Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum
“Ben geçitleri de yaşadım çıkmazları da. İsterim ki, bunca mücadelenin, düşüşün ve yanlışın, umudun ve kardeşçe buluşmaların bana kazandırdıkları benimle gömülmesin.”
Fikir ve eylem adamı olarak 20. yüzyıla adını yazdıran Garaudy elinizdeki kitabı bu cümlelerle özetliyor.
Stailn’den Nâsır’a, De Gaulle’den Fidel Castro’ya, Bachelard’dan Jean-Paul Sartre’a, Pablo Neruda’dan Picasso’ya nice ünlü devlet ve sanat adamlarıyla görüşüp tartışığı meseleleri okuyucularıyla paylaşıyor.
Yazar yaşadıklarından nareketle kim olduğunu, ne için yaşadığını sorgularken, tespitleri, tahlilleri ve teklifleri ile geleceğin dünyasına ışık tutuyor.
Güleryüzlü bir geleceğe özlem duyanların heyecanla okuyacakları bir temel eser.
***
BİRKAÇ SÖZ
Bu kitap 1989 yılında yayınlandı. İlâveli İspanyolca baskısı 1996’da çıktı. İspanyolcasındaki eklemelerin bir kısmını alan, bir kısımını ise aktarmayan, buna karşılık başka ilâvelerin yer aldığı bir diğer baskısı Lübnan’da 1999’da yayınlandı. İlâvelerin bir bölümünün İspanyolcadan Fransızcaya, bir bölümünün de doğrudan İspanyolca’dan Türkçeye çevrilmesi hayli zaman aldı. Bu konuda bana yardımcı olan Fransız ve Türk dostlara teşekkür ediyorum.
Eserin ilk hâli bütünlüğünü korurken, İspanyolcası ile Beyrut baskısındaki ekler de işin içine girince, bütünlüğün bozulduğu, bilhassa sonlara doğru, bazı tekrarlar ortaya çıktığı görülüyor. 50 ilâ 60 sayfa kadar tutan ilâveler kısmındaki bu tekrarlardan tıpatıp aynı olanları çıkardım, fakat biraz değişik bağlamda tekrarlanları ise olduğu gibi bıraktım.
Böylece eserin Türkçe tercümesi üç baskısının hem bir toplamı, hem de en son şekli olmuş oldu.
Burada anlatılanlar sadece hatıralar değil, aynı zamanda 20. yüzyılda yaşanan ideolojik, felsefî, dinî ve ahlâki problemlerin genel bir değerlendirmesidir. Elinizdeki kitap, dünü ciddi bir tenkit süzgecinden geçiren, gelecek için projeler sunan güçlü bir fikir eseridir.
Garaudy aklının kabul etmediği hiçbir şeye evet demeyen, bildiğini de her ne pahasına, olursa olsun söylemekten çekinmeyen gerçek manada bir düşünür ve eylem adamıdır. Varoluşçuluk felesefesinin tanrıtanımaz kolunun temsilcisi Jean-Paul Sartre ve Nobel ödüllü biyokimyacı Jacques Monod ile geniş dinleyici kitlesi önünde tartışmalar yapmıştır. Dünyanın önde gelen Stalin, Kruşçev, De Gaulle, Nâsır, Fidel Castro gibi devlet adamlarıyla fikir teatisinde bulunmuş; Picasso, Chagail, Yehudi Menuhin gibi sanat adamlarıyla görüşmüş; dünya medeniyetlerinin birliği için çalışmış, Marksizmin bir din boyutu olması için elinden geleni yapmış dev bir fikir adamıdır.
Yazar, son dönemin en büyük filozoflarından biri olan Gaston Bachelard’dan tez yaptı, Marksizm hakkındaki eserleri bir zamanlar kaynak kitap olarak kullanıldı, sadece Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm’ı değil, Asya, Afrika ve Amerika’nın diğer dinlerini de yakinen inceledi. Kendisi felsefe sahasında ismini kabul ettirmiş bir filozof, sanat konusunda da söz sahibi olmuş bir estetik profesörüdür.
Bütün bunlar ve daha başka artıları da bir araya gelince, yüzyılımızın derin ve çok yönlü bir siması karşımıza çıkıyor. Bu çapta bir mütefekkirin fikirlerini dilimize, üstelik de kısırlaştırılan dilimize, aktarmanın güçlüğünü takdir edersiniz.
Okurun bu eserde boşa geçmemiş bir ömrü bulacağını, büyük bir adamın ideali uğruna katlandığı fedakârlıkları anlayacağını ve çoğu zaman da yazarla bütünleşeceğini zannediyorum.
Cemal Aydın
NİRENGİ NOKTASI
Ne uğruna öldüğümü, niçin yaşamış olduğumu anlatan bu kitap, bir itiraf değil. Vasiyet de değil; hele ağıt hiç değil.
Serüvenleri, gemilerinin üzerine kapanan o buzdan ağızlar tarafından yarıda bırakılmadan önce, kutba erişmeye çalışan kâşifler, deneyimlerini deniz buzulunun üzerine kurulmuş bir nirengi noktasında istiflerlermiş: Kendi vücutları yok olduktan sonra bile, başkaları, bıraktıkları ipuçlarıyla, onların bilgisinden yararlanarak bu destanı sürdürürlermiş.
Bu “Hatıralar” da belki bir gün öyle bir işlevi yüklenebilir ve dünyanın varlığını sürdürebilmesi için araştırmacılara benim çektiğim zahmeti bir daha çekmek, direndiğim anlamsızlıklara bir kere daha direnmek zorunda kalmaksızın üzerinde çalışılacak bir zemin oluşturabilir. Gerçekleştirilmesi mümkün geleceklerin önünü açarak bugün tutulan yolları tersine çeviren başka yaşama şekillerini arama imkânı sağlayabilir.
Ben geçitleri de yaşadım çıkmazları da. İstedim ki, bunca mücadelenin, bunca düşüş ve yanlışın, umudun ve kardeşçe buluşmaların bana kazandırdıkları benimle gömülmesin.
Benimle gömülecek olan ne?
Ben kimim?
Aynaya bakınca sadece benden toprağa gitmekte olanı görüyorum. Saydamlığını yitirmiş şu sarımsı deri!… O deride Floransa müzesinde gördüğümüz Pinturicchio’nun portrelerindeki meleklerin çıplak vücutlarına can veren yeşil toprak mrengi yok artık.
Gözlerimin altında ve boynumda görülen bu buruşuk kıvrımlar, seferini bitirip limanına döndüğünde direği indirilmiş gemilerde asılı kalan halatları andırıyor.
Mavi damarlarıyla hacamata uzanır gibi ortada kalmış bu eller!… Bugüne kadar kalemden başka bir şey tutmamış, ama yine de çamurlu ve belki kanlı eller.
Yüzümde dışarıdan takılmamış da içeriden gelip dışarıya yönelen o maske!… Uzun süre canlı etimin altında kimse tarafından görülmeksizin benim olmuş şu kafatasının derisi biraz soyulsa sadece kemikleri kalıverecek ortada… Şimdi o yalnızca ölüm habercisi gibi duruyor.
Ve nihayet gözler!… Harabeler aynasında sadece onlar, Kral Lear’in “Kim bana benim kim olduğumu söyleyebilir?” sorusunu soruyorlar.
O ayna gerçek. Ve bu bakış, benim bakışım… Bu yabancı bakışı. Bağışlamayan. Kampta, itiraf edeyim diye bütün bir gece boyu üzerime çevrilmiş o polis lâmbası gibi. Bugün ben hem ışığım, hem bakış. Hem kurbanım, hem cellât.
Hayır! Olamaz!
Hayır! Vücudum tenimin sınırlarında son bulmuyor. Eski zerre kuruntusu: Son güneşlerimde, rüzgârla rastgele savrulan şu toz zerrecikleri… O zerrelerden herbiri, tıpkı şehrin sokaklarında, bir pazar yerinde veya savaşta birbirlerine çarpan insanlar gibi, kendisinin biricik olduğunu sanır.
Her şey gibi, sen de, dünyanın birliği içinde bütün diğerleriyle olan münasebetinle varsın ancak. Hiç kimsenin sahip olmadığı bu ana kıtadan kopuk bir adalı olma imtiyazını kendi vücudun için neden isteyesin?
Zaman zaman, bir ölüm hayal ettim; tabutu da. kapağı da, mezarı da olmayan. Beni topraktan ayıran hiçbir şey olmayacaktı. Kutsallık atfedilmemiş bir alanda çırılçıplak. Sadece hayatın bana dokuduğu evrensel örtüye bürünmüş… Gözlerim kapalı, hâlâ dünyanın görüntüleriyle dolu, hayranlıklarımın demetini bağlayıp duran… Hayatın mayalanmalarının o olağanüstü ortak çukur içinde başkalaşımların çemberine giren, tadına doyulmaz ölüm.
Tıpkı Pavlus’un yazdığı gibi: “Mademki bir ruhum ve mademki bir toz zerresiyim, yeşil buğdayların kökünde yeniden hayat bulacağım.”
Hayatımın büyük davası, hayatın anlamını bulmak oldu. Ve de tarihin anlamını…
Ölümün yakınlığı, bana varoluşumu, sondan başlayarak gözden geçirme imkânı veriyor. Tehir edilmiş bir gelecek yok artık.
Sorular, şüpheler, başarısızlıklar, çelişkiler; basit ama sarp bir yolu sadece karartabilirler.
Yirmi yaşımdayken, dünyanın yaratılışını izleyen, Hz. İbrahim’in ve Promete’nin bölünmez inancına uygun ilâhî bir nesil hayal ediyordum.
Yönümü değil, sadece cemaatimi değiştirdim.
Bu yüzyılda meydana gelen değişikliklerin beş bin yıllık yazılı tarihimizdekinden daha fazla olduğu bilinen bir gerçek. Bu harikulade değişimin çağdaşı olma şansına erip de, yerine mıhlanıp onun sadece geçişini seyreden bir adam hakkında ne demeli? İşte ben öyle bir kadavra olmadığım, olmakla yetinmediğim için kimseden özür dilemiyorum. Allah’a ve insana inanmanın savaşını verenlerle birlik olup ellerimi kirletme tehlikesini göze aldığım için de özür dileyecek değilim. Bu cemaatlerin her birinin şarlatanları da vardır, dava adamları da. Onlar beni kovdular, ama ben onların hiçbirini red ve inkâr etmiyorum. Gözlerimi kutup yıldızına dikip, okyanusa olan susamışlığımla, elimden geldiğince onların hamlelerini hedefe yöneltmeye çalışarak, onların çamurlu yollarında yürüyorum.
Şafakları pek ender olan bu gecede, benim asıl mutluluğum, yetmiş beşi geçmiş şu yaşımda bile, yirmili yaşlarımın rüyalarına hâlâ sadık kalmış olma hissini taşımamdır.
1.
BAŞLANGIÇTA AŞK VARDI
(Haziran 1918)
Denizi duyuyor musun?
Balıkçı Jean kulağıma bir mühre kabuğu dayıyor.
Denizi duyuyor musun?
Ne kadar da mutluyum, baksanıza: Deniz bu kabukları yumurtluyor. Onlar benim için şarkı söylüyorlar. Uzakta olup bitenlerden bahsediyorlar bana. Şu sevdiğim, fakat bilmediğim uzaklardan…
Beş yaşlarımın dünyası: Mourepiane’daki gökle deniz arasında asılı o teras, duvarda tırabzana kadar uzanan o sarmaşıklar ve terasın tuğladan yapılma bir tür testiyi andıran direkleridir. Üstüne sokaklar çizdiğim, evler yaptığım o kumsal. Ve büyük çınar.
Annem, bunların hepsini ve beni içeriyor. Bizler hep ondayız. Oradaki dalgaları, eminim, tıpkı yatağım gibi, kaldıran ve toparlayan annemdir.
Benim o dünyamda huzursuzluklar da var.
Babadan bir mektup, cepheden.
Cephe, bilmiyorum nedir. Herhalde annemin ’baba’ dediği ve benim hiç görmediğim kişiden bizi ayıran bir duvar olsa gerek.
Postacıya günaydın de!
Kaçıyor ve saklanıyorum. O kötü biri olmalı, çünkü geldiği her seferinde annem ağlıyor.
Balıkçı Jean denizi getiriyor bize.
Tahta bacağının üstünde, bir gemi gibi gidiyor. Denizci şapkasını çıkardığında beyaz saçları alnına dökülüyor. Saçları kayalara çarpıp kırılınca beyazlaşan bir dalgayı andırıyor.
O denizi getiriyor.
Aşağıda, kayığının yanında annemin beni yıkadığı denizi. Denizde çok hafifliyorum. Tıpkı bir martı gibi. Benim göğüm deniz.
Beş yaşında bütün günler birbirine benzer.
Biri hariç; Sır günü. Deniz kadar büyük. Bir ömür kadar uzun.
Annem üstümü çıkardı ve yatağa yatırdı.
Gömleklerimi koyduğu rafları yokluyor.
Dolabı açınca ne hoş! Çamaşırların arasına küçük lavanta keseleri koymuş.
Sanki odayı çiçekler kaplamış ve arıların vızıltıları duyuluyor.
Ne yapıyor?
Bunca zaman!
Çamaşırların arasına soktuğu bir şeyi arıyor.
Ağlıyor. Sesini duyuyorum.
Bana sıkı, sımsıkı sarılıyor. Her zamankinden daha sıkı. Uzun uzun bakıyor bana. Her zamankinden daha uzun.
Ona sorular sormuyorum. Gerekmediğini hissediyorum.
Hareketsiz, üzerime eğilmiş ne kadar da güzel! Siyah, çok iri gözleri, sanki beni içiyor, tıpkı yalı yarın dibinde denize daldırdığında denizin beni içtiği gibi. Gözlerini öptüğümde, orada, tam uçta, bir su damlacığı deniz tadında. Saçlarının iri buklesi su yosunları gibi yumuşacık ve koku saçıyor. Göğsündeki danteller denizi sıyırarak uçan bir kuş gibi. Annem kalkıyor, havalanıyor sanki. Büyükannemin beni kiliseye götürdüğü gün, kocaman bir resim görmüştüm: Bir hanım, annem kadar güzel. Onun da ayaklarının altında bir bulut vardı. Göğe yükseliyordu.
Annem odadan çıkıyor. Kilisedeki o görüntü kayboluyor.
Uyur gibi yapıyorum. Sonra ayaklarımın ucuna basa basa dolaba gidiyorum. Parmaklarım iki kapak arasına sığacak ve onları aralayacak kadar küçük. Korkuyorum. Çünkü tanımadığım bir başka dünyaya dalıyorum hissine kapılıyorum.
Annemin bana anlattığı masallarda küçük çocuklar mahzenlere girerler. Hâzinelerle, bazen de bir periyle
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Günümüz İslam Düşüncesi İslam
- Kitap AdıHatıralar - Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum
- Sayfa Sayısı468
- YazarRoger Garaudy
- ÇevirmenCemal Aydın
- ISBN9756186100
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTürk Edebiyat Vakfı / 2012