“Yaratılış bir gizem değildir, özgür eylemlerimiz sırasında duyumsadığımız şeydir.”
Analiz ederek kavrayan zekânın dışında bir bilme biçimi mümkün müdür? İçinde yaşadığımız kesintisiz değişimi, kavramlarla hareketsiz hale getirmeden, parçası olduğumuz bütünsel yaratımı kucaklayan bir bilme biçimi… Hatta kolumuzdaki saatlerle ölçtüğümüz anların, aslında bir ezginin notaları kadar bütünsel olduğunu fark eden ve zamanı mekâna dönüştürmeyen bütünsel bir kavrayış… Öyle bir kavrayış ki tabiatı gereği geriye doğru bakmaya zorlanmış aklın tersine, yönü yaşama doğru olan bir düşünme biçimi…
20. yüzyılın en önemli filozoflarından Henri Bergson’a göre, dünyayı gerçekten olduğu gibi kavramak ancak “sezgi” sayesinde mümkündür. Sezgi, analiz eden aklın tersine, kendini nesnesinin yerine koyarak, onu içeriden ve bütünsel olarak kavrayan bilgidir. Sizleri zamana, mekâna, harekete, belleğe, dile, bildiğiniz tüm metafizik kavramlara yeniden bakmaya davet eden Bergson’la kendinizi bambaşka bir gerçekliğin içinde bulacaksınız.
Henri Bergson Kimdir?
Paris Opera Binası yakınlarındaki bir evde sanatçı bir babanın çaldığı piyanonun notalarına eşlik eden bebeğin sesi, ileride felsefe alanındaki en kuvvetli seslerden biri olacaktı. Henri Bergson, 1859 yılında Polonyalı Yahudi bir baba ile İngiliz-İrlanda kökenli Yahudi bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Büyüdüğünde katılacağı konferanslarda, özgün fikirlerinin yanı sıra konuşmasındaki müzikal tonlama ile dinleyenleri etkileyecekti. Müzik ve matematik, fikirlerini aktarırken başvurduğu en önemli araçlar olacaktı.
Doğumundan sonraki birkaç sene ailesi ile birlikte İngiltere’de yaşadıkları için Bergson anadil seviyesinde İngilizce öğrendi. Henüz lise yıllarında çözülemeyen matematik sorularına çözüm bulmasıyla dikkat çekti. İlk gençlik yıllarında inancını kaybederek evrim teorisine ilgi duydu. Sonraki yıllarda felsefesinin temel yapıtaşlarından birini oluşturacak “yaratıcı evrim” fikrinin tohumları belki de bu yıllarda atıldı. Paris’teki köklü liselerden biri olan Lycée Condorcet’ten sonra Fransa’nın en başarılı yüksek eğitim kurumlarından biri olan Ecole Normale Superieure’da öğrenim gördü. Öğrenimini tamamlayınca felsefe ve matematik öğretmeni olarak görev yaptı. Başarılı bir bilim insanı olarak matematiği seçebilirdi, fakat tercihini felsefeden yana kullandı. O dönemde öne çıkan pozitivist ve materyalist ekoller, derinlerde taşıdığı sanatçı ve isyankâr ruhuna hitap etmiyordu. Bilimsel teorilerde geçen mekanistik zaman tasavvurunu yanlış buluyordu. Nitekim 1889 yılında zaman ve özgür irade konusunu işleyen “Bilincin Doğrudan Doğruya Verileri” isimli doktora tezi ile Paris Üniversitesi’nden (diğer bir adıyla Sorbonne) doktora derecesini aldı. Kuantum fiziğine önemli katkıları olan fizikçilerden Louis de Broglie, Bergson’un bu teziyle kendisinden yarım asır sonra ortaya çıkacak olan kuantum mekaniği ile ilgili görüşleri adeta sezdiğini anlatır.
1891 yılında Marcel Proust’un* kuzini olan Louise Neuberger ile evlendi. Jeanne isminde bir kızları oldu. 1896 yılında ikinci büyük eseri Madde ve Bellek ile beynin işlevi, algı ve bellek gibi konuları derinlemesine irdeleyerek, dönemin felsefi görüşlerini sarsacak fikirlerini öne sürdü.
1900 yılında Paris’te Collège de France’ta Latin ve Yunan Felsefesi kürsü başkanı oldu. 1913 yılında Columbia Üniversitesi’nin daveti ile Amerika’ya giderek farklı şehirlerde ders verdi. Yaşadığı çağda verdiği derslerle konferanslar ilgiyle karşılandı ve büyük bir hayran kitlesi oluştu. Eserleri birçok dile çevrilirken, üç eseri panteist olduğu gerekçesiyle Katolik Kilisesi tarafından yasaklandı.
1927 yılında Yaratıcı Evrim isimli eseriyle Nobel ödülü kazandı. 1932 yılında ise son eserlerinden biri olan Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı yayımlandı. Henri Bergson ölümüne yakın, Museviliğin tamamlayıcısı olarak düşündüğü Katolik Hıristiyanlığa ilgi duyduğunu itiraf etmişti. Fakat zulme uğrayacağını düşündüğü Yahudilerle dayanışma içerisinde kalmak amacıyla dinini değiştirmedi. 1940 yılında Fransa’nın Naziler tarafından işgali ile kurulan Vichy hükümeti, Bergson’a antisemitist yasalardan muaf sayma önerisinde bulundu. Bu öneriyi reddederek, ölümünden birkaç hafta önce sağlık durumunun kötülüğüne rağmen, Yahudiler için zorunlu tutulan kurala özellikle uyarak, resmi kuruma başvurup Yahudi olarak kayıt yaptırdı.
Eklem kireçlenmesi hastalığı nedeniyle hayatının son yıllarında yürüyemeyen Bergson, 1941 yılının 4 Ocak günü, 82 yaşında, ağır bir bronşit yüzünden hayatını kaybetti. William James, Whitehead, Marleau-Ponty, Levinas gibi düşünürlerin felsefi görüşlerinde, Marcel Proust’un eserlerinde, Claude Monet’nin izlenimci resimlerinde, Claude Debussy’nin müziğinde bıraktığı etkilerle kültür dünyasının bir parçası olarak yaşamaya devam ediyor.
Giriş
İdealizm ve realizmin ötesinde, tüm görüntüleri ve gürültüleri paranteze alarak sadece hakikati duyumsamaya çalışıyorsak, uzaktan gittikçe yaklaşan müzik sesi Bergson’a ait olacaktır. Çünkü Bergson eserlerini adeta Platon’un mağarasındaki gölgelerin asıl hakikatlerini işaret etmek için yazmıştır.* Onun hakikati, hiç bitmeyen bir oluşum sürecinin kendisidir. Eserlerini okurken gördüğümüz ışığın parlaklığı karşısında gözlerimizi ovuşturarak yeniden bakma ihtiyacı duyarız. Zamana, mekâna, harekete, belleğe, dile, bildiğimiz tüm metafizik kavramlara çıplak gözle yeniden bakarız.
İnsanlık tarihi boyunca süregelen kültürümüz; analiz ederken ayırıp bölen, yan yana dizen, mekânsal, parçalı düşünce üzerine kuruludur. Bergson bu kültürün parçası olan dilin imkânlarıyla, bütün bunların ötesinde ne olduğunu tasvir etmeyi başarır. Bunu yaparken, gerektiğinde bilimsel kabullerle hesaplaşmayı ve onların insansal olan ile bitişen sınırlarını çizmekten çekinmez.
Kullandığı dil yalın olduğu kadar estetik, bir o kadar da analitik ve mantıksaldır. Felsefesi, temel metafizik sorulara cevap veren tutarlı bir bütünsellik taşır. Tek kaygısı hakikate sadık kalmak olduğu için, çağının bilimsel kabullerinden beslenmekle beraber, sınırlara eriştiğinde sezgisel dehasını kullanmaktan çekinmez. Hayata ve insana duyduğu saygının ifadesi olarak, insana yakışan yeri geri vermesiyle çağdaşlarının önemli bir kısmından ayrışır. Bergson, insanı doğanın ötesinde varlığı bulunmayan mekanik bir varlık türünden ziyade, özgür iradesi sayesinde dünyayı kurtaracak bir kahraman olarak görür. Üstelik de yaratıcı ve bütünsel bir sürecin içerisinde başroldedir. Tek eksiği bazı durumlarda sezgi gücünü yeterince kullanamamak olan “Bergson insanı”, zamanın ve mekânın ötesinde değerli bir varlıktır.
Bergson’un da diğer filozoflar gibi yolda olup da varamadığı bir sürü felsefi soru olduğu gibi, eserlerinde bizim kavrayış ve anlatım gücümüzü aşan bir o kadar da cevap olduğunun farkındayız. Tüm bunların ötesinde; zamana ve mekânsallığa getirdiği mükemmel açıklama, hakikatin bütünselliği, sezgi ve özgür irade konusunu ele alışı Bergson’u anlamak için harcadığımız her dakikayı anlamlı kılar. Onu okumak ve anlamak akıl ile sezgiyi buluşturan bitmeyen bir yaratıcı süreçtir.
Kolumuzdaki saatlere bağımlı yaşadığımız, günleri saatlere, saatleri dakikalara ayırdığımız ve hiçbir anı özgür bırakmadığımız hayatlarımızda, Bergson farklı bir bakış açısının mümkün olduğunu anlatır. Parçaları birleştiremediğimiz için hep bir parçamızın eksik kaldığı içsel yaşantılarımızda, eksik olanın sezgi olduğunu fark etmemizi sağlar. Sezginin ve bütünselliğin önemini kavradığımızda, kendimizi bambaşka bir gerçekliğin içerisinde buluruz. Bu yolculukta tüm okurların biraz olsun analitik aklın tahakkümünden kurtulup nefes alırken, keyifli bir kahve eşliğinde Bergson ile buluşması dileğiyle.
Melis Uygur Bibika
“Bilinçli bir varlık için var olmak, değişmektir, değişmek olgunlaşmaktır. Olgunlaşmak ise kendini bitimsiz bir şekilde yaratmak demektir.”*
Zaman denilen bilmece
Hepimiz fark etmişizdir, zamanın sevdiğimiz bir işle uğraşırken ne kadar hızlı geçtiğini. Örneğin sevdiğimiz bir filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Tersine bazen geçmek bilmez, örneğin hiçbir şey yapmadan sırada beklerken. Zamanın bu ele avuca sığmaz hali bizi şüpheye düşürür ve neden böyle olduğunu merak ederiz. Tarihin başından beri zaman, filozofların ilgisini çeken bir konu olmuştur.
Antik Yunan filozoflarından Aristoteles zamanı hareket ve değişim ile ilişkilendirerek açıklar. Herhangi bir değişim fark ettiğimizde zamanın geçtiğini anlarız. Bir hareketin öncesindeki ve sonrasındaki duruma bakıp değişimi gördüğümüzde zamanın geçtiğinden emin oluruz. Aristoteles, zamanın hareket ile aynı şey olmadığını fakat zamanı ancak hareket sayesinde ölçebildiğimizi anlatır. Mesela bir yolculuğun uzun olduğunu yolun uzunluğu ile, yolun uzunluğunu da yolculuğun uzunluğu ile ölçeriz.*
Ortaçağın önemli filozoflarından Augustinus İtiraflar isimli eserinde zamanın ne olduğunu inceler. Ona göre zaman özneldir ve hareketten bağımsız olarak zihnimizde yer alır. Geçmiş ile geleceğin aslında var olmadığını şu sözlerle ifade eder:
“Geçmiş artık olmadığına göre, gelecek de henüz olmadığına göre ne biçimde vardır? Yine şimdiki zaman eğer hep şimdi olsaydı, geçmişte kaybolmasaydı artık ‘zaman’ olmazdı, ebedilik olurdu. O halde şimdinin zaman olması için geçmişte kaybolması gerekiyorsa hangi anlamda ona ‘vardır’ diyebiliriz? Mademki var olmasının nedeni var olmayı bırakması oluyor, bu durumda var olmamaya gittikçe ‘zaman’ olduğunu söylememiz doğru oluyor.”**
Şimdinin geçmiş zamana dönüştükçe ortaya çıkan varlığı paradoksal bir yapıdadır. Zaman bir bilmecedir.
Aristoteles’e göre hareket ve değişimin olmadığı bir dünyada zamandan söz edilemezken, Augustinus için zaman tamamen öznel bir kavramdır. Ortaçağ sonrasında Aydınlanma ile birlikte Newton fiziğinde mutlak zaman anlayışı ortaya çıkar. Bu anlayışa göre; zaman, hareketten daha temel ve öncül bir kavramdır. Evrendeki tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi başına bir varoluşu vardır. Newton’a göre zaman her zaman aynı hızda akar ve tek yönlüdür, geri dönüşü yoktur.
Newton’dan yaklaşık iki yüz yıl sonra ortaya çıkan Einstein’ın rölativite teorisi, hareket eden her sistemin kendine göre farklı bir zamanı olduğunu savunur. Örneğin çok hızlı seyahat eden bir kişi, daha yavaş seyahat eden birisiyle kıyaslandığında zamanın daha yavaş ilerlediğini gözlemleyecektir. Kütle çekimi ve hızın artmasıyla zaman yavaşlar. Böylece zaman, hareketten önce gelmek yerine onunla birlikte oluşur. Einstein’ın uzay-zaman (space time) kavramına göre üçboyutlu uzayın yanına dördüncü boyut olarak eklenen zaman, uzaydan bağımsız değildir.
Henri Bergson ise zaman kavramını çağdaşı olan Einstein’dan tamamen farklı bir perspektifle ele alır. Bergson’un metafiziğinde zaman çok merkezi bir yere sahiptir. Süre ve Eşzamanlılık isimli eseri Einstein’ın izafiyet teorisine bir cevap niteliği taşır. 6 Nisan 1922 tarihinde Fransa’ya bir göz atarsak, biri fizikçi ve diğeri felsefeci olan dönemin iki dâhisinin tartışmasını izleyebiliriz. Şahit olacağımız bu tartışma, zaman kavramının nasıl açıklanması gerektiği konusunda önemli ipuçları verir.
“Einstein ile Bergson’un tartışması zamanın ve eşzamanlılığın doğasından çok daha fazlasını kapsıyordu. Tartışmalarındaki esas konu, fizik ile felsefeden hangisinin söz sahibi olacağıyla ilgiliydi.”*
Einstein’ın zaman anlayışına kafa tutan dâhi
Einstein, 6 Nisan 1922 tarihinde Özel Görelik Teorisi’ni sunmak üzere, Paris’te Institut International de Philosophie (Uluslararası Felsefe Enstitüsü) adlı bir organizasyonun toplantısına davet edildi. Dinleyenler arasında Henri Bergson da vardı. Bergson’un, Einstein’ın özel görecelik teorisinin önemli parçası olan ikizler paradoksu hakkında eleştirel görüşleri vardı.* Teorideki matematiksel mantık veya arkasında yatan hesaba karşı herhangi bir itirazı yoktu, sadece teorinin “zaman”ı felsefi anlamda özüyle ele almaktan uzak olup, mekanik saatler ve onların davranışı hakkında olduğunu düşünüyordu. Defalarca tekrarladığı gibi görecelik teorisini kabul ediyordu, fakat hikâyenin burada bitmediğini, fazlası olduğunu ve bunun ancak felsefe sayesinde açıklanabileceğini öne sürüyordu.
Einstein ise zamanın fiziksel ya da psikolojik olarak açıklanabileceğini fakat felsefi bir yanı olmadığını savunuyordu.* Sadece ölçülebilen fiziksel zaman ile hissedilen psikolojik zaman mevcuttu. Bunun dışında zamanın, metafiziğin alanına girmesi gereken bir yanı olmadığını tarihe damgasını vuran şu sözlerle ifade etti:
“Felsefecilerin zamanı diye bir şey yoktur. Fizikçilerin zamanından farklı olarak sadece psikolojik zaman mevcuttur.”
Bergson, Süre ve Eşzamanlılık isimli eserinde Einstein’ın görecelilik teorisi hakkındaki görüşlerini uzun uzun açıkladı. Bergson’un derdi, bu teorinin arkasında yer alan saklı metafizikleydi. Einstein ise Bergson’un metafiziğindeki zaman kavramının psikolojinin alanına girdiğini ve kendi teorisi ile ilgisinin olmadığını düşünüyordu. Felsefenin zaman ile ilgili söz söyleme hakkının olmadığını savunuyordu. Felsefecilerin zamanının olmadığını söylerken bunu kastediyordu. Tartışmanın Bergson’un yenilgisiyle sonuçlandığı düşünüldü, hatta birçok takipçisi Bergson’u takip etmekten vazgeçti. Halbuki Bergson’un yenme yenilme gibi bir düşüncesi….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Düşünce-Genel Felsefe
- Kitap AdıGerçekliğin Bütününe Ancak Sezgi Yoluyla Ulaşırız - Henri Bergson
- Sayfa Sayısı80
- YazarMelis Uygur Bibika
- ISBN9786256608689
- Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2024