1990’lı yıllardan beri devam ediyor. Ne yazık ki 1990’lı yıllarda dünya yeniden şekillenir, Sovyetler Birliği tarih olur ve Balkanlar değişim geçirirken, birçok üzücü olay yaşandı. Kitlesel katliamlara varan, kimilerince “soykırım” olarak nitelenen saldırılar yapıldı. Bir yanda refah toplumu olmuş ülkelerde konfor içinde yaşayan insanlar gününü gün ederken, diğer yandan milyonlarca mazlum, zalimlerin zulmü altında ezildi, işkence gördü, evini yurdunu bırakıp kaçmak zorunda kaldı ya da öldürüldü. 1990’lar, özellikle Balkanlar ve Kafkasya’da yaşayan mazlum siviller için çok acı yıllar olarak tarihteki yerini aldı. Bosna’da adeta soykırıma uğrayan Boşnaklar bir yanda, Irak’ta küresel güçlerin işgali sonrası zulme uğrayanlar bir yanda ve Türk dünyası için de ayrı bir yeri, önemi olan Azerbaycan Türkleri bir yanda çeşitli katliamlara maruz kaldılar. Bunlar içinde Bakü’deki Azatlık Meydanı’nda, 20 Yanvar’da (Ocak) şehit edilenler kadar hatta onlardan daha acı bir talihi yaşayanlar ise Hocalı sakinleri oldu. Bir gece tanklarla, toplarla, otomatik tüfeklerle, bombalarla başlayan saldırıda, resmi rakamlara göre bile 83’ü çocuk 106’sı kadın ve 70’ten fazlası yaşlı olmak üzere 613 kişi şehit edildi. 487 kişi ağır yaralandı, 1275 kişi esir alındı, 150 kişinin akıbeti bugün bile belli değil. Hocalı şehrinden geriye birkaç yıkıntı duvar kaldı, adeta haritadan silindi… Sadece rakamlara bakmak yanıltıcı olabilir. Hocalı’da yaşanan katliam, bugün birçok ülke ve topluluk tarafından “soykırım” olarak kabul ediliyor. Orada 1992 yılının 25 Şubat’ını 26 Şubat’a bağlayan gece başlayan saldırı ve sonrasında, annesinin karnında katledilen bebekler bile vardı.
Yapılan işkencelerin çoğunu bu kitapta yazmaya yüreğim elvermedi. Gerçekte, eşi benzeri az görülen bir vahşet, bir hafta, on gün kadar süren bir zaman diliminde uygulamaya konuldu. Elbette bunca araştırmayı yapmamın, halen hayatta olan kurbanları bulup konuşmamın, edindiğim bilgileri ve hatıraları satırlara dökmemin ve bu kitabı yazmamın sebebi, yeni düşmanlıklara kapı açmak değil. Ne olursa olsun, unutmamak gerekir ki her toplumda iyiler de kötüler de vardır. Ancak Balkanların “Bilge Kral’ı”, Aliye İzzetbegoviç’in de dediği gibi, “Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın! Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır…” anlayışı, bu kitabın yazılış sebebidir. Üzücüdür ki Hocalı’da katliama imza atan birçok Ermeni isim, daha sonra Ermenistan’da devlet kademelerinde görev aldı veya halen alıyor. Neredeyse hiçbiri yargı önüne çıkarılamadı. Uluslararası mahkemelerde yargılanması gereken kişilerin, bugün hâlâ serbest gezebilmesi, aslında vicdanı olan herkesi derinden rahatsız ediyor ve kitabın bir yazılış sebebi de budur…
Ermeniler, Azerbaycan Türklerine karşı büyük katliamlar yaptılar ve bunun unutulmaması gerekiyor. Bugün değil, bin yıl sonra bile olsa, suçlulara “suçlu” denilmesi, belki kayıpları geri getirmeyecektir ama insanlığın ortak vicdanında küçük de olsa bir teselli olacaktır. Her şeye rağmen diliyorum ki Kafkaslarda barış hâkim olsun, insanlar geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi barış içinde, kardeşçe ve mutlu yaşayabilsinler.
1.
Ceylanların gözleri çok güzelmiş. Bu nedenle, güzel gözleri olan kadınlara Türkler, “ceylan gözlü” diyor… Ya da daha yaygın deyimle, maral gözlü… Süzgün ve ürkek bakışlı, badem gözlü Aygül… Simsiyah saçlı, kapkara gözlü, dünya güzeli Aygül… Ceylan gözlü Aygül… Kalbime saplanan bıçak, bitmeyen sancı, içimi un ufak eden, bir daha iyileşmek bilmeyen yıkımın sebebi Aygül… Ansızın bulup, aynı hızla yitirdiğim, bakmaya doyamazken, gördüklerimle aklımı kaçırdığım Aygül… Aygül’ün kömür karası saçlarını kaba saba ellerine dolayıp çekiştirdiler. Balçığın içinde sürükleyip her yanını kanattılar. Ağlamasına, feryat etmesine aldırmadan bir mezarın üstüne düşürdüler… Mezardaki ölü bile utandı ama onlar utanmadı… Gökyüzü titredi dehşetten ama onların içindeki kızgın nefret, soğumadı… Ben aklımı yitirdim, yığıldım kaldım ama onlar aldırmadı… Benim zamanım orada durdu: Aygül’ün dehşetle açılmış bir daha kapanmayan ceylan gözlerini gördüğümde…
Ondan sonra ne ayağımın altında bir toprak parçası oldu, ne üstümde bir gök… Ne olduğunu bile bilmediğim bir yerde, zamanın da olmadığı bir boşlukta buldum kendimi ve bir daha da eski ben olmadım, olamadım… Askerim ben… Savaşlar da gördüm, çatışmalar da ama Hocalı’da gördüğüm şeyleri yeryüzünde başka bir yerde görmedim. Kimse de görmemiştir. İnsan, insana bunu yapar mıymış? Bilmiyordum… Aygül’le birlikte benim “insan” denilen canlı türüne ilişkin tüm ümitlerim sona erdi. Artık aynı havayı soluyor görünsek de ben insan değilim, insan benden değil! İnsan buysa, ben insan değilim! Olmamalıyım…
İnsan denilen şey buysa, ben insansam, çıkmalıyım bu bedenden. Başka bir şeye dönüşmeliyim. Bu suretten kaçmalı, mümkünse bir daha suda bile kendi aksimi görmemeliyim… Ah Aygül… Azerbaycan maralı Aygül… Kalbimin dinmeyen sızısı Aygül… O gün Aygül o haldeyken kıyamet kopmadıysa, başka ne zaman kopsa boş! İstemiyorum… İstemiyorum artık insan denilen bu varlıklarla aynı havayı solumayı, aynı gökyüzüne bakmayı… Bıraksınlar beni, unutsunlar ve adımı bile hatırlamasınlar. Nasıl olsa ben unutamayacağım gördüklerimi… Nasıl olsa ben bu ıstırabı her daim yaşayacağım. Bari rahat bıraksınlar… Bu saatten sonra kimseye üzülemem. Hiçbir şey için üzülmek gelmez içimden. Bütün üzüntü hakkımı orada, Hocalı’da tükettim. Bu kurumuş beden artık üzüntü bile üretemez. Zaten niye hayattayım, onu da bilmiyorum. Kaç nefesim daha kaldı ciğerlerime çekecek? Kaç kez daha soluk alıp vereceğim bilmem… Ama son nefesimi vermeden, hepsini anlatacağım… Yazacağım bu satırlara ki insan kendi suretini görsün, insanlığından utansın… Hocalı’da kıyameti yaşadım ben; bilinsin…
2.
St. Petersburg, Avrupa’nın kuzeyinde yer alır. Derler ki Çar Büyük Petro, bir büyükşehir kurmayı hayal etmiş. Bunun üzerine St. Petersburg kurulmuş. Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü yerde, adalar üstüne yerleştirmişler şehri. Büyük Petro, buradan Avrupa’ya, denizlere açılmış. Başkenti olmuş Rusya’nın. Çar ve ailesi orada yaşamış. Sonra gelenler de… Sonra Birinci Dünya Savaşı çıkınca adını “Petrograd” olarak değiştirmişler. Bolşevikler, 1917’de Çar’ı devirip Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiğinde, başkenti Moskova’ya taşıyıp, güzeller güzeli St. Petersburg’un adını da “Leningrad” yapmışlar. Dört bir yanında tiyatrolar, opera ve bale sahneleri, her köşesinde ressamlar ve içinde nazlı nazlı süzülen Neva… İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar kuşatmış St. Petersburg’u ve sekiz yüz yetmiş iki gün boyunca kuşatmada kalmış. Annem, çocukluğundan hatırlıyor o günleri ve anlattığı hep açlık oluyor… Açlıktan kedi köpeklerin yenildiği günler olsa da yenilmemişler. Bizim göğsümüzü kabartan sanatçılarımız, Dostoyevski, Puşkin, Rimski-Korsakov burada yaşayıp ölmüşler. Bugünlerde adına yeniden kavuştu St. Petersburg. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) dağılırken, Rusya eski büyük çarlık dönemine öykünür gibi yeniden St. Petersburg yaptı şehrin adını. Babamı doğru dürüst hatırlamıyorum bile. Küçüktüm o bizi bırakıp gittiğinde. Bolşeviklere ve devrime kalpten bir bağlılıkla inanmış, bunun için her Sovyet vatandaşının üstüne düşeni yapması gerektiğine adeta iman etmişti. Onu Yakutsk’a, Sibirya’nın bir ucuna gönderdiklerinde de gözünü kırpmadan yola koyulmuştu. Annemle birlikte onu bir daha görmedik. Bize, devlet dairesine çağırıp küçük bir açıklama yaparak, Yoldaş İgnatev’in “yiğit bir şekilde görevini yerine getirdiğini ancak küçük bir kaza geçirdiğini” söylediler.
O günkü şartlarda cenazesinin Yakutsk’tan St. Petersburg’a getirilmesi uzun sürecek olsa da mümkündü ancak milyonlarca yoldaş mütevazı bir şekilde üzerine düşeni yapıp, hiçbir ayrıcalık istemezken, Peter İgnatev yoldaşın yakınları da özel bir muamele beklememeliydi… Henüz daha Sovyetler Birliği dağılmamış hatta zayıflama emareleri de göstermemişti. 1970’li yıllardaydık ve kendimizi proletaryanın hâkim olduğu büyük bir ülkede, dünyanın en şanslı vatandaşları olarak görüyorduk. Hepimiz ülkenin sahibi, bütün kaynaklar hepimizindi. O halde herkesten daha fazlasını beklemek de ayıp hatta suçtu. Üstelik kapitalist sömürgeciler her zaman bizim zayıf düşmemizi beklerken… Annemin elimden tutmuş, Neva kıyısında soğuk rüzgâr yüzümüzü yalarken, gözyaşlarını bembeyaz bir mendille kurulamaya çalıştığını hatırlıyorum. Belki ağlamamak için kendini zorluyor belki de soğuk nedeniyle istediği kadar gözyaşı dökemiyordu ama sürekli mendili gözlerine bastırıyor, farkında olmadan beni çekiştiriyor ve kolumu acıtıyordu.
Neva’nın o günkü halini de hiç unutamam. Kenarına sıralanmış heykellere aldırış etmeden, üzerinde buz parçaları ile yine sakin görünümlü koca bir ırmak, akıp duruyor. Onun bu soğuk mavi rengi, sanki havayı daha da soğutuyor. St. Petersburg’u inşa edenler, burada Güney Avrupa’yı örnek almış olmalılar. Nehir üstünde güzel köprüler, çevresinde kocaman binalar ve adeta Güney’in Rönesans’ına öykünen heykeller… Oysa daha o küçük yaşımda bile nasıl oluyorsa duyar ve anlardım ki Neva’nın soğuk sularına kendini bırakan ve sessizce Sovyetleri terk edenler oluyor… Nereye gittiklerini bilmiyorum ama dönmüyorlar… O an belki annem de dünyadaki iki yakınından birini, hayat yoldaşını kaybetmiş olmanın hüznüyle kendini Neva’ya bırakmak isterdi ama ben engel olmuş olmalıyım… Çünkü nasıl, ne zaman ulaştığımızı hatırlamadığım evimize girince, beni bir koltuğa oturtup başını dizlerime, göbeğime yasladı ve uzun uzun omuzları sarsılarak ağladı. Kıvırcık, kızıla çalan saçlarını okşamak, üzülmemesini söylemek istedim ama konuşamadım.
Sadece sessizce onun sakinleşmesini bekledim. Annem, aslında yanında kalmamı isterdi biliyorum. Ancak St. Petersburg’da kalmak bana göre değildi. Bu şehir, Akdeniz kıyısındaki güneşli Avrupa şehirlerine benziyor olsa da soğuktu. Öyle, sözle anlatılamayan, bedenle hissedilemeyen bir soğuk… Kimi zaman soğuk bir bölgeye gittiğimde, her yerde değil ama bazı yerlerde, duvarların soğuk üflediğini hissederdim. Aslında duvar üfleyemez ama öyle hisseder insan… İşte St. Petersburg, benim için öyle bir yerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıHocalı Katliamı Günlerinde Aşk
- Sayfa Sayısı216
- YazarFerhat Atik
- ISBN9786254418907
- Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gulyabani ~ Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gulyabani
Hüseyin Rahmi Gürpınar
“Hüseyin Rahmi’nin batıl itikatları kendine mevzu edindiği romanlarının arasında –bir romancı gözüyle– en kusursuzu, –bir okuyucu gözüyle– en eğlencelisi Gulyabani’dir.”Halide Edib Adıvar“İçinde hakikaten bütün...
- Amida, Eğer Sana Gelemezsem ~ Özcan Karabulut
Amida, Eğer Sana Gelemezsem
Özcan Karabulut
Usta öykücümüz Özcan Karabulut, siyasal yaşamını, muhalif kimliğini öykülerine yansıtarak kendine bir politik edebiyat alanı açmıştı. Amida, Eğer Sana Gelemezsem, bu çizgiyi sürdüren bir roman. Romanın kahramanı Arat, çocuk işçilerle ilgili bir çalışma için Diyarbakır’a gider.
- Miralayın Kızı Süreyya (Özel Baskı) ~ Naşide Gökbudak
Miralayın Kızı Süreyya (Özel Baskı)
Naşide Gökbudak
Aşkın tozlu sayfalarını aralıyor Naşide Gökbudak… Tarihi eski, duygularınsa capcanlı yaşandığı bir hikaye Miralayın Kızı Süreyya. Amasya’da köklü bir ailenin kızıdır Süreyya, ailenin en...