Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Evdeki Hesaplar
Evdeki Hesaplar

Evdeki Hesaplar

Memduh Şevket Esendal

Evdeki Hesaplar’da yazarın çekmecesinde kalmış ve ancak 1983’ten sonra kitaplarına alınmış öyküleri okuyacaksınız. Bu tarihsiz öyküler bir araya getirilirken yazım ve anlatım biçimleri dikkate…

Evdeki Hesaplar’da yazarın çekmecesinde kalmış ve ancak 1983’ten sonra kitaplarına alınmış öyküleri okuyacaksınız. Bu tarihsiz öyküler bir araya getirilirken yazım ve anlatım biçimleri dikkate alındı, tematik ilişkilerine göre sıralandı. Kitabın adı “Adnan’la Karısı” öyküsüne üst başlık olarak konan “Evimizin Hikâyeleri” olabilirdi ancak Evdeki

Hesaplar denilerek Esendal’ın gönül ilişkileri ve çalışma hayatındaki hesaplı kitapları işleri konu eden öykülerinin çokluğuna işaret edildi. Zira Esendal’ın hemen hemen tüm öyküleri temelde “hayata atılma” ve “ev kurma” üstünedir; gençliğin sevgi ve mutluluk arayışı üstünedir.

“Böyledir. ‘Gönül kaçanı kovalar!’ demişler. Doğru söylemişler. Gençlikle çocukluk   arasındayken bir hanımı sevdik. Bize yar olur mu, olmaz mı? Elbet düşünmedik. Güzel bir kızdı ve güya o da bizi seviyordu. Ne bilirsin? Seviyor gibi görünüyordu. Sevgi öyle bir şeydir ki bilmek olmaz! Öyle haller, öyle şeyler oluyordu ki, zannedersem seviyordu. Âşık mâşuk gibiydik. O beni takip ediyor, görünce de kızarıyordu. Ben ona tesadüf için dolaşıyor, o benim şaşırdığımın elbette farkına varıyordu. Gün geçtikçe de güya birbirimizi daha ziyade seviyorduk. Lakin günün birinde bu hanım, tanımadığı bir adamın izdivaç teklifi karşısında bulundu ve tereddütsüz bu adama vardı.”

İÇİNDEKİLER

Yayıncının Açıklaması • 7
Şu Soyadı Konusu • 9
Bay Özarıer • 15
Hatice • 28
Behiye • 60
Arife • 84
Gönül Kaçanı Kovalar • 105
Evlendik • 128
Mutlu Bir Son • 129
Perihan’ın Nişanlısı • 139
Adnan’la Karısı • 141
Perinur’un Hayalleri • 157
Bebekler • 159
Mumuşçuğum • 161
Yusuf Koçoğlu • 165
Yol ve Işık Birliği • 168
Babayla Kızı • 217
Toy Çocuk • 219
Centilmen Asilzadeler Pansiyonu • 222
Avara Kasnak • 224
Otelci Hacı • 226
Hamamcı Feyzi Bey • 232
Evdeki Hesaplar • 235
Müfettişe Oyun • 240
Palavra • 243
Suçlu • 248
Kayaş’ta • 251
Seyyit Battal • 254
İlaç İçirmek İçin • 257

Şu Soyadı Konusu 

Eczacı Etem Bey anlatıyor: Soyadı için söylüyordum. Şu Ali Şevki, karısıyla Gölcük’e gitmişler, dönüyorlarmış. Trende geldiler, yanıma oturdular. Selam sabah derken, “Kendine bir soyadı buldun mu?” diye sordum. “Çoktan,” dedi, “siz bulamadınız mı?” “Bulamadım” dedim. “Bu ne tembellik!” demez mi? Karısının yanında, herkesin içinde! Tepem attı, tüylerim dikildi. “Hiç tembellik değil sayın yurttaşım,” dedim, “hele tembellik hiç değil. Ben sizler gibi geniş olamam” dedim. “Hiç de olmadım, bundan sonra da olacak değilim. Ben,” dedim, “kendime, çocuklarıma, onların çocuklarıyla torunlarına, yüzyıllar boyunca yetişip yaşayacak insanlara, onların çocuklarıyla gelinlerine bir ad şey ederken geniş olamam, acele de edemem” dedim. Yüzüme baktı. “Güzel,” dedi, “ama dar olup ne yapacaksın?” “Düşüneceğim sayın bayım,” dedim, “oturup düşüneceğim. Hem danışacağım hem de arayacağım, sayın yurttaşım.

Soracağım, çocukların, kardeşimin, onun çocuklarının ne diyeceklerini anlayacağım. İnsan kendine bir ad takmak fırsatını bin yılda bir ele geçiremez.” “Neden,” dedi, “kanun var, istersen mahkemeye gider, değiştirirsin!” “Değiştiririm, sayın yurttaşım,” dedim, “değiştiririm ama, herkes benim yeni adımı belleyip alışıncaya kadar eski adı yaşar, sürer, sürünür gider. Bir benim adım değişse neyse! İşleri güçleri olan on beş kişinin adı değişecek! Ben ondan hoşlanmam” dedim. “Ben sordum, eski Türkler adlarını sık sık değiştirirlermiş” diyor. “Ben,” dedim, “eski Türkleri bilmem. Yeni Türkler de bir ad kor, o adın kıyamete kadar sürmesini isterler. Bunun için de bu ad yıllarca dayanacak, rengi solmayacak, boyası has, dokuması sağlam bir ad olmalı,” dedim, “anlaşıldı mı?”

“Böyle sağlam adı nereden bulacaksın?” diyor. “Nereden mi,” dedim, “kendi dilimden, kendi sözlerimden, kendi yaşayışımızdan, şiirimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, kırlarımızdan, dağlarımızdan, otlarımızdan, sularımızdan, geleneklerimizden… Anlatabildim mi?” dedim. “Ben,” dedim, “ivecen değilim, düşünmekten de korkmam.” Karısı benden yana döndü: “E, bizim düşünmediğimizi nereden biliyorsunuz?” dedi. “Bilmiyorum, çok saygıdeğer bayan,” dedim, “bilmiyorum. Bilemem de! Ancak sayın eşinizin tembel demesine karşılık ayıttım, genel olarak! Bununla beraber ivedi olur da kişi, adını da yahşırak yapar. Buna sözüm yoktur. Yalnız ben başaramam.” Geçen günü oğlum gelmiş. Diyor ki: “Baba herkes soyadını almış. Biz daha bir soyadı bulamadık.” Kızdım. “Ben,” dedim, “kolay soyadı bulamam,” dedim, “arayacağım. Şapkamı da önüme koyup düşüneceğim. Anladın mı?” “Ben,” diyor, “bir soyadı işittim, pek beğendim, eğer siz de beğenirseniz onu alalım.” “Neymiş o soyadı?” dedim. “Özkan” diyor.

“Güzel soyadı ama,” dedim, “ben adımı Oskan koyamam, anladın mı? Ne zoruma!” “Baba,” diyor, “bu Oskan değil, Özkan” diyor. “Anladım,” dedim, “özenmiş, benzetmiş derler ya! O kadar da aklım yok mu? Hem,” dedim, “asılırsan da Frenk sicimiyle… Öyle Oskan, Arkan, Artun, Toros bize yaramaz” dedim. “Ama, herkes koyuyor” dedi. “Ben,” dedim, “herkesin kâhyası değilim. Kim bilir ne zoru vardır da kor” dedim. “Sever kor, benzetir kor, düşünmez kor, farkında olmaz kor, karısı, kızı beğenir kor, ben ne bileyim. Ben,” dedim, “sevmem, beğenmem, benzetmek istemem; düşünürüm, bunun için de komam. Anlaşıldı mı,” dedim, “hadi şimdi çek arabanı!” Gitti. Gitmiş kardeşime, kardeşimin çocuklarına demiş ki: “Oo, babama kalırsa daha yıllarca soyadı alamayız!” Onlar da çocuk değiller mi? Özeniyorlar. Üzülmüşler. Ertesi günü kardeşimin büyük oğlu geldi.

“Amca,” dedi, “bizim arkadaşlardan ikisi bir soyadı bulmuşlar,
babam beğendi. Eğer siz de beğenirseniz, biz de alalım, herkesten
ayrılmamış oluruz!”
Güldüm.
“Ay oğlum,” dedim, “soyadı herkesten ayrılmak içindir. Sen,”
dedim, “fakülte de bitirdin. Soyadının ne demek olduğunu bilmiyor musun?”
“Amca,” diyor, “Fransa’da da Düpon’la Düran çoktur.”
“Çoktur da iyi midir?” dedim.
“E, on beş milyon adı, nereden bulacağız?” diyor.
“Bu da yanlış,” dedim, “on beş milyon değil, üç milyon. Sonra,”
dedim, “bunun tasası sana mı düştü? Bunu düşüneceğine, bir güzel
soyadı düşünsene!”
“Ben düşünmeyelim diye söylüyorum” dedi.
“Ben,” dedim, “senin gibi kafası tembel adam değilim. Anladın
mı? Düşünüyorum. Bir gün de bulurum!”
O da gitti. Bir hafta daha geçti. Bir gün kardeşim gelmiş. Daha
eczaneden girerken niçin geldiğini anladım.
“Ne o, soyadı mı?” diye sordum. Güldü.
“O da var” dedi.
“Anlat bakalım” dedim.

“Anlatacağım bu,” diyor, “sen boş yere düşünüyorsun. Bizim memleketimizde soyadımız var, onu alalım, bitsin gitsin!” “Sayın büyüğüm,” dedim, “saygılarımı sunar, her sözünü de dinlerim. Yalnız bu hususta beni bağışlamanızı dilerim. Bize babamızdan ‘Oynaklar’, anamızdan da ‘Fıstıklar’ derler. Elimize yeni bir soyadı almak fırsatı geçmeseydi, ne yapardık bilmem! Oynak olmaktansa, belki Fıstık olmaya katlanırdık. Bilir misiniz sayın büyüğüm, aklıma ne geldi. Anamızın büyükbabalarından biri tombul, kısa boylu, şişman, eli ayağı ufak bir adam olmalıdır ki ona fıstık demişler. Böyle fındık fıstık gibi adları böyle adamlara gençliklerinde korlar. Diyelim, ‘Fıstık Hâfız’ demiş olsunlar.

Bu ad da kalmıştır. Bizler hadi neyse, böyle biraz gülünç bir adamın hafif adına katlanalım ama, yarın, bizim soyumuzdan kimlerin yetişeceğini kim bilir! Yargıçlar, savcılar, profesörler, generaller, amiraller kim bilir, belki de bir devlet başkanı, yahut hükümet ya da meclis başkanı… Ben,” dedim, “ne olursa olsun, bir devlet büyüğünün Oynak, Fıstık, Şeftali olduğunu, ya da Öpücük, Göbek olduğunu ne kadar istemezsem, bunları da o kadar istemem. Soyadıdır, ola da bilir, derler. Derler ama kulak asma. Bize yaramaz. Bunların yerlerine bir uydurma ad daha iyidir. Bunun için sayın büyüğüm, bu sizin dediğinizi onaylayamam.” Ali Şevki’nin eşi bayan, sözümü kesti: “Bizim,” dedi, “soyadımız Özten. Bu adı beğeniyor musunuz?” “Çok sayın bayan” dedim. “Ben,” dedim, “başkalarının soyadlarına nasıl karışabilirim. Beğenmiş, kendinize yakıştırmış, takınmışsınız. Buna söz olur mu? Bir arkadaşım da adını İbsen koydu. İsveçli bir edibin adıdır. Onu severmiş, kendini ona benzetirmiş. Bu fırsat çıkınca hemen adını almış. Bir başka arkadaşım da, zavallı, çok iyi bir adamdır, bir ömür verem hastalığını taşıdı. Bir deri bir kemik denecek kadar kurudu. Kendini korkunç bir pehlivan sanırmış ki adını Çelikkol koymuş. Koyabilir. Buna karışmak olmaz!”

Ali Şevki’nin eşi; “Yok,” dedi, “karışmak değil; bizim adımızı nasıl bulduğunuzu anlamak istiyordum.” “Ha,” dedim, “evet anladım. Osten’e benziyor. Biraz kuzey kokusu olan bir ad. Hiçbir anlamı olmaması da güzelliği!” “Niçin,” dedi, “bu adın hiçbir anlamı yok mu?” “Belki var ama, sayın bayan,” dedim, “ben bilmiyorum. Ayrı ayrı alırsak ‘öz’ü anladım, iç demek, aslı, kendi demek yahut buna benzer bir şey. Ama ‘ten’ dedim, ten ne demek?” Bayan Özten kocasına baktı, kocası da bana baktı. ‘Ten’in içinden çıkamadılar. “Bana kalırsa,” dedim, “bu söz can demekse ‘tin’ olmalıydı. Eğer değil de Fars dilindeki ‘ten’se, Ali Orhan, Ahmet Turgut gibi adınızın yarısı Türkçe, yarısı da başka dildendir. Yüzyıllarca yaptığımız gibi gene yaparız.” “Biz,” dediler, “ne demek olduğunu düşünerek almadık. Komşumuzun çocuğu okulda duymuş, onlar beğendiler, aldılar. Biz de beğendik, biz de aldık.” “Çok güzel etmişsiniz, sayın bayan” dedim. “Yalnız mahallenizde bu soyadını alanlar çoksa, sizi başkalarına anlatmak yahut başkalarını sizden ayırmak için bir ad daha ister. Bunu da tanıdıklarınız size takarlar. Özten’ler. Hangi Özten’ler? Boyacıların, Malmüdürlerinin Özten’ler gibi!” Bay Şevki; “Bize ad takmazlar, bizi eski adımızla anarlar” dedi. “Sayın bayım,” dedim, “eski soyadınızı sorabilir miyim?” “Bize,” dedi, “eskiden ‘Yanıklar’ derlerdi.” “Aman” dedim, “saygıdeğer bayım, bu ne güzel soyadı. Böyle güzel bir soyadınız var da niçin kullanmadınız, değiştirdiniz?” Bayan Özten; “Güzel ama,” dedi, “öztürkçe değil!” “Öztürkçe değil mi?” dedim.

“Sayın bayan ben mi yanılıyorum” dedim. “Yanıklar’ın daha Türkçesi olur mu?” “Canım,” dedi sayın bayan, “Alkaner gibi mi, Bayarkun gibi mi, Özersoy gibi mi, Pakelli gibi mi, Özatakan gibi mi, Durukal gibi mi, Demirsel gibi mi…” Sözünü kestim: “Değil, sayın bayan,” dedim, “bunların hiçbiri gibi değil. Eğer öztürkçe dedikleriniz bunlar oluyorsa Yanıklar soyadı, bunlardan değil.” “Ya! Gördünüz mü” dedi. “İşte Özten’i biz bunun için aldık. Hem,” dedi, “siz niçin öztürkçe ad takınmak istemiyorsunuz? Şimdi moda, herkes öztürkçe ad alıyor.” “Yok,” dedim, “sayın bayan, yanlış anlaşılmasın. Benim öztürkçe, özgetürkçe ayırdığım yok. Ben,” dedim, “özüme ad yakıştıramıyorum. Birini yakıştırsam, özüne özgesine bakacak değilim. Siz,” dedim, “kaynımı, sıska Behçet’i tanırsınız. Adını Demirkıran koydu. Her gönülde bir aslan yatar derler, doğrudur. O da kendini demir kıran görmek istermiş. Şimdi yeni adının altında rahat rahat oturuyor. Hüseyin Remzi’yi de tanırsınız, size de komşudur. Aldığı soyadı nedir biliyor musunuz? Ayıtan. Bu adı işittim, ne demek olduğunu anlamadığım için kendisinden sordum. ‘Bu ayıyla tanın ne demek olduklarını bana anlatır mısın? Ayrı ayrı anlıyorum da, aralarında ne yakınlık var, çıkaramadım’ dedim. ‘Bu,’ dedi, ‘ayıtmak mastarından bir tek söz, hatip demektir.’ ‘Güzel ama, senin soyunda hiç imam, hatip yoktur. Bu nereden çıktı böyle?’ diye sordum. ‘Siz,’ dedi, ‘Toprak Bayramı’nda nutuk söylerken beni hiç dinlemediniz mi?’

Doğru, dinlememiştim. Ama bizim Remzi’nin de kendisini hatip sanacağını hiç ummazdım. Bu soyadı çıkmasaydı, bu hatiplik onun gönlünde kalacakmış. Ben, gene ‘Güzel ama’ dedim, ‘bu Ayıtan’ın hatip olduğunu kimse anlamaz. Anlaşılır bir söz bulsaydın!’ ‘Az mı aradım,’ dedi, ‘işte bunu bulabildim.’ Ne olurdu sayın bayan, ben de kendimi bir şey sanaydım da iş yalnız öztürkçesini aramaya kalsaydı! Görüyorsunuz ki bu soyadı konusunda benim ağırdan alışım, bir tembellik değil, güç beğenirliktir.” Bayan Özten; “Ben,” dedi, “sizin hesabınıza üzüldüm. Kendinize bir ad bulamazsanız ne yapacaksınız. Ben sizin yerinizde olsam, soyadı, içimi kurt gibi yer” dedi. “Ya aradığınız gibi bir soyadı bulamazsanız ne olacak!” “Sayın bayan,” dedim, “ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Aklıma geliyor ki, eski Türklerin yaptıkları gibi ben de büyüklerden birinden bir ad isteyeyim. Bir betik yazıp, ona adsız olduğumu bildireyim. ‘Bir yararlıkta bulunun, bana bir ad bağışlayın’ diyeyim” dedim. “Son yapacağım da bu olsa gerektir.” Sayın bayan sordu: “Ya size, hoşunuza gitmeyen bir ad takarsa?” dedi. “Saygıdeğer bayan,” dedim, “büyükler soyadının ne olduğunu bizden daha iyi bilirler, bana iyi gelmezse de, koyacakları ad hoştur. Buna inanmış kimseyim.” Bayan Ali Şevki bu düşüncemi beğendi. “Soyadı almasaydık da, biz de böyle yapsaydık, ne kadar iyi olurdu” dedi. Konuşmamız da böylece bitti.

Bir Kucak Çiçek, 1984

Bay Özarıer 

Bay Özarıer elli yedi yaşında, orta boylu, kuru yüzlü, biraz buruşuk bir adam. Eskiden İstanbul gümrüğünde muayeneciymiş. Şimdi Tekel Bakanlığı’nda, hesap işlerinde bir kâtip. Birkaç haftadır dadanmış, mahalle komşuları dul Adile Hanım’ın kızı Mesrure’yi evinden alıp Bakanlıklar’a beraber götürüyor, akşamüstü de kızın çalıştığı Bakanlık’ın kapısında bekleyip eve getiriyor. Arkadaşlık, yoldaşlık ediyor. Niçin? Hiiiç! İyilik etmiş olmak için!.. Mesrure, yirmi yaşlarında, sülün gibi bir kız. Bu son yıllarda kimsede ahlak kalmadı. Ortalık it, köpek dolu. Tuna Caddesi’nin bir ucundan ta Bakanlıklar az yol mu? Olur ki kıza bir söz atar, olur ki sarkıntılık ederler. Eh, komşuluk ödevi! Tanıdıklarıdır, evce de tanışıyorlar. Mesrure, Özarıer’in kızlarının da mektep arkadaşıydı. Nasıl olsa Bakanlık’a da gidiyor; yanına alıp götürmek de ağır bir iş değil. Her sabah gelip kapıyı vuruyor, kız daha hazırlanmamışsa bekliyor. Yolda giderken de türlü öğütler veriyor. Yaşama dersi veriyor. Başlangıçta, sokakta rast gelmiş gibi yapıyorken sonraları kapıya gidip oradan almaya başladı. Günler geçtikçe, Mesrure’nin yanında kendini kılıksız, sünepe görmeye başladığı için kendine çekidüzen vermeye koyuldu. Her gün tıraş olmazdı, tıraşa başladı. Yaz, kış şapka giyiyordu, giymez oldu. Bu son yıllarda gençler şapka giymiyorlar!.. Başında, saçlarından ne kalmışsa onları taradı, pantolonunun arka cebine de ufak bir tarak koydu. Bay Özarıer gümrükçülüğünde bahşişe, rüşvete el sürmüş olduğu için, Soyadı Kanunu çıkınca, “Gümrükçü Tevfik”likten kurtulup biraz temizlenmeye yardımı olur düşüncesiyle “Arıer” adını almak istemişti. Ancak Nüfus Dairesi’ne gidilince, bu adı daha önce başkalarının almış olduğu anlaşılınca, başına bir “Öz” koymaktan başka yapacak kalmadığını görerek razı olmuştu.

Karısı Bayan Nazmiye, kocası gibi Çanakkalelidir; bir deniz çarkçı subayının kızıdır; aldıkları soyadının “Arı”sından hoşlanmadı. — Canım, adam, “arı” diye de soyadı alır mı? Bizimle eğlenecekler, diye söylendiyse de artık yazılmış. Dün yazdırdıklarını bugün gidip bozduracak değiller ya, katlandıysa da, alışamadı. Söz sırası geldikçe, her yaptığını kocasının başına kaktığı gibi, bu soyadını da çekiç gibi Özarıer’in kafasına vurmaktan çekinmeden, “Sana vardığım gündenberi hiçbir şeyini beğenmedim ki soyadını beğeneyim,” der, “kendin yalnız taşısan neyse, bizi de arkandan sürüklüyorsun” demekten de çekinmezdi. Yalnız soyadı değil, her gün yeni bir işini bulup kocasını azarlar dururken, son günlerde kızları, babalarındaki değişikliği görüp analarının gözünü açtılar, hemen o sırada Mesrure’ye yoldaşlığın da farkına vardılar. O günden beri, karısıyla kızları, evi başına cehennem ettikleri yetişmiyormuş gibi çalıştıkları yerlerde de anlatmaya başladılar. Bayan Nazmiye, noterliklerden birinde daktilodur. Büyük kızları da öğretmen. Küçük kız, ortadan sonra okumadığı için Biçki Yurdu’nda çalışıyor. Bir de oğulları vardır. Liseyi “Pekiyi”yle bitirdi.

Siyasal Bilgiler Okulu’na girmiş. Eline, diline hamarat olan, sıkışınca bir noterliğin işlerini tek başına çevirmekten korkmayan, öfkelendikçe gidip bakkalı, çakkalı, bu arada kocasını çekiştirmekten hoşlanan Bayan Nazmiye, bu Mesrure’ye yoldaşlık işi ortaya çıkınca, eli alışmış, hem bir yandan kâğıt dolduruyor, bir yandan da yanındaki kadına bağıra bağıra kocasını çekiştiriyor. Oraya iş için gelenlerden, kâtiplerden kimler varsa onlar da dinliyorlardı: — Ayol, dedim, ihtiyarsan ne diye elin piliç gibi kızının arkasından ekti kuzu gibi dolaşıyorsun? İyilik içinse genç kızların var; onları işlerine götürsene! Yok eğer gençsen, karşında aslan gibi karın var! Ağzındaki takma dişleri şakırdatacağına, adam gibi cevap ver! Kırk yaşlarında, gözleri biraz patlakça, çenesi sağlam olan bu bayanı dinleyenler, sırıtıyorlar. Orada, bir köşede oturup kendine göre şiirler yazmaktan başka bir iş yapmayan, suratından verem olduğu anlaşılan, bunun için de herkese küskün olan genç şair de Bayan Nazmiye’nin bu sözlerinden ateşleniyor, bir ufacık kâğıda bu şiirini yazıyor:

“Eğer aslan isen kır cevizini;
Yoksa takma dişlerini yutturacaklar.
Ağzına sokup bir avuç barsağını,
Çalamıyorsan kabahat benim mi?” 

Özarıer’in kızları güzel kızlardır. Ama nedense isteyenleri olmadı. Kocaya varamadılar. Babalarının başına, ihtiyar yaşında, bu aşk ateşi düştüğünü görünce, her gün analarını kurmaya başladılar: — Mesrure’nin yüzüne bakamıyoruz. Kız işin farkında. Tutar da bir söz söylerse diye ödümüz kopuyor. Anaları da, — Bana ne söylüyorsunuz, diyor, Mesrure’nin de hoşuna gitmiyorsa babanızı kovsun! Onu da ben mi öğreteyim? Karısının, kızlarının elleri ekmek tuttuktan sonra, Özarıer’in evde bir saygısı kalmamıştı. Bu sefer ev onun için yaşanmaz bir yer oldu. Kızlarından ya da karısından bir şey soracak olsa, üçü birden onu azarlamaya başlıyor, söylemedik lakırdı da bırakmıyorlardı. Evde böyle, bir yandan da sokakta Mesrure, Özarıer’e surat etmeye başladı. Eskiden yumuşak davranır, ara sıra ihtiyara güler yüz gösterirken, sonraları hemen hiç konuşmaz oldu! Karısı, yahut kızları gidip bir fitnelik mi ediyorlar? Mesrure birkaç kez, — Beyefendi, boşuna zahmet ediyorsunuz. Hazırlanmamış oluyorum, kapıda kalıyorsunuz. Ben sıkılıyorum! Hiç zahmet etmeseniz ben daha memnun olacağım, demekle, “Yanımda zibidi bir herifle dolaşıp görünmek istemem, beni bozar. Artık peşimi bırak!” demek istiyorsa da, adamcağız anlar mı? Anlasa bile kolayca vazgeçebilir mi? Kolay mı? Gönül bu!.. Evde ana kız, Adile Hanım’la Mesrure oturup dertleşiyor, bu adamdan kurtulmak için bir yol bulamıyorlardı. Yatağında, Mesrure’nin, “Ne olur Allahım, bu adama bir şey olsa da, kurtulsam” dediği bile olmuştur.

Eklendi: Yayım tarihi
  • Kategori(ler) Edebiyat Öykü
  • Kitap AdıEvdeki Hesaplar
  • Sayfa Sayısı264
  • YazarMemduh Şevket Esendal
  • ISBN9789750862786
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Muzaffer ~ Memduh Şevket EsendalMuzaffer

    Muzaffer

    Memduh Şevket Esendal

    Muzaffer ve annesi İstanbul’un eski bir mahallesindeki mütevazı evlerinde, kimselere yük olmayan yaşayışlarını sessiz sedasız sürdürürler. Evin erkeği hastalanıp erkenden göçmüştür öteki dünyaya. Anne...

  2. Ayaşlı ile Kiracıları ~ Memduh Şevket EsendalAyaşlı ile Kiracıları

    Ayaşlı ile Kiracıları

    Memduh Şevket Esendal

    Memduh Şevket Esendal, 1934 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilen, daha sonra yine aynı yıl kitap olarak yayımlanan romanı Ayaşlı ile Kiracıları’nda yeni yapılmış bir...

  3. Vassaf Bey ~ Memduh Şevket EsendalVassaf Bey

    Vassaf Bey

    Memduh Şevket Esendal

    Esendal’ın “Vassaf Bey” romanı zaman, mekân ve bazı kişileri bakımından Ayaşlı ile Kiracıları romanıyla uyuştuğu kadar öykülerindeki kadın-erkek ilişkilerinin tüm karakteristik özelliklerini de taşır....

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Aramızdaki Şey ~ Tomris UyarAramızdaki Şey

    Aramızdaki Şey

    Tomris Uyar

    İsteğine uyup seni aramadım. Ölüm haberini bir dostumdan aldım telefonda. Bana haber verilmesini istemişsin, sevdiğin birkaç kişiye daha. Dizlerim çözüldü. Nedense önce öbür sevdiklerini...

  2. Nefes Rivayetleri ~ Ozancan DemirışıkNefes Rivayetleri

    Nefes Rivayetleri

    Ozancan Demirışık

    Yüzyıllardır aramızda yaşayan, zamanın içerisinde süzülüp giden, imparatorlukların kuruluş ve yıkılışına tanıklık eden bir adam. Göktürk Kağanlığı’nda doğdu, ölümsüzlüğünü keşfeden Kam Ana Kambur adını koydu:...

  3. Peruk Gibi Hüzünlü ~ Yalçın TosunPeruk Gibi Hüzünlü

    Peruk Gibi Hüzünlü

    Yalçın Tosun

    Dostluk, arkadaşlık, sevgi, tutku, bağlılık ve keder… Bu duygular arasında mekik dokuyan, gönül kırıklıklarını ustalıklı bir sevecenlikle onarmaya çalışan bir kitap, Peruk Gibi Hüzünlü....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur