“Hepimiz ama hepimiz başka şeyler yapmak istedik ve kaybolduk, Lucy. Yapmayı başardıklarımızla tatmin olup gidiyoruz. Aileler kendi farklılıklarımızı keşfetmeye yükümlü kılıyor bizi. Sen zengin bir yoksulu yoksul bir zengin için terk ettin.” Tolstoy’un Anna Karenina’nın açılışındaki, “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz olan her aile de mutsuzluğunu kendine göre yaşar,” cümlesinden yola çıkıyor Fuentes. Bütün Mutlu Aileler, çağdaş Meksika’nın tezatlarla dolu dokusunun aslında ne kadar evrensel olabileceğini gösteriyor okura. Kitabı oluşturan on altı öyküde Carlos Fuentes Meksika toplumunun aile yapısını tanımlayıp sorgularken Meksikalıların kimliğini oluşturan travmaların kökenini de arıyor. Meksikalıların aile anlayışı, dinin günlük hayata işleyişi, sınıflar arası geçişin zorluğu, şiddet hiyerarşisi gibi temaları gençler, yaşlılar, yerliler, çiftçiler, cumhurbaşkanları, eşcinseller, sörfçüler gibi çok farklı karakterler aracılığıyla aktarıyor. Her öykünün ardından gelen “koro” ile eşleştiği eserde, Meksika’nın sömürge geçmişinin kalıntısı ataerkil yaralar rengini belli ediyor.
İçindekiler
Birçok aileden biri ……………………………………………………. 13
Sokak analarının korosu …………………………………………….. 48
Asi evlat …………………………………………………………………. 51
Rakip vaftiz babalarının korosu ……………………………………. 64
Zarafetten yoksun bir kuzen ………………………………………. 66
Gözdağı verilen kızın korosu ……………………………………….. 88
Karıkoca bağları (1) ………………………………………………….. 91
Rock’ın babasının korosu ………………………………………….. 112
Acılı ana ……………………………………………………………….. 116
Kusursuz evli kadının korosu …………………………………….. 139
Mariachi’nin annesi ………………………………………………… 141
Çıplak balayı korosu ……………………………………………….. 164
Sevgililer ………………………………………………………………. 166
Cinayete kurban giden aile korosu ……………………………… 187
Silahlı aile …………………………………………………………….. 191
Acılı çocuklar korosu ……………………………………………….. 206
Boşanmış gey …………………………………………………………. 209
Denizin oğlunun korosu ……………………………………………. 237
Resmî aile …………………………………………………………….. 241
Mahallenin aile korosu …………………………………………….. 260
Babanın kölesi ……………………………………………………….. 262
Kin tutan aileler korosu ……………………………………………. 282
Gizli evlilik …………………………………………………………… 288
İntihar eden kızın korosu ………………………………………….. 300
Yıldızın oğlu ………………………………………………………….. 302
İyi aile çocuklarının korosu ……………………………………….. 326
Baş belası ağabey ……………………………………………………. 330
Kayıtlara geçen aile korosu ……………………………………….. 357
Karıkoca bağları (2) ………………………………………………… 359
Vahşi aileler korosu …………………………………………………. 382
Ölümsüz baba ……………………………………………………….. 386
Conradaithafenfinalkorosu ……………………………………….. 420
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer,
mutsuz olan her aile de mutsuzluğunu
kendine göre yaşar.”
LEV TOLSTOY, Anna Karenina
Birçok aileden biri
Baba. Pastor Pagán göz kırpmayı bilir. Göz kırpma ustasıdır. Göz kırpmak –tek gözünü– onun için nezaket göstergesidir. İş gördüğü herkes, işi göz kırparak bitirir. Borç veren banka yöneticisi işlemleri tamamladığında göz kırpar. Veznedar çek bozduğunda göz kırpar. Banka müdürü çekin karşılığını ödediğinde göz kırpar. Muhasebeci aptalı oynayıp çekin karşılığını kayda geçmediğinde göz kırpar. Patronun temsilcisi bankaya gitme emri verdiğinde göz kırpar. Kapıcı göz kırpar. Şoför göz kırpar. Bahçıvan göz kırpar. Hizmetçi göz kırpar. Bütün dünya ona göz kırpar. Arabaların farları göz kırpar, trafik ışıkları göz kırpar, gökteki şimşek göz kırpar, topraktaki ot, havadaki kartallar göz kırpar; bütün gün Pastor Pagán ve ailesinin evinin üstünde uçan uçaklardan söz etmeye gerek bile yok. Kedi mırıltısını andıran motor sesleri, Revolución Caddesi’nde gözlerini kırpan trafikle kesintiye uğrar ancak. Pastor göz kırparak yanıt verir onlara, nezaket kurallarının bunu gerektirdiğinden kuşku duymaz. Şimdi emekli olduğundan, hiçbir zaman iki gözünü aynı anda açmamış profesyonel bir göz kırpıcı olarak anımsar kendini, iki gözünü aynı anda açtığında da artık çok geçtir zaten. Fazladan bir göz kırpış daha, diye sitem eder kendine, fazladan bir göz kırpış daha. Pastor Pagán emekli olmadı. Elli iki yaşında emekliye ayırdılar onu. Yakınacak neyi vardı ki? Cezalandırmak yerine iyi bir tazminat ödediler. Erken emeklilikle birlikte gelen bir hediye oldu bu ev, öyle büyük bir ev değildi ama onlar için yeterliydi. México’da Azteklerin yaşadığı uzak çağlardan kalma bir hatıraydı, otuzlu yıllarda milliyetçi mimarların yerli piramitlerini andıran evler inşa ettikleri dönemde yapılmıştı. Yani giriş katından üçüncü kata çıkışta ev daralıyordu ve darlığından dolayı üst katta yaşamak olanaksızdı. Ama Pastor Pagán’ın, yaşamını internette dolaşmaya ve evden dışarı adım atmamak için gereken her şeyi ya da en azından yettiği kadarını sanal dünyada bulmaya kendini adamış olan kızı Alma, bu daracık katın kendi daracık yaşamı için kusursuz olduğunu düşünüyordu, öte yandan kocaman ama görünmez bir kabilenin üyesiymiş gibi hissediyordu kendini, o kocaman kabile kendisine bağlanırken, o da iyiden iyiye kamçılanıp “uygarlığa” uyum sağlamaya değer tek yer olarak gördüğü bir evrene bağlanıyordu. Bodrum olarak kullanılan alt katta, Pastor Pagán’ın oğlu Abel yaşıyordu. Abel, başarısızlıkla sonuçlanan aileden bağımsız yaşama girişiminin ardından, otuz iki yaşında yuvaya dönmüştü. Pişman olduğunu anlamasınlar diye mağrur bir edayla dönmüştü. Pastor tek kelime etmedi. Hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Pastor’un karısı Elvira ise, oğlanı sevinç çığlıkları atarak karşıladı. Yuvaya dönerek bu yaşta bedava yaşayabileceği tek yerin aile ocağı olduğunu kabul etmiş oluyordu, tıpkı bir çocuk gibi. Ama kimse bu konuda yorum yapmadı. Bir çocuğun ondan farkı ise, durumunu sorunsuz kabul etmesiydi. Neşe içinde. Anne. Elvira Morales, bolerolar söylerdi. Pastor Pagán, Villalongín Bulvarı’ndaki Monumento a la Madre’ye yakın aşağı tabaka bir kabarede tanımıştı onu. Genç kızlığından beri evde bolerolar söylerdi Elvira; yıkanırken, temizliğe yardım ederken, uykuya dalmadan önce. Onun duaları, şarkılarıydı. Babasız bir kızın kederli anasıyla sürdürdüğü hüzünlü yaşamını çekilir kılmaya yardımcı oluyordu şarkılar. Elinden tutan olmadı Elvira’nın. Ne yaptıysa, kendi başına yaptı, Rosales’teki kabarelerden birine tek başına gidip iş istedi, işe alındı, insanlar onu beğendi, sonra daha iyi bir mahalleye geçti ve şarkılarında söylediği her söze inanır oldu. Boleroların sözleri, kadınlara karşı kibar değildi. Kadını “ikiyüzlü, basbayağı ikiyüzlü” görüyordu bolerolar; üstüne üstlük, “Ahlaksız, alay ettin benimle,” diyorlardı. Elvira Morales, şarkıları inandırıcı olsun diye, şarkı sözlerinin suçunu üstüne alıyordu, öldürücü özüyle erkekleri gerçekten zehirleyip zehirlemediğini ve kadın cinsinin gerçekten zehirli sarmaşık olup olmadığını soruyordu kendine. Boleroların sözlerini fazla ciddiye aldı. Böylece her gece, ışıldakların, –neyse ki konukların yüzlerini karanlığa gömen– çiğ beyaz ışığı altında, salondakileri coşturuyor, inandırıyor, alkış üstüne alkış alıyordu. Seyirci, ayın karanlık yüzüydü ve Elvira Morales, gözü kapalı bırakabilirdi kendini dudaklarından dökülen tutkulara doğruluğundan kuşku duymaksızın ve bir “maceracı”ydı kendisi de o şarkılarda, ama gerçek hayatta öyle olmayacağından emindi. Tam tersi, aşkını pahalıya, hem de çok pahalıya satacağını sezdirecekti ve ağzındaki balı tatmak isteyen, pırlantalarla ödeyecekti günahının bedelini… Elvira Morales, ezgisel bir tatla ifade edebiliyordu acımasız yazgısını ama sahne dışında büyük bir gayretle koruyordu “hayran olunası genç kızlığını”, “maceracılığını” koruduğu gibi şarkılarında. Gösteri bittikten sonra dinleyicilerin arasına karışmazdı. Soyunma odasına döner, üstünü değiştirip bahtsız anasının beklediği yuvasına giderdi. Müşterilerin bir kadeh içki, küçük bir dans, birazcık aşk gibi isteklerini reddeder, çiçekleri çöpe atar, küçük hediyeleri geri çevirirdi. Ve Elvira Morales, kelimenin her anlamıyla ciddiye alırdı söylediği şarkıları. Boleroların yardımıyla tanırdı hayatın tehlikelerini: yalanı, usancı, bahtsızlığı. Ama şarkı sözleri, “gerçek sevginin, yalansız dolansız, içinde kötülük barındırmayan sevgi”nin “sevgi içten” olduğunda bulunabileceğine yürekten inanmasını sağlardı.
Kız evlat. Alma Pagán, yaşadığı dünyada kendine bir yer edinmek için gayret gösterdi. Kimse denemediğini söyleyemez. On sekiz yaşındayken, bir meslek edinmesinin önünde engeller olduğunu anlamıştı. Buna ne zaman vardı ne para. Ailenin pek kıt olan maddi kaynakları, ağabeyi Abel’in üniversite masraflarını karşılayacağından, görüp görebileceği liseydi. Alma çok çekici bir genç kızdı. Uzun boyluydu, ince yapılıydı, uzun bacaklı, ince belliydi, başını bir kask gibi saran, kısa kesilmiş siyah saçları, abartılı olmayan cömert göğüsleri vardı, teni mat, bakışları buğuluydu, dudakları her daim hafif aralıktı, küçük burun kanatları sinirli sinirli iner kalkardı. Alma bu haliyle, resmî törenlerde son zamanlarda ortaya çıkan asistanlık işini yapmak için biçilmiş kaftandı. Şirket tanıtımları, uluslararası kongreler, resmî etkinlikler için seçilen öteki kızlar gibi giyinirdi; beyaz gömlek, lacivert etek-ceket, koyu renk ince çorap, yüksek ökçeli pabuçlar. Alma’nın görevi, sırası gelen konuşmacının arkasında sessiz sedasız dikilmek, oturumlar sürerken boşalan su bardaklarını değiştirmek, yüzündeki tek bir kası oynatmamak, asla gülümsememek ve her ne olursa olsun memnuniyetsizliğini belli etmemekten ibaretti. Yani duygularını yok edip kusursuz bir manken olmak zorundaydı. Bir gün, aynı hayır işinde görev aldığı beş kızı bir araya topladı, baktı kızlardan hiç farkı yok, hepsi birbirinin tıpatıp aynı, bütün farklar silinip gitmiş. Her biri birbirinin klonlanmış haliydi. Birbirlerine benzemekten öte bir yazgıları yoktu ama kendilerine benzemiyorlardı işte, hareketsizliğin içinde birbirlerinden bir farkları olmayacaktı, zamanı gelince de yaş haddinden, fazla kilolardan ya da kaçık bir çorap yüzünden emekli edilip ortadan yok olacaklardı. Bu düşünce Alma Pagán’ı dehşete düşürdü. İşe veda etti, genç ve güzel olduğundan, iç hatlarda uçan bir havayolu şirketine hostes olarak girdi. Ailesinden uzakta olmak istemiyordu, bu yüzden uluslararası uçuşlar yapan bir havayoluna girmek istemedi. Belki de başına gelecekleri biliyordu. Olur ya bazen. Gece uçuşlarında olduğu gibi, ışıklar azalır azalmaz erkek yolcular durumu fırsat bilip yanlarından geçtiği sırada bacaklarını okşuyor veya yiyecekmiş gibi göğüs çatalına bakıyor ya da içki ve kolaları servis ettiği sırada, göstere göstere kıçını çimdikliyorlardı. Bardağı taşıran (içkininkini de, kolanınkini de) son damla, şişko bir Yucatán’lının, kız tuvaletten çıktığı sırada saldırıp onu içeriye doğru itmesi oldu. Şişko yolcu, tuvaletin kapısını kapattı, ardından da kızı mıncıklamaya başladı, bir yandan da, “Canım, güzelim!” diyordu. Alma, göbeğe bir diz darbesiyle yarımadalıyı klozete oturttu ve herif Alma’nın memeleri yerine, ince gömleğinin üstünden göbeğini mıncıklarken buldu kendini. Alma şikayetçi olmadı. Yararı yoktu. Yolcu her zaman haklıydı. Koca kafalı Yucatán’lıya bir şey olmayacaktı. Alma’yı müşterilerle fazla sıkı fıkı olmakla suçlayacaklar, kovmasalar da para cezası vereceklerdi. İşte bu nedenle Alma kendini dünyevi işlerden çekti, edinebileceği tüm görsel, işitsel aygıtlarla birlikte ailesiyle oturduğu evin üst katına yerleşti, elindeki araçlar bundan böyle kızın güvenli, rahat, mutlu evrenini oluşturacaktı. Yeterince para biriktirmişti ve aldıklarının parasını kendi cebinden ödemişti.
Erkek evlat. Abel Pagán, UNAM’daki1 Ekonomi eğitimini yarım bıraktı çünkü oradaki öğretmenlerden daha akıllı olduğunu düşünüyordu. Çocuğun kıvrak zekâsı ve meraklı yapısı, karanlıkta kalmış bir bilgi kırıntısını bulup çıkarıyor, öğretmenlerini serseme çeviriyordu. Sonsuz bir özgüvenle Bastiat ve Kongo Cumhuriyeti’nin gayrisafi yurtiçi hasılası arasındaki “uyumdan” söz ediyor ama öğretmenleri sözünü ettiği cumhuriyetin yerini haritada göstermesini veya artık kimsenin hatırlamadığı Bastiat’yı bir kenara bırakıp herkesin bildiği Adam Smith’e gelmesini istediğinde, Abel kayboluyordu. Gerekli olanın yerine gereksiz olanı öğrenmişti. Bir zaman geldi, kendini öğretmenlerinden üstün görmeye ve onu anlamadıklarını düşünmeye başladı. Okulu bırakıp eve döndü ama babası, iş bulursa kalabileceğini, bu evde boş gezene yer olmadığını ve kendisinin üniversiteye gitme şansını bulamadığını söyledi. Abel, haklısın, dedi pat diye, bir evde bir serseri yeterdi. Babası bir tane patlattı suratına, anası ağladı, Abel de onur gemisine bindi, çıkıp iş aradı. Özgürlük istiyordu. Eve zafer kazanmış olarak dönmek istiyordu. Evin serseri çocuğuydu. Özgürlüğü intikamla karıştırdı. Babasının çalıştığı şirkete başvurdu. Leonardo Barroso’nun şirketine. Babasını harcadıkları işi, Pastor’un oğlu olarak kendisinin yapabileceğini gösterecekti. “Barrosolar bana kaç yazar? O dediğim dedik patron bozuntuları… Çalışma masalarının başındaki küçük diktatörler… Söker mi bana?” Göz kırpmak zorunda kalmadı. Gülücüklerle aldılar onu işe, o da gülücüklerle karşılık verdi onlara. Gülücükle sırıtma arasına köpekdişinin girdiğini fark etmedi. Sipsivri bir köpekdişinin hem de. Uzun uzadıya işlem filan yapmadan başlattılar onu işe. İşe başlamanın bu kadar kolay olması bile uyandırmadı onu. Ona karşı dikkatliydiler, babasının casusu olmasından korkuyorlardı sanki, bu yüzden Abel onlara babasının düşmanı olduğunu göstermek zorunda kaldı ve Pastor Pagán’a karşı atıp tutmaya başladı. Ne zayıflığı kaldı, ne tembelliği ne de yirmi yıldan uzun zamandır ona iş veren Barrosolara karşı nankörlüğü. Görünüşe göre şirkettekiler oğlanın davranışlarından hoşnuttu. İşin aslı, ona şirket mağazalarından birinde ikincil derecede bir iş verdiler; görevi, potansiyel müşteriyle çekilmez satıcı arasında dolaşıp gözcülük etmek, ilk gruptakilerin hırsızlık yapmamasına, ikinci gruptakilerin aylaklık etmemesine dikkat etmekti. Abel, mağazanın nazik sivil polisiydi. Ama sıkıldı. Üniversite yıllarını, ailesinin korumasında olduğu, eğitimi için para biriktirdiği zamanları özlemeye başladı. Kendisini huzursuz hissediyordu, onun değerini bilmiyorlardı sanki. Bir evlat olarak küstahlığı, çıtkırıldımlığı, nankörlüğü, durup durup ortaya çıkan, yakalanması olanaksız hortlaklar gibi boy gösteriyordu. Mağazanın içinde anlamsızca bir o yana bir bu yana yürüyüp dururken, tek yaptığının, tabanı aşındırmak olduğunun farkındaydı. Arkadaş edindi. Satış işinde en başarılı olanlar komisyon alıyor ve haftanın çalışanı bülteninde boy gösteriyordu. Abel Pagán hiçbir zaman o bültende gözükmedi. Kötü şöhreti yayıldı. “İnsanlara karşı daha nazik olun, Abel.” “Elimde değil, efendim. Aptal insanlara hep kaba davranmışımdır.” “Bak Abel, gördüğün gibi Pepe bu haftanın bültenine çıktı.” “Kafası çalışmıyor ama gene de başarmış.” “Sen neden o bültene çıkmak için birazcık çaba göstermiyorsun?” “Çünkü umurumda değil.” “Bu kadar geçimsiz olma, oğlum.” “Geçimsiz değilim ben. Hepinizin hissetmesi gereken nefreti ben hissediyorum, siz hepiniz duruma ayak uyduruyorsunuz, çünkü işinize geliyor.” “Neden her şeyi olduğu gibi kabul edip, her gün biraz düzeltmeye çalışmıyorsun, Abel?” “Çünkü her şey olduğu gibi işte ve ben farklıyım.” “Seni anlayan bir kişi yoktur, oğlum.” Hayat, ayakkabı bölümüyle giyim bölümünün arasındaki sonu gelmez koridora dönüşmüştü. İşte tam o sırada, kimsenin aklına gelmeyecek bir şey oldu.
Baba. Pastor Pagán geçmişine bakıp kendi kendine sordu: Fırsatım varken, neden namussuzun teki olmadım? Oysa benim dışımda herkes hırsız, dolandırıcı değil miydi? Neden Señor Barroso’yla konuşmak zorunda kaldım? Neden ona benim dışımda herkesin zenginleştiğini söylemek zorunda hissettim kendimi? Neden küçücük bir bedele, teselli olsun diye verdikleri beş bin dolarlık bir çeke razı oldum ki? Neden o andan itibaren herkes bana göz kırpmaktan vazgeçti? Patronla konuşunca mı suç işlemiş oldum? Çok geçmeden anladı Pastor Pagán olup biteni. Şirket çalışanları içinde bir tek ben namusluyum demek, ötekilerin namussuz olduğu anlamına geliyordu. Barroso açısından bu durum, Pagán’ın çalışma arkadaşlarını hor görmesi demekti. Basbayağı dayanışmadan uzak bir tavırdı. Şirket bünyesinde dayanışma olmazsa, işler yürümezdi. Pastor kendini tüm şüphelerden uzak tek şirket çalışanı olarak gösterince, Barroso’ nun aklının şeytanca işleyen yönünü harekete geçirmiş oldu. Patrona göre herkes yoldan çıkarılabilirdi. Meksika’da hükümetten şirketlere, bakkallardan kamu arazisine dek, her katmanda rastlanan büyük önermeydi bu. Pastor Pagán ne cüretle kendini bunun dışında tutabilirdi? Patron Barroso kıs kıs gülüyor olmalıydı. Pastor’un suçu çıkar peşinde olmak değildi, namuslu olduğunu söylemekti. Önemsiz bir çalışana yasadışı bir görev vermenin, Leonardo Barroso gibi iktidar sahibi bir adama yetmeyeceğini anlamadı. Pastor bütün cesaretini topladı ve patronu onu da yoldan çıkarsın diye elinden geleni yaptı. Şimdi bir emekli maaşı bağlanıp kendi isteği dışında emekliye ayrıldığına göre, insan bir başkasını neden mahveder diye oturup uzun uzadıya düşünebilirdi. Düşman tehlikeliyse, gereklilikten, senden güçlüyse, kendini beğenmişlikten. Kimi zaman da sineği ezerken takındığın kayıtsızlıkla ezerdin düşmanı. Ama kimi zaman, güçsüz olan güçlünün karanlıkta kalmasını istediği bir sırrını bildiğinde, güçsüzün oluşturduğu tehditten kurtulmak için. Pastor Pagán artık emekliye ayrılmış bir adamdı ve şimdi yazgısıyla ilgili olasılık hesapları yapıyordu; gerçi bütün olup bitenden sonra yazgısı da sona ermişti ya. Aslında hesabı ters tepti. Dev rüşvet ordusunun militanlarından biri olayım ben de, demişti patrona, ama bunu söylerken ötekileri suçlama hatasına düşmüş, kendini de suçsuz ilan etmişti. O andan itibaren patronun, yani egemen gücün eline düşmüştü. Artık ahlaki açıdan güvenilir bir adam değildi. O da diğerleri gibi namussuzun tekiydi. Önceden olduğu gibi kuralın dışında değildi, kurala uymuştu. Patrondan hiçbir şey istemeseydi, ne kazanacaktı? Daha mı özgür olacaktı ya da daha saygın, yoksa Barroso’nun çalışanı olarak mı devam edecekti hayatına? Pastor Pagán’ın en acı günü, ne yaparsa yapsın, hatta farkında olmaksızın, kendi işyerinin küçük dünyasındaki rüşvet ağının bir parçası olduğunu anladığı gün oldu. Yıllar boyunca çek götürüp getirerek, hesap hatalarına onay vererek, göz kırparak, göz kırpılarak, tek gözün suç ortaklığıyla kapandığı, ötekininse utançla açık kaldığı, ahlaki değerleri yakalayan ve donduran fotoğraf karelerinde rüşvete ortak olmuştu. Gene de şu âna dek temiz kalmıştı. Aynada kendine bakıp başının etrafında bir hale arıyor, onun yerine seyrelmiş saçının örttüğü kafasının tepesini görüyordu. Ölmeden büyük acılara katlanan bir şehidin yansımasını akla getiriyordu aynadaki görüntü, griye dönmüş bir ten, şişkin avurtları sarkmış bir surat, kaçamak bakışlar, çatık kaşlar karşılıyordu onu. Göğsünü şişiriyordu ama sonra çöküveriyordu.
Anne. Bolero, âşıkları getirir akıllara. Kimi âşıklar kadercidir. Talihleri dönsün diye bekler dururlar, ya da ölümü beklerler bir rahmet gibi. Kimileri de hasret çeker: göçebe kuşlar gibi yaşayacağız, derler; aşkı özleyerek. Bir de şefkat dilencileri vardır; sevilen kadın ne var ne yok alıp götürmüştür ve onu yapayalnız bırakmıştır. Tutkuyu harcayan bolerolar vardır; kadının bal ağzının tadına bakmak, teniyle şöyle bir kendilerinden geçmek isterler. Bir de tutkunun ateşini zorla kabul ettiren, egemenlik kuran bolerolar vardır. Elvira Morales, bu duyguların hepsini söylüyordu bolerolarında ama yüreğinde saklıyordu o duyguları, bu yüzden de çok güçlü bir şekilde ifade ediyordu. La Cueva de Aladino’ya, her gece onu dinlemeye gelenlere bakmaktan kaçınırdı. Neyse ki, bir kereliğine bu kuralın dışına çıktı. Dos Almas’ı söylerken, büyülü, gizemli bir şey oldu; bakışları dinleyicilerden birine takıldı, adamın bakışlarında, ötekilerin bakışlarından farklı bir şey vardı. Boleroların sözleriyle, onu dinleyen erkeklerin varlığı arasındaki ilişkiyi kabul etmezdi, ama bu kez şarkıyla dinleyici, büyülü bir şekilde birbirine uymuştu sanki:
Yeryüzünde Tanrı’nın birleştirdiği iki candık, birbirini seven iki gönül, biri sendin, biri ben.
Nazik, sevgi dolu bir adam, Elvira Morales’in ay gibi yüzünü, çıplak, yuvarlak omuzlarını aydınlatan çifte spot ışığının, kabarenin hüzünlü karanlığından ayırdığı seyircinin gözleri böyle söylüyordu. Işık, Elvira’nın kırmızı elbisesinin payetlerle işlenmiş dekoltesini aydınlatıyor, geri kalan ne varsa gizin alacakaranlığında bırakıyordu. Işık o gece yalnızca iki yüzün üstüne düşmüştü: Elvira Morales’in ve adı sanı bilinmeyen bir adamın yüzünün üstüne. Bu nasıl olmuştu? Tanrı veya ilahî görevle inmiş bir melek değilse, o gece sahne ışıklarını kim yönetiyordu? İşin aslı, Elvira evinden çıkıp şarkı söylemeye başladığı günden bu yana ilk kez, bir erkeğin sesini hak ettiğini, şarkı sözlerini anladığını, müziğinin o erkekte vücut bulduğunu duyumsuyordu. Bir an sürdü ama. Şarkı bitip, ışıklar yanınca, Elvira Morales boş yere aradı şarkı söylerken gözüne çarpan adamı. Hayal mi görmüştü acaba? Boleronun gerçek hayattaki tuhaf izdüşümü müydü? Hayır. Masa oradaydı ama koltuk boştu. Yeni gelen bir çift masaya oturunca, Elvira, dikkatini tutsak eden adamın orada oturmuş olduğundan emin oldu. Gittiyse bile, Elvira’nın orada olduğunu biliyordu ve onu tekrar görmek isterse, nerede bulacağını da biliyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBütün Mutlu Aileler
- Sayfa Sayısı424
- YazarCarlos Fuentes
- ISBN9789750714030
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Değişim Rüzgârı ~ Stefan Zweig
Değişim Rüzgârı
Stefan Zweig
Değişim Rüzgârı, tarihsel biyografileri ve uzun öyküleriyle tanıdığımız Stefan Zewig’ın 1930’lu yıllarda, sürgünde aralıklarla kaleme aldığı roman fragmanıdır. Eser, Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında farklılaşan sosyal iklimine ayna tutar ve savaşın insan varoluşunda...
- Viva ~ Patrick Deville
Viva
Patrick Deville
1937’de, sürgündeki kaçaklar Troçki ve karısı, Meksika’nın küçük liman kenti Tampico’ya ayak bastıklarında, Cuernavaca da Yanardağın Altında romanıyla edebiyat dünyasını sarsacak Malcolm Lowry’yi ağırlamaktadır....
- Winesburg, Ohio ~ Sherwood Anderson
Winesburg, Ohio
Sherwood Anderson
Winesburg, Ohio, 20. yüzyıl başında Amerika’da küçük bir kasabadaki yaşamı anlatan bir dizi kısa hikayeden oluşuyor. Merkezine yerel bir gazetede çalışan genç bir muhabiri...