New York Times çok satan yazarı Mary Balogh, skandallarla dolu Regency dönemi İngiltere’sinden tutku dolu Huxtable ailesini sunar.
Ailenin ortanca kızı olan gururlu ve cesur Vanessa’nın, genç bir dul olarak Londra’nın en seçkin bekârının peşinden koşmamak için kendince bir sebebi vardır. Ve bunun kesinlikle aşkla bir ilgisi yoktur. Yoksa var mıdır?
Karşı konulmaz Lyngate Vikontu Elliott Wallace’ın, taşrada kendi halinde bir köy olan Throckbridge’e gelmesi büyük telaşa sebep olur. Ablasını sevgisiz bir birleşmeden çaresizce kurtarmaya çalışan Vanessa Huxtable, evlenmek için kendini öne sürer. Bir eşe ihtiyacı olan Elliott ise yerine getirmesi gereken görevlerinden ötürü, alışılmadık biçimde kendisine yapılan bu teklifi kabul eder. Ne var ki düğün gecelerinde tuhaf bir olay meydana gelir. Ortak hiçbir şeyleri olmayan bu iki yabancı birbirlerinden uzak duramazlar.
Geçmişte kalan bir sırrın çevresinde dönen entrikalar (bunlardan biri de Huxtable ailesi ile bağlantılıdır) arasında, Elliott ve Vanessa evliliğin doyumsuz güzelliklerini… ve aşkın çok da uzakta olmayabileceğini keşfederler.
“Mary Balogh aşk romanlarının kraliçesi.”
Publishers Weekly
“Eğlenceli ve seksi.”
Library Journal
“Yeni bir Mary Balogh romanı, her kadının kendisine alması gereken bir armağandır.”
Teresa Medeiros
***
GİRİŞ
MERTON KONTLARI’NA nesillerdir ev sahipliği yapan Hampshire’daki Warren Malikânesi büyük ve zarifçe düzenlenmiş bir parkla çevrilmişti. Bu parkın gözlerden uzak bir köşesinde, bu sıralar neredeyse sadece aile içi evlilik, vaftiz ile cenaze töreni için kullanılan küçük bir şapel vardı. Burası genel anlamda güzel bir yerdi, özellikle de ilkbahar ve yaz aylarında, ağaçlar yaprak ve çiçeklerle dolup çimenler yeşerdiğinde, kilise kapısına doğru uzanan patikaya her iki yandan eşlik eden çiçekliklerden çeşit çeşit çiçekler fışkırdığında.
Ama şimdi zaman Şubat başıydı, ilk kardelenler ve çuhaçiçekleri için dahi yılın erken bir dönemiydi. Ve bugün de yağmur vardı. Dondurucu bir rüzgâr kasvetli gökyüzünün altındaki ağaçların çıplak dallarını şiddetle savurdu. Bu aklı başında insanların dışarı çıkmayacakları türden bir gündü, tabii acil işler onları böyle bir şey yapmaya zorlamadığı sürece.
Kilise bahçesinde dikilen adam sanki ne soğuğu, ne yağmuru, ne de kapalı mekânların sıcaklığının onu çağırışını hiç duymuyor gibiydi. Tek elinde uzun şapkasını tutuyordu, koyu renkli ve uzun denilebilecek saçları kafasına ve alnına yapışmıştı. Su derecikler halinde yüzünden ve boynundan aşağı akıyor, uzun siyah binici ceketinin kumaşı tarafından emiliyordu. Esmer ve hiç de İngilizi andırmayan suratı haricinde, ona dair her şey sessiz ve karanlıktı.
Havanın da yardımıyla bir şekilde uğursuz görünüyordu.
Genç bir adamdı. Uzun boyluydu, kol ve bacakları da uzun, kıvraktı. Yüzü yakışıklı sayılamayacak kadar haşindi; bu uzun ve dar bir surattı, elmacık kemikleri çıkıktı, gözleri çok koyu bir tondaydı, burnu hayatının bir döneminde kırılmış ve yerine düzgün bir şekilde kaynamamıştı. Surat ifadesi ciddi ve ürkütücüydü. Binici kırbacını baldırına vuruyordu.
Eğer yakınlarda yabancı birileri olsaydı, bu adamla aralarına mutlaka büyük bir mesafe koyardı.
Ama ortada, adamın bağlanmamış halde yakında bir yerde otlayan, görünüşe bakılırsa soğuk ve yağmurdan en az sahibi kadar bihaber atından başka kimse yoktu.
Adam bir mezarın yanında dikilmekteydi – bu en yenilerden biriydi, yine de kışın soğuğu ve rüzgâr, kazılıp hallaç pamuğuna dönmüş toprağın tazeliğini alıp götürmüş, ona etraftakilerden biraz daha farklı bir görünüm kazandırmıştı. Yalnızca gri mezar taşı hâlâ çok yeni duruyordu.
Adamın gözleri taş üzerindeki ibarenin ikinci ve son satırına odaklandı: “On Altı Yaşındaydı.” Ve sonra hemen altında ise, “Huzur İçinde Yat,” yazıyordu.
Adam, mezar taşına yumuşak bir tonda, “Aradıkları adamı buldular Jon,” dedi. “Ve garip olan şey şu ki hayatta olsaydın bundan büyük bir haz alırdın, değil mi? Mutlu olur, heyecanlanırdın. Onunla tanışmak, ona dostça davranmak ve onu sevmek isterdin. Ama hiç kimse onu sen ölene kadar aramayı düşünmedi.”
Mezar taşı karşılık vermedi, adamın dudaklarının uçları gülümsemeden çok yüz ekşitmeyi andırır tarzda yukarı kalktı.
“Sen ayrım gözetmeksizin sevdin. Beni bile sevdin. Özellikle de beni.”
Mezar taşının altındaki hafif toprak öbeğine kara kara düşünerek baktı ve yeryüzünün iki metre altına gömülen erkek kardeşini düşündü.
Jon’un on altıncı doğum gününü kutlamışlardı. İkisi birlikte, kremalı tartlar ve meyveli pasta da dahil olmak üzere onun en sevdiği yiyecekleri yemişlerdi, iskambil oyunlarıyla Jon kahkahadan yorulup tükenene ve güçsüz düşene kadar tam iki saat boyunca saklambaç oynamışlardı – aslına bakılırsa bu durum saklanma sırası ona geldiğinde, bulunmasını komik derecede kolaylaştırmıştı. Bir saat sonrasında, erkek kardeşi üfleyip mumu söndürerek kendi odasına çekilmeden evvel, yatak örtülerinin altından kafasını çıkartmış, mutlu mutlu gülümsemişti.
Yeni yeni derinlik kazanmaya başlayan sesiyle, “Bu güzel doğum günü partisi için teşekkürler Con,” demişti, ağzından dökülen kelimeler ve üslup kulağa ses tonuna aykırı bir şekilde çocuksu geliyordu. “Bu, şimdiye kadarki en iyi doğum günümdü.”
Bu onun her sene söylediği bir şeydi.
Erkek kardeşi muma doğru eğilirken, “Seni seviyorum Con,” demişti. “Seni şu koca dünyadaki herkesten daha çok seviyorum. Sonsuza kadar ve hep de seveceğim. Amin.” Bu eski şakaya kıkırdayarak gülmüştü. “Yarın tekrar oynayabilir miyiz?”
Ama ertesi sabah ona on altısına girdiği ve artık neredeyse yetişkin bir adam olduğu için geç saatlere kadar uyuyup kaldığı konusunda sataşmak için odasına gittiğinde, Jon’ın buz gibi bedeniyle karşılaşmıştı. Birkaç saat önce ölmüş olmalıydı.
Bu müthiş bir şoktu.
Ama aslında hiç de büyük bir sürpriz sayılmazdı.
Doktor, babasına doğumunun hemen ardından, Jon gibi çocuklar, diye uyarmıştı, genelde on iki yaştan daha fazla yaşamazlar. Çocuğun büyük bir kafası vardı, yüz ifadesi durgundu ve tuhaf görünüyordu. Etine dolgun ve hantaldı. Çoğu çocuğun çocukluk çağının başlarında kolayca kazandığı temel becerileri öğrenmekte yavaştı. Aklı yavaş çalışıyordu ama kesinlikle aptal değildi.
Tabii ki kendisiyle tanışan neredeyse herkes tarafından geri zekâlı olarak adlandırılmıştı – bu insanlara babası da dahildi.
Başarılı olduğu belki de tek bir şey vardı ve bunda da gerçekten çok iyiydi: Sevmek. Her zaman ve kayıtsız şartsız.
Sonsuza kadar ve hep.
Amin.
Şimdi ölmüştü.
Con artık evden ayrılabilecekti – sonunda. Elbette önceden, her ne kadar uzun süreli olmasa da birkaç kez evden ayrılmıştı. Her seferinde onu geri dönmeye yönlendiren dayanılmaz bir çekim gücü olmuştu. Bunun nedeni, her ne kadar garip derecede basit bir şey olsa da Jon’a mutlu olması için ihtiyacı olan zamanı ve sabrı gösterecek birilerinin olduğuna ikna olamayışıydı. Ayrıca, çok uzun bir süre ortadan kaybolması durumunda, Jon her zaman içlenmiş ve endişelenmiş, ne zaman geri döneceğine dair yönelttiği ardı arkası kesilmez sorularla herkesin vaktini çalmıştı.
Şimdi ilkbahar geliyordu ve onu artık burada tutan bir şey yoktu.
Bu kez temelli ayrılacaktı.
Neden bu kadar uzun süre oyalanmıştı ki? Neden cenaze törenini takip eden gün gitmemişti? Neden o günden bu yana buraya her gün gelmişti? Ölü bir oğlanın ona ihtiyacı yoktu ki…
Yoksa kardeşine ihtiyaç duyan kendisi miydi?
Gülümsemesi – ya da surat ekşitmesi – çok daha bariz bir hal aldı.
Hiç kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Tüm hayatını böylesi bir ayrılığı bekleyerek harcamıştı. Hayatta kalma içgüdüsü ona bunu yapmasını emretmişti. Yaşamının büyük çoğunluğunu burada geçirmişti. Onu, yani doğan ilk oğullarını burada yetiştirip büyüten annesi ve babası, Jon’unkinin hemen ilerisindeki mezarlarında yatmaktaydı. O tarafa bakmadı. Çocukluktan canlı çıkmayı başaramayan diğer kız ve erkek kardeşleri de oradaydı – sadece o, en büyükleri Con ve en küçükleri Jon hayatta kalmayı başarmıştı. Ne kadar da garip bir ironiydi. İstenmeyen iki tanesi hayatta kalmıştı.
Ama şimdi Jon da gitmişti.
Yumuşak bir ses tonuyla, “Bensiz yapabilecek misin Jon?” diye sordu.
İleri doğru uzandı ve binici kırbacını tutan elini mezar taşına dokundurdu. Soğuk, sert ve boyun eğmezdi.
Başka bir atın yaklaştığını işitti – kendi atı da hafifçe kişnedi. Çenesi kilitlendi. Bu o olmalıydı. Onu burada dahi yalnız bırakamazdı. Con dönmedi. Adamın varlığını görmezden gelecekti.
Ama ona başka biri seslendi.
“İşte, buradasın Con.” Ses neşeliydi. “Tahmin etmeliydim. Her yere baktım. Rahatsız ediyor muyum?”
“Hayır.” Con doğruldu, komşusu ve arkadaşı olan Phillip Grainger’e kısık gözlerle bakmak için döndü. “Buraya iyi haberleri Jon’la paylaşmaya geldim. Araştırma başarılı oldu.”
“Yaa.” Phillip hangi araştırma diye sormadı. Atının boynunu okşamak ve hoplayıp zıplamasını engellemek için ileri doğru uzandı. “Pekâlâ, sanırım bu kaçınılmazdı. Ama kilise avlusunda dikilmek için çok korkunç bir hava. Three Fathers’a gel de sana bir kupa bira ısmarlayayım.”
“Bu karşı konulamaz bir öneri.” Con şapkasını kafasının arkasına doğru iteledi, ıslık çalarak atını çağırdı ve hayvan koşarak geldiğinde de eyerine atladı.
Phillip, “O zaman buradan ayrılacaksın, öyle mi?” diye sordu.
Con, pis pis sırıtarak, “Hazırlıklara başladım bile,” dedi. “Hafta içerisinde ayrılabilirim.”
“Ah, üzgünüm.” Arkadaşı yüzünü buruşturdu.
Con, “Ama yapmayacağım,” diye ekledi. “Ona bu hazzı tattırmayacağım. Canım ne zaman isterse, o zaman gideceğim.”
Kendi isteğine karşı ve onu rahatsız eden disipline gelecekti. Bunu bugün itibarıyla tam bir yıldır kayda değer bir başarıyla yapmaktaydı.
Aslına bakılırsa bunu bir ömür boyu yapmıştı. Bu babasının ilgisini çekmenin en kesin yoluydu. Şimdi düşündüğünde, bunun çocuksu bir güdü olduğunu görüyordu.
Phillip kıkırdamaktaydı.
“Haydi, hayırlısı,” dedi, “ama seni özleyeceğim Con.”
Oradan at sırtında uzaklaşırlarken, Con kardeşinin mezarına son bir kez bakmak için başını çevirdi.
Jon’un o gittikten sonra kendisini yalnız hissedip hissetmeyeceğini merak etti.
Ve bir de kendisinin yalnız kalıp kalmayacağını…
1
SHROPSHIRE’DAKİ Throckbridge köyünden sekiz kilometre uzaktaki herkes, 14 Şubat’tan önceki hafta coşkuyla doluydu. Biri, Rundle Park’da yapılacak yıllık piknik ve balo etkinliğinin gelmesine uzun aylar olduğundan, bu yıl Sevgililer Günü kutlamaları için köy hanının üst katındaki salonlarda bir organizasyon yapılmasını önermişti.
Getirilen önerinin ardından – eczacının karısı Bayan Waddle ya da Sör Humphrey Dew’un kahyası Bay Moffett veya papazın evde kalmış kız kardeşi Bayan Aylesford ya da diğer herhangi bir talep sahibi tarafından yapılmıştı – kimse böyle bir eğlencenin neden daha önce düşünülmediğini pek açıklayamamıştı. Ancak hiç kimse, Sevgililer Günü organizasyonun bundan sonra köyde yıllık bir etkinlik olacağından en ufak şüphe duymuyordu.
Herkes bunun çok hoş bir fikir olduğunda hemfikirdi, hatta – ya da belki de özellikle demeli – kuralları koyan yetişkinlere bağırıp çağırarak itiraz etmelerine rağmen, organizasyona bu yıl katılamayacak kadar küçük olan çocuklar bile. En genç katılımcı Melinde Rotherhyde olacaktı; on beş yaşındaydı ve organizasyona katılımına sırf Rotherhyde ailesinin en küçüğü olduğu ve evde tek başına bırakılma gibi bir şansı olmadığı için izin verilmişti. Ve birkaç eleştirel yorumcuya göre, Rotherhyde’ların evlatlarına karşı her zaman aşırı hoşgörülü oldukları için organizasyona katılmasına izin vermişlerdi.
En genç erkek Stephen Huxtable olacaktı. Her ne kadar organizasyona katılmaması gerektiği yönünde kafalarda herhangi bir soru işareti uyanmamış olsa da daha on yedisindeydi. Genç olmasına rağmen, hemen her yaştan kadının gözdesiydi. Özellikle de Melinde, annesi sırf birlikte itişip kakışmalarının artık ilerlemeye başlayan yaşlarına ve farklı cinsiyetlerine uymadığına hükmetti diye Stephen’a göz dikmişti.
Organizasyon gününde, gün boyunca aralıklı yağmur yağmıştı. Her ne kadar bir önceki pazar, ihtiyar Bay Fuller kilise çıkışı gözlerini kısıp başını sallayarak iki metrelik kar kehanetinde bulunmuş olsa da bu öngörü yağmurun ötesine geçmemişti. Hanın üst katındaki toplantı salonlarının tozları alınmış ve yerleri silinmiş, duvar apliklerine yeni mumlar yerleştirilmiş, oda boyunca karşılıklı birbirlerine bakan büyük kalpler içerisinde ateşler yakılmış, piyanonun akortlu olup olmadığı kontrol edilmişti – akortta bozukluk olması durumunda, akortçunun oradan otuz kilometre uzakta yaşadığı göz önüne alındığında, hiç kimse ne olacağını düşünmemişti. Bay Rigg keman getirdi, parmaklarını ısıtmak, odaya ve akustiğine alışmak için bunu bir süre çaldı. Kadınlar beş bin kişiyi tıka basa doyurup bir hafta dermansız bırakmaya yeter miktarda yiyecek getirdi.
Köyde kadınlar ve kızlar tüm gün saçlarını bukle bukle sardılar, sonunda ilk baştaki seçimlerine geri dönmeden
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİyi Günde Kötü Günde
- Sayfa Sayısı416
- YazarMary Balogh
- ÇevirmenÖzlem Gültekin
- ISBN9944823753
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kapıldım Sana ~ Katharine Ashe
Kapıldım Sana
Katharine Ashe
“Kapılıp gideceksiniz…” Sabrina Jeffries Gizli Bir Kimlik Gemisinin açık denizde korsanlar tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, Vikont Steven Ashford uzun zamandır peşinden koştuğu alçak köle...
- Ne Yapsa Yeridir ~ Bridie Clark
Ne Yapsa Yeridir
Bridie Clark
Şeytan Marka Giyer’den sonraki en komik ‘yaşlı cadı ve çömezi‘ hikayesi! İş ,aşk , kahkaha , gözyaşı! Yayıncılık dünyasının perdelerini aralayan bu müthiş hikayede...
- Çöl ~ J.M.G. Le Clézio
Çöl
J.M.G. Le Clézio
Zamanın dışında, insanların tarihinin dışında kalmış bir ülkeydi burası, belki de dünya kurulduğunda diğer ülkelerden ayrı düşmüş, hiçbir şeyin doğup ölemediği bir ülke. Yıl...