Beagle, 27 Aralık 1831’de Devonport’tan yola çıktığında Charles Darwin yirmi iki yaşındaydı ve bu hayatının yolculuğu olacaktı. Elinizdeki günlük bu yolculuğu bize aktarırken, jeoloji, doğa tarihi, insanlar, yerler ve olaylarla ilgili sabırlı gözlemler yapan bir doğabilimciyi karşımıza çıkarıyor. Volkanlardan yerli topluluklara, çok çeşitli kuş ve böceklerden doğa olaylarına ve afetlere dair pek çok gözlem bu olağanüstü günlüklerde bulunabilir. Darwin’in bu yolculukta yaptığı gözlemler ve edindiği fikirler, evrim teorisine ve Victoria döneminin en tartışmalı kitabı olan Türlerin Kökeni’ne kapı açmış, pek çok entelektüel akımı da harekete geçirmiştir.
Bu kitapla okuyucu Darwin’in, Tanrı’nın yarattığı tüm canlı türlerinin ezelden beri aynı olduğuna inanan birinden; merakı, sorgulamaları ve gözlemleri sonucunda nasıl Türlerin Kökeni’ni yazarak bilim tarihini altüst etmiş büyük bir bilim insanına dönüştüğüne tanık oluyor.
Önsöz
Bu eserin ilk baskısında ve Zoology of the Voyage of the Beagle’da [Beagle’ın Seyahatinin Zoolojisi] belirttiğim gibi, Kaptan Fitz Roy’un gemide bir biliminsanı bulunması yönündeki isteğinin yanında kamaralarından birini bana teklif etmesiyle hizmetimi sunmaya gönüllü oldum ve bu hizmetim hidrograf Kaptan Beaufort’un nezaketi sayesinde Deniz Kuvvetleri lordları tarafından onaylandı. Gezdiğimiz farklı ülkelerin doğa tarihini incelememi sağlamış fırsatlar tamamen Kaptan Fitz Roy sayesinde olduğu için, ona şükranlarımı burada bir kez daha ifade etmek istiyorum; ayrıca şunu da eklemeliyim ki birlikte geçirdiğimiz beş yıl boyunca ondan son derece içten bir dostluk gördüm ve benden yardımlarını hiçbir zaman esirgemedi. Hem Kaptan Fitz Roy’a hem de Beagle’ın bütün zabitlerine1 uzun yolculuğumuz boyunca bana gösterdikleri değişmez nezaketten dolayı her zaman müteşekkir kalacağım.
Bu kitap bir günlük şeklinde, seyahatimiz hakkında genel okuyucunun ilgisini çekeceğini düşündüğüm bir öyküyü ve doğa tarihi ile jeoloji konularındaki gözlemlerimin bir taslağını içeriyor. Bu baskıda kitabı herkesin okumasına daha uygun hale getirmek için bazı bölümleri kısaltıp düzeltirken, bazılarına küçük eklemeler yaptım; ancak doğabilimcilerinin ayrıntılar için bu araştırma gezisinin bilimsel sonuçlarını içeren daha büyük yayınlara başvuracağına inanıyorum. Zoology of the Vayage of the Beagle, Profesör Owen’ın yazdığı Fossil Mammalia [Memeli Fosilleri]; Mr. Waterhouse’ın yazdığı Living Mammalia [Yaşayan Memeliler]; Mr. Gould’un yazdığı Birds [Kuşlar]; muhterem rahip L. Jenyns’in yazdığı Fish [Balıklar] ve Mr. Bell’in yazdığı Reptile’ın [Sürüngenler] birer değerlendirmesini içeriyor. Her türün alışkanlıkları ve yaşam alanlarıyla ilgili tanımlamalara ben de eklemeler yaptım. Yukarıda isimlerini saydığım saygın yazarların büyük yeteneklerine ve karşılık beklemeyen coşkulu çabalarına borçlu olduğum bu çalışmalar, sayın maliye bakanının tavsiyesiyle bu eserin yayın masraflarının bir kısmını karşılamak üzere bana bin poundluk bir destek sağlamayı kabul eden majesteleri kraliçeye ait hazinenin yetkili lordlarının1 cömertliği olmasaydı asla gerçekleşemezdi.
Ben de ayrıca Structure and Distribution of Coral Reefs [Mercan Resiflerinin Yapısı ve Dağılımı], Volcanic Islands visited during the Voyage of the Beagle [Beagle’ın Seyahatinde Gidilen Volkanik Adalar] ve Geology of the South Africa [Güney Amerika Jeolojisi] üzerine üç kitap yayımladım. Geological Transactions’ın [Jeolojik Kayıtlar] altıncı cildinde benim buzullarla taşınan kaya kütleleri ve Güney Amerika’daki volkanik olaylar üzerine iki makalem yer alıyor. Mr. Waterhouse, Mr. Walker, Mr. Newman ve Mr. White toplanan böcekler konusunda birçok yetkin makale yayınladılar ve daha birçoklarının sırada olduğuna inanıyorum. Amerika’nın güney kesimlerinden bitkilerle ilgili bilgiler Dr. J Hooker tarafından Güney Yarımküre’nin Botaniği adlı büyük eserinde verilecektir. Galápagos Takımadaları’nın Florası Dr. J Hooker’ın Linnean Transactions dergisinde yayınlanan ayrı bir inceleme yazısının konusu. Muhterem Rahip Profesör Henslow benim Keeling Adası’nda topladığım bitkilerin bir listesini yayınladı ve Muhterem Rahip J.M. Berkeley de sporla çoğalan kriptogamik bitkilerimi tanımladı.
Bu ve diğer eserlerimin hazırlanmasında bana yardımlarını esirgemeyen birçok doğabilimcisine teşekkür etmekten büyük mutluluk duyuyorum. Ancak izninizle, Cambridge’de lisans öğrencisiyken benim doğa tarihi konusuna tutkuyla bağlanmamı sağlayan, toplayıp İngiltere’ye gönderdiğim şeylerle benim yokluğumda ilgilenen, yazdığı mektuplarla benim çabalarıma yön veren ve döndüğümden beri yakın bir dostun sağlayabileceği her türlü yardımı aralıksız veren muhterem Rahip Profesör Henslow’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum
Down, Bromley, Kent, 9 Haziran, 1845
BÖLÜM I.
ST. JAGO, CAPE DE VERD ADALARI
Porto Praya — Ribeira Grande — Infusoria1 içeren atmosferik toz — Deniz salyangozu ve mürekkep balığının alışkanlıkları — Volkanik olmayan St. Paul kayalıkları — Eşsiz kabuklanmalar — Böcekler, adaların ilk sömürgecileri — Fernando Noronha — Bahia — Cilalı kayalıklar — Bir balonbalığının alışkanlıkları— Derin denizlerde bulunan confervae ve infusoria — Denizdeki renk değişikliğinin sebepleri
Sert güneybatı fırtınaları nedeniyle seyahati iki kere ertelendikten sonra, majestelerinin on toplu, iki direkli gemisi Beagle2 , 27 Aralık 1831 tarihinde Kaptan R.N. Fitz Roy komutasında Devonport’tan yelken açtı. Bu keşif gezisinin amacı, Kaptan King komutasında 1826’dan 1830’a kadar süren Patagonya ve Tierra del Fuego araştırmasını tamamlamak – Şili ve Peru kıyılarıyla Pasifik’te bazı adaları araştırmak – ve dünya çevresinde bir dizi kronometrik ölçümler yapmaktı. 6 Ocak’ta Teneriffe’ye vardık ama kolera taşıyabileceğimiz korkusuyla karaya çıkmamıza izin vermediler; ertesi sabah güneşin Büyük Kanarya Adası’nın kayalık silueti ardında yükselişini ve etekleri yapağı gibi bulutlarla kaplı Teneriffe’in zirvesini aniden aydınlatışını gördük. Bu, asla unutulmayacak harika günlerin ilkiydi. 16 Ocak 1832’de Cape de Verd Takımadaları’nın en büyük adası olan St. Jago’daki Porto Praya’ya demirledik.
Denizden bakıldığında Porto Praya yöresinin harap, ıssız bir hali vardır. Geçmiş çağların volkanik yangınları ve tropik güneşin kavurucu sıcağı birçok yerde toprağı bitki örtüsü için elverişsiz hale getirmiştir. Ülke, denizden birbiri ardına sıralanmış basamak şeklinde platolar ve bu platoların arasına serpiştirilmiş, kesik koni biçiminde tepeler halinde yükselir ve ufukta daha yüksek ve düzensiz bir dağ zinciriyle sınırlanır. Şayet denizden yeni gelip hayatında ilk defa bir hindistancevizi ağacı korusuna girince kendi mutluluğu dışında hiçbir şey düşünemeyen bir insanın yargısına güvenilecek olursa, bu iklimin puslu atmosferinden göründüğü şekliyle manzara, çok ilgi çekicidir. Genel olarak ada hiç de ilginç olmayan bir yer olarak değerlendirilebilir ama sadece İngiliz manzarasına alışkın olan birisi için bu verimsiz arazi, daha fazla bitki örtüsünün bozacağı bir ihtişama sahiptir. Geniş lava düzlükleri üzerinde çoğunlukla tek bir yeşil yaprak bile görülmez; ama keçi sürüleri ve birkaç inek hayatta kalmanın bir yolunu bulur. Çok nadiren yağmur yağar ama yılın küçük bir bölümünde şiddetli sağanaklar görülür ve sağanakların hemen ardından topraktaki her çatlaktan bir yeşillik fışkırır. Bunlar kısa sürede sararıp solar ve hayvanlar bu şekilde doğal olarak oluşmuş samanla beslenirler. Son bir yıldır yağmur yağmamış. Ada keşfedildiğinde Porto Praya’nın yakın çevresi ağaçlarla kaplıymış1 , ama St. Helena’da ve Kanarya Adaları’nın bazılarında olduğu gibi, ağaçların burada da pervasızca yok edilmesi, adanın neredeyse tamamen çıplak kalmasına yol açmış. Yılın sadece birkaç gününde içinden suların aktığı geniş, düz tabanlı vadiler yapraksız çalılıklarla kaplıdır. Bu vadilerde çok az canlıya rastlanır. En sık rastlanan kuş, keneotu dallarının üzerine uysalca tüneyip, tünediği yerden çekirgelerle kertenkelelerin üzerine atılan yalıçapkınıdır (Dacelo Iagoensis). Bu kuşun parlak renkleri vardır ama Avrupa’daki tür kadar güzel değildir: Uçuşu, tavırları ve genellikle vadinin en kuru yeri olan yaşam alanı da Avrupa’daki türüne göre büyük farklılık gösterir.
Bir gün gemi zabitlerinden ikisiyle birlikte atlarımıza atlayıp Porto Praya’nın birkaç mil doğusundaki Ribeira Grande adlı bir köye gittik. St. Martin Vadisi’ne gelene kadar bölge her zamanki yavan görüntüsünü sergiliyordu; ama burada gür bir bitki örtüsünün kenarında capcanlı akan küçücük bir derecik vardı. Bir saatte Ribeira Grande’ye vardık ve orada harabeye dönmüş bir kale ile bir katedral görünce çok şaşırdık. Bu küçük kasaba, limanı doldurulmadan önce adanın en önemli yeriymiş: Şimdiyse, melankolik bir havası olmakla beraber tablo gibi bir görüntüsü var. Kendimize rehber olarak siyah bir papaz, çevirmen olarak da Yarımada Savaşı’na2 katılmış bir İspanyol bulup esas kısmını bir kilisenin oluşturduğu birçok binayı ziyaret ettik. Adanın yöneticilerinin ve komutanlarının gömüldüğü yer burasıydı. Bazı mezar taşlarının tarihi on altıncı yüzyılı gösteriyordu.
Bu gözlerden uzak yerde, bize Avrupa’yı anımsatan yegâne şeyler hanedena ait süslemelerdi. Kilise veya şapel, ortasında büyük bir muz yığınının büyüdüğü avlunun bir tarafını oluşturuyordu. Diğer tarafta yaklaşık bir düzine hastanın yattığı bir hastane vardı.
Akşam yemeği için Venda’ya döndük. Hepsi kehribar kadar kara, hatırı sayılır sayıda kadın, erkek ve çocuk bizi izlemek için toplanmıştı. Refakatçilerimiz aşırı keyifliydi ve söylediğimiz ya da yaptığımız her şeyi onların içten kahkahaları izliyordu. Kasabadan ayrılmadan önce katedrali gezdik. Katedral, övünç kaynağı olan ve tuhaf sesler çıkaran küçük kilise orgu dışında, kilisenin kendisi kadar şaşalı gözükmüyordu. Siyah papaza birkaç şilin verdik, İspanyol da onun kafasına pat pat diye dostça vurarak büyük bir içtenlikle renginin hiçbir önemi olmadığını düşündüğünü söyledi. Sonra midillilerimizin sürati elverdiği ölçüde Porto Praya’ya döndük.
Bir başka gün adanın merkezinin yakınlarındaki St. Domingo köyüne gittik. Geçtiğimiz küçük bir düzlükte birkaç bodur akasya büyüyordu; akasyaların tepesi sürekli esen alize rüzgârlarının etkisiyle tuhaf bir şekilde eğilmişti – hatta bazılarının tepesiyle gövdesi arasında dik açı oluşmuştu. Dalların yönü tam olarak kuzey ve kuzey-kuzeydoğu arasındaki nokta ile güney ve güney-güneydoğu arasındaki noktanın tam ortasıydı; bu doğal rüzgârgülleri alize rüzgârlarının güçlü estiği hâkim yönü açıkça ortaya koyuyordur sanırım. Yolculuğumuz çorak toprak üzerinde o kadar az iz bırakmıştı ki burada yolumuzu kaybettik ve Fuentes yoluna saptık. Fakat Fuentes’e varana kadar bunu fark etmedik: Ama sonradan hatamızdan memnun olduk. Fuentes, içinden küçük bir dere akan çok güzel bir köy; köyde aslında en gelişmiş şey olması gereken şeyi yani ahalisi hariç her şey çok iyi gözüküyordu. Sefil görünümlü siyah çocuklar çırılçıplak bir halde kendilerinin yarısı büyüklüğünde odun bağları taşıyorlardı.
Fuentes yakınlarında büyük bir beçtavuğu sürüsü gördük – muhtemelen 50 ya da 60 taneydi. Son derece ürkeklerdi, yanlarına yaklaşmak olanaksızdı. Eylül ayının yağmurlu bir gününde kafalarını dikmiş koşan keklikler gibi bizi görmezden geldiler; peşlerinden gidince hemen havalandılar.
St. Domingo’nun manzarası, adanın geri kalan kısmına hâkim olan kasvetli karakterden hiç beklenmeyecek güzellikteydi. Köy, bir vadinin tabanına yerleşmişti, çevresi yüksek ve sivri lav katmanlarıyla sınırlanmıştı. Siyah kayalar, küçük bir nehrin duru sularının kıyısı boyunca yerleşmiş parlak yeşil bitki örtüsüyle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Oraya gelişimiz büyük bir bayram gününe rast gelmişti ve köy insan doluydu. Geri dönerken yaklaşık 20 kişilik, çok güzel giyimli siyah genç kızlardan oluşan bir grubun yanından geçtik; kara derilerini ve ketenden kar beyazı giysilerinin üzerini renkli eşarplar ve büyük şallar süslüyordu. Onlara yaklaştığımızda hepsi birden aniden döndü ve şallarıyla yolu örtüp, zaman zaman elleriyle tempo tutarak büyük bir coşkuyla yabani bir şarkı söylemeye başladılar. Onlara çığlıklarla kahkahalar atarak karşıladıkları birkaç vintem1 attık ve onlar iki kat gürültüyle şarkı söylerlerken yanlarından ayrıldık.
Bir sabah görüş olağanüstü berraktı; uzaklardaki dağların görüntüsünün izleri keskin çizgiler halinde koyu mavi bulutların üzerine düşüyordu. Görüntüye bakarak ve İngiltere’deki benzer durumları düşününce havanın rutubete doyduğunu tahmin ettim. Ama gerçeğin bunun tam aksi olduğu ortaya çıktı. Higrometrede hava sıcaklığıyla çiy damlalarının oluştuğu nokta arasında 29,6 derecelik bir fark okunuyordu. Bu fark önceki sabahlarda gözlemlediğimin neredeyse iki katıydı. Bu beklenmedik derecedeki atmosferik kuruluğa sürekli şimşek çakmaları eşlik ediyordu. Böyle bir havada bu kadar dikkat çekici berraklık olması eşine az rastlanır bir durum değil mi?
Hava genel olarak pusluydu; bunun sebebi, astronomik cihazlarımıza hafif hafif zarar verdiğini fark ettiğimiz, elle dokunulamayacak kadar ince bir tozun yağmasıydı. Port Praya’ya demir atmadan bir önceki sabah, yelken direğinin tepesindeki rüzgârgülü bezinde süzülmüş gibi duran bu kahverengi tozdan küçük bir torba topladım. Ayrıca Mr. Lyell da bu adaların birkaç yüz mil kuzeyinde, teknede toplanmış olan tozdan dört paket verdi. Profesör Ehrenberg’e1 göre bu tozun büyük bölümü silisli kabukları olan infusoria’dan ve bitkilerin silisli dokularından oluşmakta. Ona gönderdiğim beş küçük paket içerisinde en az 67 farklı organik yaşam biçimi saptadı! İki deniz türü haricinde bunların tümü tatlı su canlılarıydı. Atlantik açıklarındayken gemimize en az 15 kere toz yağdığını gördüm. Rüzgârın toz yağdığı zamanki yönünden ve tozun daima harmatanın2 atmosferde bulutları yukarı doğru sürüklediği aylarda yağmasından, bu tozun kesinlikle Afrika’dan geldiğinden emin olabiliriz. Fakat ilginç olarak Profesör Ehrenberg Afrika’ya özgü birçok infusoria türü bildiği halde, ona gönderdiğim tozda bunlardan hiçbirini bulmadı. Diğer taraftan, şimdiye kadar Güney Amerika’da yaşadığını bildiği iki tür buldu. Toz, güvertedeki her şeyi kirletecek ve insanların gözüne zarar verecek kadar çok miktarda yağıyordu; hatta sık sık göz gözü görmez olup gemilerin karaya oturduğu bile oluyordu. Bu toz Afrika kıyılarından birkaç yüz, hatta 1.000 milden daha uzakta; kuzeyde ve güneyde 1.600 milden daha uzak noktalardaki gemilere bile düşmüştür. Karadan 300 mil uzaktaki bir gemiden toplanan tozun içinde, daha ince bir maddeyle karışmış halde altı santimetrekarenin binde birinden biraz büyük taş parçacıkları bulduğumda çok şaşırmıştım. Bunu gördükten sonra çok daha hafif ve küçük çiçeksiz bitkilerin daha küçük sporlarının bu taşlara nüfuz etmiş olmasına insan şaşırmamalı.
Jeolojisi, bu adanın doğa tarihinin en ilginç parçası. Limana girildiğinde, denizden yükselen bir yamacın karşısında, kıyıda birkaç mil boyunca, sudan yaklaşık 15 metre yükseklikte yatay düzlemde uzanan beyaz bir şerit görülür. Bu tabaka incelendiğinde, çoğu ya da hepsi yakındaki sahillerde bulunmaya devam eden birçok deniz kabuğunun içine gömülü olduğu kalkerli bir maddeden meydana geldiği görülür. Bu tabaka, eski zamanlardan kalma volkanik kayalar üzerine oturmuştur ve üzeri, muhtemelen deniz kabuklu beyaz örtü dipteyken, denize akmış olan magmanın soğuyup büzülmesiyle meydana gelen bir bazalt örtüyle kaplıdır. Bu kırılgan kütlenin üzerini kaplayan kızgın lavların oluşturduğu ve yer yer kristal şeklinde kireç taşına, yer yer sıkıştırılmış benekli taşlara dönüşmüş değişiklikleri izlemek ilginçtir. Bu bazalt örtüsünün alt yüzeyindeki cüruf özelliğindeki parçacıkların kirece karışmasıyla, kireç aragonite1 benzeyen, ışınsal tarzda çok güzel demetlere dönüşür. Lav yatakları hafif eğimli tabakalar halinde, ilk başta erimiş taş akıntılarının aktığı kısımlara, içeri doğru birbiri ardına yükselir. Sanırım historik çağlarda St. Jago’nun hiçbir yerinde volkanik aktiviteye ait bir belirti ortaya çıkmamıştır. Kırmızı cüruflu birçok tepenin zirvesinde bile krater formlarına nadir rastlanır; ancak kıyı şeridinde daha yakın zamanda meydana gelmiş, daha alçak falez sıraları oluşturan ve daha eski oluşumlara ait sıraların önünde yer alan akıntılar görülebilir; bu falezlerin yüksekliğine bakarak akıntıların yaşı kabaca tahmin edilebilir.
Orada kaldığımız sürece bazı deniz hayvanlarının alışkanlıklarını gözlemledim. Büyük aplysia’lar1 çok yaygın. Bu deniz salyangozu yaklaşık 13 santimetre boyundadır; kirli sarı renktedir ve üzerinde mor damarlar vardır. Alt yüzeyinin ya da ayağının iki yanında su akımını arka solungaçlara yani akciğerlere sevk ederek bazen bir çeşit vantilatör gibi görev yapan geniş bir zar vardır. Çamurlu ve sığ sularda yaşayan narin su yosunlarıyla beslenir; midesinde tıpkı bir kuşun kursağındaki gibi birçok küçük çakıltaşı buldum. Bu salyangoz huzursuz edildiği zaman çevresinde otuz santimlik bir alanı boyayan çok ince ve morumsu kırmızı bir sıvı salıverir. Bu savunma yönteminin dışında söz konusu acı sıvı, salyangozun vücudunu kaplar ve dokunulduğunda tıpkı Portekizli asker de denen fizalya denizanasınınkine benzer keskin iğne gibi batan bir acıya sebep olur.
Ahtapot veya mürekkepbalığının davranışlarını büyük bir ilgiyle birçok kez izledim. Gelgit çekilirken geride kalan su havuzcuklarında yaygın olarak görülseler de bu hayvanları yakalamak kolay değildi. Uzun kolları ve vantuzları sayesinde vücutlarını çok dar çatlaklara bile çekip sokabilirler ve bu şekilde vücutlarını sabitlediklerinde onları oradan sökmek çok büyük güç gerektirir. Bazen de önce kuyruklarını havuzcuğun bir kenarından diğerine bir ok gibi fırlatırken aynı zamanda suyu koyu ceviz kahverengisi bir mürekkeple boyarlar. Ayrıca bu hayvanlar bir bukalemunu andıran olağanüstü renk değiştirme yetenekleri sayesinde fark edilmekten kurtulurlar. Vücut renklerini üzerinde bulundukları zemine göre değiştirirler: Derin sulardayken genel olarak kahverengimsi mor renge bürünürler ama toprak üzerine konuldukları zaman veya sığ sularda bu kara renk sarımsı yeşile dönüşür. Daha dikkatle incelendiğinde bu rengin Fransız grisi denen yeşilimsi bir gri olduğu ve üzerinde çok sayıda minik parlak sarı benekler bulunduğu görülür: Yeşilimsi grinin koyuluğu değişir; beneklerse bir çıkar, bir kaybolur. Böylece sümbül kırmızısıyla kestane kahverengisi arasında değişen renkler hayvanın vücudu üzerinde sürekli dalgalanmalar gösterir.1 Vücudun ufak bir sarsıntıya maruz kalan bölgesi neredeyse simsiyah olur; daha hafif olmakla birlikte deriyi bir iğneyle çizmek de benzer bir etki oluşturur. Bu dalgalanmalar –ya da bunlara kızarıklıklar da denebilir– değişik renklerde sıvılar içeren küçük keseciklerin sırayla bir büzüşüp bir gevşemesinden ortaya çıkar.
Bu mürekkepbalıkları bukalemun benzeri yeteneklerini hem yüzerken hem de denizin dibinde hareketsiz dururken sergilerler. Bir keresinde benim kendisini izlediğimin gayet farkında olan bir tanesinin, kaçmak için başvurduğu yöntemler beni çok eğlendirmişti. Hayvan bir süre hareketsiz kalıp sonra tıpkı bir farenin peşindeki kedi gibi sinsice üç-beş santimetre ilerlerken ara sıra rengini değiştiriyordu: Bu şekilde biraz derine indiğinde birden …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Günlük
- Kitap AdıBeagle’ın Yolculuğu
- Sayfa Sayısı640
- YazarCharles Darwin
- ISBN9789750764219
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Anne Frank’ın Hatıra Defteri ~ Anne Frank
Anne Frank’ın Hatıra Defteri
Anne Frank
Anne Frank 12 Haziran 1942 ile 1 Ağustos 1944 arasında günlük tutmuştur. Mektupları, radyoda sürgün olan Kültür ve Bilim Bakanı Bolkestein’in konuşmasını dinleyene kadar...
- Günlük ~ Oğuz Atay
Günlük
Oğuz Atay
Oğuz Atay’ın edebiyatla ilgili herkes için sürekli merak konusu olmuş günlüğünün bütünü. “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare...
- Ferit Edgü & Yüksel Arslan’a Gençlik Mektupları (1957-72) / “27 Mayıs” Günlüğü (1959-62) ~ Orhan Duru
Ferit Edgü & Yüksel Arslan’a Gençlik Mektupları (1957-72) / “27 Mayıs” Günlüğü (1959-62)
Orhan Duru
Orhan Duru’nun mektuplarıyla günlüklerinden oluşan bir çifte kitap elinizdeki. İlkinde, Orhan Duru’nun 1957-72 yıllarında Ferit Edgü ile Yüksel Arslan’a gönderdiği mektuplar var. Burada, daha...