Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Samizdat – Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı?
Samizdat – Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı?

Samizdat – Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı?

Soner Yalçın

• Benim ülkemde; düşünce hayatın düşmanı, kötülüğün simgesi olarak görülür. Düşünsel değerlere tutkuyla bağlı, soru soran – arayan – kovalayan zihne sadece düşmanlık edilir….

• Benim ülkemde; düşünce hayatın düşmanı, kötülüğün simgesi olarak görülür. Düşünsel değerlere tutkuyla bağlı, soru soran – arayan – kovalayan zihne sadece düşmanlık edilir. Düşünen insanın korunağı yoktur…
• Benim ülkemde; iktidar ve güç uğruna hiçbir şeyden çekinmeyen her zorba güç, yalnızca kendi isteğinin onaylanmasını, gururunun okşanmasını ister…
• Benim ülkemde; kafasıyla değil, ağzıyla konuşan yorumcular – açıklayıcılar, gerçekleri başka kalıplara sokarak özgürlüğü çürütmenin gönüllü aracılığını yaparlar…
• Benim ülkemde; bir gazeteci – yazar hapse atılarak yayınevine, gazetesine baskı yapılarak, sonsuza kadar sessizliğe – unutuşa mahkûm edilmeye çalışılır…
• Ama benim ülkemde; gerçekler de inatçıdır.
Mutlaka yazılır.
SAMİZDAT gibi…
SONER YALÇIN
Silivri Cezaevi

***

Birinci Gün

14 Şubat 2011
Pazartesi…

“Kırmızı Pazartesi”…

Bunun henüz farkında değildim…

Emektar Hatice Hanım’ın sesiyle uyandım, sabah 8’de uyandırır mısınız diye rica etmiştim; saat o kadar oldu mu?

Hatice Hanım yine seslendi; bağırıyordu ve sesinde tuhaflık vardı; yataktan hızla kalktım, üst kattan aşağıya baktığımda giriş kapısının koridorunda polisler gördüm. O andan itibaren hayatımdan zaman kavramı çıktı.

Sabaha karşıydı…

Evin içine aniden yirmiye yakın polis girdi.

Soğuk bir ses tonuyla, neden geldiklerini kısaca açıkladılar ve arama kararını gösterdiler. Arama yapabilmeleri için avukatımın ve bir tanığın gelmesi gerekiyordu, prosedür böyleydi.

Levent’e yeni taşındım, kimseyi tanımıyorum. “Muhtarı çağıralım,” dediler.

Telefonla Odatv’nin avukatı Tugay Topbaş’ı aradım; telefon kapalıydı; herhalde uyuyordu.

Feza Yalçın’ı aradım, açtı; oğlum daha uyanmamış; ne ilginç, önce oğlumu sordum; sonra polislerin arama için eve geldiğini, avukata ihtiyacım olduğunu söyledim. Sakindi; “Okul servisinden sonra gelirim,” dedi.

Öncelik oğlumuzda. Polisler bekleyecekti…

Salondayım, ayağımı sehpaya uzattım. Niye böyle bir hareket yaptım bilmiyorum; polisin biri her hareketimi videoya çekiyordu; belki ona inat öyle oturdum.

Prof. Dr. Emin Gürses geldi aklıma; yine bir Ergenekon operasyonunda evinde arama yapılırken kameraya bakıp savcıya sövmüştü! Benim böyle bir tavır almam güç; bazılarına sövgü çok yakışıyor; Emin Hoca bunlardan biri…

İki gündür hastaydım; ağzımda, dilimde aftlar çıktı; bademciklerim şişti. Yemek yiyemiyordum. Hatice Hanım şaşkın, etrafımda dolanıyor, kahvaltı yapmamı istiyor, ilaçlarımı almam gerekiyor. Evet, güçlü olmalıyım; zorlukla muz yedim, biraz da yoğurt.

Polisler ahtapotun kolları gibi eve dağıldılar, bulabildikleri her koltuğa, her sandalyeye oturdular. Ne kadar gençler, meraklı gözlerle eve bakıyorlar. Kaba saba değiller, nazik olmaya özen gösteriyorlar.

Kurallara uyuyoruz hepimiz.

Sessizlik var salonda. Konuşmuyoruz. Herkesin üzerinde zırh var; birbirimizi mi kollayacağız ne? Tedirgin değilim. Sinirli olduğumu söyleyebilirim; polislerle karşılıklı oturmak hiç keyifli değil, bunun iç burkan sıkıntısı var içimde.

Hafta sonu oğlum ve üniversite öğrencisi iki yeğenim; Işıl ve Gökdeniz bendeydi. İyi ki çocuklar evdeyken polisler gelmedi; moralleri bozulurdu. Zaten hastalığım canlarını sıkmıştı; hiç konuşmamıştım…

Basına haber vermeli miyim?

Şok… Şok… Şok…

Medya haberi böyle bir anonsla mı verecek? Kimileri asıl gerçeği yine öldürecekler mi?

Darbe-suikast planları; toprak altından çıkan cephaneler, dehşet senaryoları, tetikçiler, telefonlar, suikastlar, e-postalar, ihbarlar, krokiler…

Kafalar yine kanştırılacak. İmajlar gerçeğe dönüştürülecek, insanlar şaşkın hale getirilecek…

12 Mart 1971 darbesinde küçüktüm; radyoda bangır bangır aranan devrimcilerin adı okunurdu. 12 Eylül 1980 darbesinde ise gençtim; televizyonda yakalanan silahları gösterirlerdi. Şimdi de televizyonlar Ergenekon dalgalarını canlı canlı ekrana getiriyordu. Darbe dönemlerinde ortalıkta (gazetelerde, ekranlarda), askerleri görürdük, şimdi sadece polisleri görüyoruz. Polis darbesi! Ve çoğu kimse bunun farkında değil.

Telefonum çaldı; arayan odatv.com haber müdürü Barış Terkoğlu; “Geçmiş olsun abi,” dedi. “Arkadaşlar bana da geldi!”

Demek operasyon sadece bana yönelik değildi.

Gazetecilik tutkuydu benim için, hiç vazgeçmedim; bu yaşamı seçtim ben, ahlanıp vahlanmaya gerek yok. Türkiye’de gerçek anlamda gazetecilik yapmanın büyük tehlikeli sonuçları vardır. Soru soran, arayan, kovalayan gazeteciyi bekleyen maalesef sadece acıdır. Hakikate tutkuyla bağlı, dürüstlüğünden taviz vermeyen gazeteci, bizim ülkemizde ya işsiz bırakılır, ya hapse atılır ya da katledilir. Bu sebeple gerçeğe aşkla bağlı gazeteci, evini Vezüv Yanardağı’nın eteklerine yapmış yalnız kişidir.

Şimdi hedef benim. Biziz.

Kaçıncı operasyon dalgası gerçekten bu; 20 oldu mu? 30 mu?

Kâbus döndü demek, bir süredir yapılmıyordu. Demek bu kez ben yazmayacağım, yazılacağım. Eşek arısının kovanına çomak sokanlar bu polis operasyonlarının hep hedefinde.

Salona bitişik iki katlı kütüphaneme girip masamın üzerinden bir kitap aldım; Mevlanzade Rıfat’ın 31 Mart (1909) ayaklanmasını arılattığı anı kitabı. Elimde kalem, her daim yaptığım gibi altını çizerek okuyorum. Yazdıklarına şaşırıyorum, çünkü Mevlanzade Rıfat, İttihat Terakki düşmanıdır; ama 31 Mart gerici ayaklanmasına ilişkin gözlemlerini, yorumlarını liberal-dinci ittifakı kızdıracak biçimde kaleme almıştı.

Mevlanzade’yi okumamın nedeni: Son birkaç aydır bir kitap üzerinde çalışıyordum. Daha doğrusu birkaç yıldır okumasını yapıp notlar almıştım; yazacak aşamaya gelmiştim. Kürt tarihiyle ilgili kitap yazacaktım; bir dakika… aklıma notlarım geldi; umarım aramada kaybolmaz. Kaybetmezler! İşte polis aramasının asıl sıkıntısı bunlar.

Muhtar geldi; hayat adamı, temiz yüzlü, 70 yaşlarında, gözlerinin içi gülüyor, bakışlarıyla moral veren bir insan iyisi görünümünde. Tanışıyoruz. Oktay Ekşi’nin akrabasıymış; Ordu Mesudiye’den. Deneyimli; Prof. Erol Manisalı’nın evinin Ergenekon dalgası kapsamında aramasında da bulunmuştu. Prof. Dr. Erol Manisalı komşumdu.

Haberi aldı mı acaba; ne düşünüyordur?

4 Haziran 2009’da Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ameliyat oldu; Silivri Cezaevi’nden getirilmişti; kapıda, hastane içinde onlarca jandarma vardı, öyle ya, kaçabilirdi Hoca! Jandarma gelene gidene sürekli kimlik soruyordu; bu Ergenekon öyle bir örgüttü ki, kanser hastasını bile kaçırabilirdi! Jandarmaya öyle istihbarat gelmişti demek!..

Oysa aynı gün tahliye kararı çıktı. Silivri Cezaevi’nden sadece ağır kanser hastası kurtuluyor! Prof. Manisalı bu nedenle ”Özgürlüğümü kansere borçluyum,” diyecekti. Kuddusi Okkır ise ancak ölmek üzere olduğunda salıverildi. 20 gün sonra da vefat etti. ¹

Komşum, hocam Prof. Manisalı umarım başıma geleni öğrenip canını sıkmaz. Ama… Moralini bozacağını hiç sanmıyorum; o kuşak demir gibi; onurlu, dimdik. Ne zorluklarla başa çıktılar. Şimdi bu zorlu sınav beni bekliyor.

Tarih göstermiştir ki, tek insan eğer boyun eğmezse, kararlılığı kırılmazsa, sonunda hemen her zaman, her sistemden güçlü çıkar. Zor dönemlerde ihtiyacımız olan sadece cesarettir.

Feza geldi. Avukat da tamam!

Ve arama başladı.

On beş polis iki katlı kütüphaneye girdi; 15-20 bin kitabım var; bütün kitaplara bakabilecekler mi? Çünkü ayrıca ben kitabı okurken sadece altını çizmem, notlar da alırım sayfa üzerine. Sayfaları katlarım, uçlarını bükerim. Kitapların canını çıkarırım yani. Notlarımı okuyacaklar mı? Ya dosyaları? Not defterlerimi? Hepsini mi? Günler sürer…

Kütüphaneyi dağıtmaya başladılar; sahaflardan aldığım nice değerli kitabım var. Sayfaları sertçe çeviriyorlar; dayanamadım; salona geçip oturdum. Bir grup polis ise salondaki CD’lere bakıyor. Tatsız bir durum.

Polisten arama belgesini isteyip bir daha okudum: “Ergenekon Terör Örgütü’ne üye şüphesi” yazılı. Tüm arama kararlarında bunu yazıyorlardı. Sonra ev ve işyeri aramalarında “delili” elleriyle koymuş gibi buluyorlar… Bulunan, son dönemlerde hep “dijital kanıtlar” oluyordu ve hâkimin karşısına eklenmiş “suçunuzla” çıkıyordunuz. Bu hiç değişmedi. Polisin delil bulma maharetine bu kitap boyunca çok şaşıracaksınız. Bu sebeple aramada polisin başında durmalıyım, ama gücüm yok, Feza’yı uyarıyorum.

Evde dolaşıyorum, çaresiz, yorgun. Kitapları, CD’leri, not defterlerini karıştırıp tek tek bakıyor polisler, kimini bir kenara koyuyorlar. Ayırdıkları, suç delili mi?

Gazeteciliğe başlamamın 25. yılı; yaptığım haberleri, belgeselleri, programları bir yana bırakın, 11 kitap yazdım. 5.000 sayfa. Kitaplarla ortaya çıkarmaya çalıştığım Ergenekon gibi illegal yapılardan birine “üye” olmakla itham ediliyorum! İnsan yaptığı şey’dir; yazdıklarım ortada değil mi? Hakikati başka kalıplara sokarak tanınmaz hale getiriyorlar. İşte, İftiralar Atölyesi yine işbaşında…

Kim kimi kandırdığını sanıyor?..

Kimi polisler hâlâ kaçamak bakışlarla beni süzüyor; “Pek ortalıkta görünmeyen bu Soner Yalçın nasıl biri?” Ya da “karanlık adam!” Hakkımda kimsenin bir şey bilmediğini biliyorum. Şöhretin sinsi düşmanlığından hep korktum ben. Gözümü kapatıp biraz dinlenmek istedim. Koltuğa yığıldım…

Uyudum mu? İçim geçmiş olabilir mi? Bilmiyorum. Evde arama sürüyordu. Kalıplaşmış bir alışkanlıkla arı gibi işlerini yapıyor polisler.

Ayağa kalkıp yine dolaşmaya başladım. Salonda, annemin fotoğrafıyla göz göze geldim. On yıl önce kaybetmiştim. Ölüm bir hayata son veriyor ama ilişkiyi bitirmiyor. Kimi ruhlar kaçar gibi uzaklaşır bedenden, kimi ise bırakmak istemez. Doktorun, “Alın götürün, pek ömrü kalmadı” demesinin üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra vefat etti annem. Yaşam tutkumu ondan almışım. Şimdi fotoğrafıyla moral veriyor oğluna…

Kütüphanedeki masanın üzerinde kalemlik olarak kullandığım çelikten kupaya gözüm takıldı. Üzerinde “Alcatraz” yazıyor; Gazeteci Oray Eğin, ABD’de artık müze olan, dünyanın belki de en tanınmış cezaevi olan Alcatraz’da bir dönem mahkûmların kullandığı bu çelik bardağı hediye olarak getirmişti! Silivri Cezaevinin de böyle bardakları var mı acaba?!. ² Bu aramanın sonu nerede bitecek, tahmin etmek zor mu? Ama umut peşinizi hiç bırakmıyor böyle anlarda…

Polisler tüm kitaplarıma tek tek bakmayı sürdürüyor.

Ferit İlsever’in yazdığı Kontrgerilla kitabını ayırmışlar; delil bu kitap mı şimdi?

Ferit İlsever’in Kontrgerilla kitabı elbette tehlike sayılırdı!.. “Kaptan”ı (şimdi bunun için de “kod adı kullanıyorlar” derler! Öyle ya, örgüt olmak için kod adı lazım!) 20 yıldır görmüyorum. O da Ergenekon’dan hapse atıldı. 40 yıl kontrgerillayı araştırıp üç cilt kitap yazan Ferit İlsever, demek “Ergenekoncu” öyle mi? Derin Devlet’le, Gladio ile mücadelede Ferit İlsever’i yok sayarsanız, kim kalır ki geride? Bugün herkesi “Ergenekoncu” diye yaftalayan yandaş medya hiçbir zaman bu aydınlanma mücadelesinde olmadı.

Aklı, vicdanı, ahlakı kaybettiler.

Demek Kaptan Ergenekoncu öyle mi? 1995’te yollarımı ayırdığım için Aydınlıkçılar, neler yazdılar hakkımda. Ama Ergenekon süreci başlayınca meseleyi kişiselleştirip fırsattan yararlanıp düşmanlık mı yapmalıydım? Yoksa gerçeği mi haykırmalıydım? Ben, bana yakışanı yaptım…

Kontrgerilla kitabı ne ki… Ergenekon iddianamesinde; Türk Metal Sendikası eski başkanı Mustafa Özbek’in evinden alınan, Mustafa Kemal’in bizzat elyazılarıyla notlar düştüğü, Afet İnan’a yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabına suç delili olarak el koydular!

Teğmen Mehmet Ali Çelebi’den ise Nutuk ele geçirilmişti!

Şimdi evimde… Dik duruyorum. Fakat…

Fark ettirmemeye çalışıyorum ama gönlümün en derinlerinde fırtınalar kopuyor Demek Kontrgerilla kitabı suç unsuru; demek kitabın suç görüldüğü günlere dönüldü. Bir eseri sonsuza kadar susturmanın, onu yok etmenin mümkün olmadığını bilmiyorlar mı?

Amaç belli, sizi ruhen yok etmek istiyorlar. Nasıl mı? Yatak odama bakıyorlar. İç çamaşırlarında bile “delil” arıyorlar. Ne şimdi bunun adı, hukuk mu? Adalet bu mu? Mahremiyet tanımıyorlar. Özel hayatınızı elleriyle karıştırıp duruyorlar.

Kendinizi ufalmış hissediyorsunuz.

Hangi aç kalmış yabanıl duygularla ezmek, acı çektirmek istiyorlar? Öfkeliyim; bağırmak istiyorum, sonra başıma gelecekleri biliyorum, ellerimi kelepçeleyip zorla bir yere oturtacaklar. Bir de ne yalan haberler yazdırırlar? Uff, zorlu süreç… Utanç ve alçalmadan kaçınmayan bir cahillikle nasıl başa çıkılır, bilmiyorum. Her türlü kabalık karşısında dehşete düşen, ruhunda zarafet taşıyan hangi insan bilebilir ki?

Peki, ne yapacağım, iç çamaşırlarını ellemelerini seyredeceğim, öyle mi? Saygılı olacağım, bayağılığı izlerken, öyle mi? Adalet bir gün tecelli eder öyle mi?

Yaz oğlum; iki sutyen, bir kombinezon, dört külot bulundu! ³

Bunun adı polis devleti ya da cemaat devleti mi? Nereye sürükleniyoruz?

İnsan böyle anlarda çözülüp dağılıyor; düşüncesiz kalıyor. Hayır, buna izin vermemeliyim. Bir insanın kişiliği kritik anlardaki tavrından anlaşılır. İradesidir insanın kişiliğinin temel taşı; aşındırmamak gerekir. Bu sebeple… En kaba hareketleri, en bayağı aşağılanmayı hiç tepki göstermeden soğuk bir gülümsemeyle mi karşılamalıyım… Hayır!

Tuvalete gidiyorum, ses çıkara çıkara tuvaletimi yapıyorum, dinleyin, koklayın bakalım. Bu da benim psikolojik savaşım! Ayıp mı? Ne yapayım aklıma başka bir eylem gelmedi. Aslında, bu minik eylemi yaparken bir yandan üzülüyorum; bu gencecik polislerin kabahati değil ki; içlerinde yumuşak sıcacık bakanlar da var. Bir yandan da kendime kızıyorum. Ne şimdi bu, iyileşmez sevme hastalığı mı?

İçlerinden kötü olan polis kendini zaten belli etti. Gelir gelmez sert bir ses tonuyla cep telefonlarıma el koydu. Sürekli polislere emirler verdi: “Şurayı da arayın, burayı da arayın.” Aman atlamayın; “terörist evi” burası. O baş polis şimdi daha yukarıdan birileriyle telefonda konuşuyor, bilgi veriyor; kim acaba bu yukarıdaki? Tüm bu Ergenekon operasyonlarının “mimarı” olduğu söylenen polis müdürü mü? Çıkar bir gün ortaya tüm bunlar; beklenmedik bir zamanda çıkar. Kimsenin yanına kalmadığını tarih gösteriyor…

Polisler birbirlerine “Abi” diye hitap ediyor…

“Komutanım” 12 Mart 1971 darbesinin işkence evlerinden kalmaydı. “Yüzbaşım…”, “Albayım…” diyorlardı o dönem. 1970’li ve 80’li yıllarda “Hocam” diye hitap ediyorlardı. Bunu ODTÜ’deki öğrencilerden öğrenmişlerdi. Devrimci Sinan Cemgil’in mirasıydı. Şimdi ise “Abi”; Cemaatin Işık Evleri’nin hitabı!..

Evde dolanıyorum… Polisleri takip etmeye çalışıyorum. Ama çok zor; evin her yanındalar. Aldıkları “delillere” bakıyorum. Ne çıkacak acaba evimden? Soruma şaşırıyor musunuz, bir şey sakladığımı mı sanıyorsunuz? Anlatayım:

Hâlâ satılıyor mu bilmiyorum; Beyoğlu İstiklâl Caddesi’ndeki dükkânlarda, pasajlarda hiç görmedim; Ankara’daki evimizde vardı: El bombasına benzeyen mum! “İyi ki bu evde yok” diye geçirdim içimden. “Ne alakası var” demeyin. Ergenekon’un belki de en “ünlü” sanıklarından emekli subay Muzaffer Tekin’in bürosunda “ele geçirilen” iki el bombası aynı bu mum el bombasına benziyordu. 1971 ve 1978 üretimi, patlayıcısı boşaltılıp, fünye grubu alınmış kalemlik olarak kullanılan bu iki el bombası gazete manşetlerine çıkmıştı: “İşyerinde el bombası bulundu!”

El bombasının işe yaramaz olduğu ancak iki yıllık bir inceleme sonunda belli oldu! Ama bunu hiçbir gazete haber yapmadı. Vur abalıya! Adın çıkmasın bir kere; inmez manşetten! Benzer iki “el bombası” da gazeteci Tuncay Özkan’ın “deposundan” çıkmıştı! Zavallı Tuncay Özkan televizyonun deposunda bulunan, içi boşaltılıp kalemlik olarak kullanılan 2 “el bombasını” anlatabildi mi? Üstelik bu kalemliğin sahibi savaş muhabiri, “Bunlar benimdir” demesine rağmen… Bu kalemlikler AİHM’e bile “bomba bulundu” diye bildirildi! Ya Ankara’daki evimizdeki el bombası şeklindeki mumlar şimdi burada bulunsaydı, ne olurdu?

Polislerin başındaki o genç baş polis salondakilere seslendi: “Mutfağı aradınız mı?”

Aklıma Ünal İnanç geldi hemen. Ankara’da polis adliye muhabirliğinin duayen ismi. Gazeteciliğe Demokrat Parti döneminde başladı. 60 yıllık gazeteci… Ankara’dan tanışıyoruz; Hangi Erbakan? ve Behçet Cantürk’ün Anıları kitaplarıma belge yardımında bulunmuş, mahkeme dosyalarını vermişti. Geçen yıl telefon edip İstanbul’a geleceğini, benim bazı kitaplarımın kütüphanesinde olmadığını söyledi. Türkiye’nin en büyük özel kütüphanelerinden birine sahipti.

Bir cumartesi sabahı oğlumla ziyaretine gittik, üzerinde “Ünal İnanç” yazan bir çakı hediye etti oğluma.

Polis “mutfağı aradınız mı” deyince aklıma işte bu çakı geldi.

70 yaşını aşmış, hastalıkla boğuşan gazeteci Ünal İnanç’ı da Ergenekon kapsamına sokup dört gün sorgulayıp, tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmışlardı.

Şimdi çakı bulununca “örgütsel irtibat” kurulmuş mu olacaktı? Şaka değil, yandaş medya bunu nasıl haber yapardı acaba: “Birbirlerine silah verdikleri ortaya çıktı!”

Hiç gülmeyin; eğer gülüyorsanız gerçekten Ergenekon sürecinde neler yaşandığını, nelerin gazete manşetlerine taşındığını bilmiyorsunuz demektir.

Gazeteci Vedat Yenerer’le Star TV haber merkezinde iki buçuk yıl birlikte çalıştık. Savaş muhabiriydi. Silahlara düşkündü. Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Güldemir’le ayda bir poligona giderlerdi.

Vedat Yenerer’in evinde 1873 yapımı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma Verdi marka bir tüfek ele geçirildi. Gazeteler, televizyonlar nasıl haber yaptı; tahmin edemezsiniz: “Uzun namlulu suikast silahı bulundu!”

Vedat Yenerer bu “suikast silahını” 2000 yılında Kuzey Irak- Erbil’de bir antikacıdan 75 dolara satın almıştı. Habertürk TV’de yaptığı programlarda defalarca gösterdi. Dekor malzemesi olarak kullandı. Medya bunlan bilmiyor olamazdı, ama polis ellerine hangi “haber bülteni”ni verdiyse onu yazdılar: “Uzun namlulu suikast silahı bulundu!”

Yazdılar hep: Vedat Yenerer’in evi cephane gibiydi! Evde top mermileri bulunmuştu! Aslında bulunan; Vedat Yenerer’in savaş meydanlarından topladığı boş geri tepmesiz top (GTT) kovanlarıydı. Bunları da evinde, televizyon programında vazo, dekor olarak kullanmıştı. Gazeteci Yenerer bu gerçeği anlatana kadar bir yılı aşkın süre Silivri Cezaevi’nde kaldı. Bu kadar basit işte…

İyi ki oğlum çakıyı kaybetmişti!

Hadi konu açıldı, size bir silah hikâyesi daha yazayım:

24 yaşındaki Hüseyin Keskin 18 Ekim 2008 günü İstanbul’dan Sarıkamış’a gittiğinde başına gelecekleri hayal bile edemezdi. Üç gün sonra Sarıkamış’tan İstanbul’a “Ergenekon suikastçısı” olarak döndü. Hemen tutuklandı.

Hüseyin Keskin, Avukat Ertaç Giray’ın yanında ofisboy

————

¹ ‾ 13 aylık tutukluluk halinden sonra, ölümüne 20 gün kala cezaevinden tahliye edilen Kuddusi Okkır’ın eşi Sabriye Okkır’ın hazırladığı Cinayeti Gördük adlı kitap, yandaş medya tarafından da desteklenen sürek avının bir aileyi nasıl darmadağın ettiğini gözler önüne serdi. Cinayeti Gördük’ü okurken aklınıza hemen ünlü Alman edebiyatçı Heinrich Böll’ün Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru adlı ünlü tiyalıo eseri geliyor. Böll, polis teşkilatıyla iç içe çalışan medyanın, sıradan bir kadını nasıl azılı bir terörist gibi gösterdiğini, onun bütün saygınlığını nasıl yok ettiğini anlatır. Medyanın tam bir sürek avına dönüşen haberciliği, Katharina’yı çileden çıkarır ve onurunu korumak için, haber yapan gazeteciyi öldürmesine neden olur.

² ‾ Alcatraz Adası 1861-1963 yıllan arasında cezaevi olarak kullanılmıştır. Ada, San Francisco Körfezi’ndedir. Cezaeviyle ilgili 19 sinema filmi çekilmiştir; bu filmlerden en bilineni Alcatraz Kuşçusu’dur. Başrolünü Burt Lancaster’ın oynadığı filmin yönetmeni John Frankenheimer’dir. 1962 yapımı filmde federal bir mahkûm olan ve Alcatraz Kuşçusu olarak tanınan Roberl Franklin Stroud’un cezaevinde geçirdiği uzun yıllar anlatılır. Film, Thomas E. Gaddis’in 1955 yılında yazdığı kitaptan uyarlanmıştır.

³ ‾ Mizah yaptığımı sanıyorsunuz! 28 Nisan 2010’da polise gelen bir ihbar e-postasıyla (ki bu kitapta isimsiz adressiz ihbarla çok karşılaşacaksınız) yeni bir Ergenekon operasyonu düzenlendi. Sonuçta ikisi tuğamiral on yedisi tutuklu 56 sanığın “fuhuş ve askeri casusluk” davasında yargılandığı süreç başlatıldı. İddianamedeki delillerden biri neydi, biliyor musunuz: “Üst rütbeli komutanlara ait olduğu belirtilen kirli iç çamaşırları…” Yarbay Mustafa Dönmez’in evinden çoraplar ve iç çamaşırları alındı. (16 Şubat 2011 tarihli savunmasından.)

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) İnceleme/Araştırma
  • Kitap AdıSamizdat - Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı?
  • Sayfa Sayısı552
  • YazarSoner Yalçın
  • ISBN6055340339
  • Boyutlar, Kapak14x23, Karton Kapak
  • YayıneviKırmızı Kedi / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kayıp Sicil (Erdoğan’ın Çalınan Dosyası) ~ Soner YalçınKayıp Sicil (Erdoğan’ın Çalınan Dosyası)

    Kayıp Sicil (Erdoğan’ın Çalınan Dosyası)

    Soner Yalçın

    Tarih: 27 Aralık 2012. İki yıl sonra evimde uyandım sabaha. Kütüphaneye girdim; polisler darmadağın etmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili yazılmış kitapları bir...

  2. Siz Kimi Kandırıyorsunuz! ~ Soner YalçınSiz Kimi Kandırıyorsunuz!

    Siz Kimi Kandırıyorsunuz!

    Soner Yalçın

    Soner Yalçın ile birlikte, yakın tarihin labirentlerinde, ezber bozan, şaşırtıcı bir yolculuk… Ülkelerin geçmişi ile bugünü arasındaki benzerlikler şaşırtıcıdır, Örneğin; 30 Mayıs 1876 askeri...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. İki Kilise Arasında Binamaz – Karamanlıca Edebiyatta Dil Kimlik ve Yeniden – Yazım ~ Şehnaz Şişmanoğluİki Kilise Arasında Binamaz – Karamanlıca Edebiyatta Dil Kimlik ve Yeniden – Yazım

    İki Kilise Arasında Binamaz – Karamanlıca Edebiyatta Dil Kimlik ve Yeniden – Yazım

    Şehnaz Şişmanoğlu

    İki Kilise Arasında Binamaz, iki arada bir derede duran, ulusal edebiyat tasniflerine kolayca sığdırılamayan, “Karamanlıca” diye de bilinen Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe edebiyat üstünde...

  2. Yazanların Okuma Kültürü ~ Mehlika Karagözoğlu AslıyüksekYazanların Okuma Kültürü

    Yazanların Okuma Kültürü

    Mehlika Karagözoğlu Aslıyüksek

    Tanpınar büyük bir açık yüreklilikle sanatını besleyen kaynakları bütün ayrıntılarıyla açıklamakta hiçbir sakınca görmez. Bunlar, başlangıçta Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’dir; daha sonra onları...

  3. Başın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı ~ Hıfzı TopuzBaşın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı

    Başın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı

    Hıfzı Topuz

    Asla başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin. Düşüncelerini yapıtlarında ve gazete yazılarında yılmadan savundu… 41 yıllık kısa yaşamı boyunca Türk edebiyatının dünya dillerine çevrilen seçkin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur