Hugo ve Nebula Ödüllü Robert Silverberg’den modern bir klasik…
“İçeriden Ölmek’te sanatçının yaşadığı ikilemin samimi alegorisi olarak bir sanatçının zirvesini görüyoruz…”
-Jonathan Lethem-
“Bu adamın acıklı hikâyesi ne koyuyor ortaya? Önceden olağanüstü olan güçlerinde açıklanamayan bir azalma. Girdilerde düşüş. Henüz yaşarken başından geçen küçük bir ölüm. Entropik savaşlarda verilen bir kayıp değil de neyim ben? Gözlerinizin önünde gömülmüyor muyum atalet ve sessizliğe? Izdırabım yeterince belli, yeterince kuvvetli değil mi? Kim olacağım ben, kendim olmayı bıraktığımda? Isı ölümünü ölüyorum. Spontane bir çürüme. Rastgele bir olasılık seğirtisi felaketim oluyor. Hiçliğe dönüşüyorum. Kömür ve kül oluyorum. Süpürgeyi bekleyeceğim gelip beni toplasın diye.”
***
BİR
Yani yine şehre inip okula gitmeli, dolar peşine düşmeliyim. Hayatıma devam etmek için çok paraya ihtiyacım yok aslında, ayda 200 kâğıt gayet güzel yeter ama cüzdanım boşalmak üzere ve kız kardeşimden bir daha borç istemeye yüzüm yok. Öğrenciler yakında ilk dönem ödevlerinin derdine düşerler; hiç sekmez bu iş. David Selig’in yorgun, yıpranan beyni bir kez daha kiralık. Bu tatlı ve parlak Kasım sabahı 75 dolarlık iş kapamalıyım. Hava serin ve bulutsuz. Yüksek basınç sistemi New York’u kaplayıp nem ve pusu kovuyor. Gün geçtikçe zayıflayan güçlerim böyle havalarda canlanıyor hâlâ. Gidelim öyleyse, sen ve ben, serilmişken sabah göğe karşı.[1] Broadway metrosuna. Jetonlarınızı hazırlayın lütfen.
Sen ve ben. Kimden bahsediyorum? Şehre yalnız gidiyorum ne de olsa.Sen ve ben.
Kimden olacak, kendimden ve içimde yaşayan, süngersi yuvasında pusuya yatan, masum fanileri gözetleyip duran şu yaratıktan. İçimdeki şu sinsi, hastalıklı, benden bile çabuk ölen canavardan. Yeats benlikle ruh arasında bir diyalog yazmıştı zamanında; öyleyse neden o zavallı, o saftirik Yeats’in hiçbir zaman anlayamayacağı bir şekilde kendine karşı bölünmüş olan Selig de bu biricik ve ölümlü yeteneğinden kafatasında konaklayan davetsiz bir misafir gibi bahsedemesin? Neden olmasın? Gidelim öyleyse, sen ve ben. Koridordan aşağı. Düğmeye bas. Asansöre bin. Sarımsak kokuyor içerisi. Şu köylüler, her taşın altından çıkan şu Porto Rikolular geçtikleri her yere kokularını bırakıyorlar. Komşularım. Onları seviyorum. Aşağı. Aşağı in.
Saat, doğu yakası yaz saati uygulamasıyla sabah 10:43. Central Park’ta yazana göre mevcut sıcaklık 14 derece. Nem oranı %29, barometre 30.30’da ve düşüyor ve poyraz saatte 11 mille esmekte. Hava tahminleri bu gün, bu gece ve yarın havanın açık ve güneşli olacağı yönünde; sıcaklık ortalama 16 dereceyi bulacak. Yağış olasılığı bugün yüzde 0, yarın ise yüzde 10. Hava kalitesi seviyesi iyi. David Selig 41 yaşında ve yaşlanmaya devam ediyor. Boyu ortalamanın biraz üstünde, kendi yaptığı yavan yemeklere alışkın bekârlarda görülen ince bir vücudu var ve geleneksel yüz ifadesi mülayim ve şaşkın bir somurtma hali. Gözlerini çok sık kırpıyor. Rengi solmuş kot montu, her koşula dayanıklı botları ve 1969 model geniş paçalı çizgili pantolonuyla en azından boyundan aşağısı yüzeysel bir gençlik havası taşısa da, aslında, kederli orta yaşlı adamların kelleşen kırışık kafalarının zavallı ergen çocukların gövdesine nakledildiği yasadışı bir araştırma laboratuarından kaçmış biri gibi görünüyor. Nasıl bu hale geldi? Yüzü, kafatası derisi hangi noktada yaşlanmaya başladı? O on ikinci kattaki iki odalı sığınağından aşağı inerken tepeden sarkan asansör kabloları tiz, alaycı kahkahalar atıyor. Asansörün paslı kablolarının kendisinden daha yaşlı olup olmadığını merak ediyor Selig. Kendisi 1935 model. Bu sosyal konut ise, tahminlerine göre, 1933 yahut 1934’ten kalma olabilir. Saygıdeğer Fiorello H. LaGuardia, Belediye Başkanı. Ama belki de daha gençtir bina, savaştan hemen önce yapılmış olabilir örneğin. (1940 yılını hatırlıyor musun, Duv? Dünya Fuarı’na götürmüştük seni. Bu üç köşeli sütun, şu da küre.) [2] Her neyse, binalar yaşlanıyor. Ne yaşlanmıyor ki?
Asansör yedinci katta gıcırdaya gıcırdaya duruyor. Sıyrıklarla dolu kapı daha açılmadan, dişi ve Hispanik bir canlıdan, kirişlerin arasında dans ede ede gelen hızlı zihinsel titreşimler alıyorum. Bu titreşimleri almasam bile asansörü çağıran kişinin Porto Rikolu genç bir ev kadını olma ihtimali epey yüksek tabii –bina Porto Rikolu kaynıyor ve günün bu saatinde kocalar işte olur– yine de tahmin yürütmediğimden, kadının psişik sızıntılarını okuduğumdan hemen hemen eminim. Aynen öyle. Kadın kısa boylu, koyu tenli, yirmi üç yaş civarı ve çok hamile. Çift nöral çıktıları net bir şekilde algılayabiliyorum: kadının sığ, kösnül zihninin ele avuca sığmaz hareketliliği, sert ve şiş göbeğine mühürlü aşağı yukarı altı aylık ceninin belli belirsiz, tüy gibi tekmeleri. Kadın basık yüzlü ve geniş kalçalı; küçük parlak gözleri, ince, kısık bir ağzı var. İkinci bir çocuk, kir pas içinde iki yaşlarında bir kız çocuğu bu, annesinin başparmağına yapışmış. Ufaklık yüzüme bakıp kıkırdayınca kadın asansöre binerken kısa, şüpheci bir tebessüm lütfediyor bana.
Sırtları bana dönük duruyorlar. Yoğun sessizlik. Buenos dias, senora. Güzel bir gün, öyle değil mi hanımefendi? Ne tatlı bir çocuk bu böyle. Yok, sesimi çıkarmıyorum. Kadını tanımıyorum; tipi bu sitede yaşayan diğer herkese benziyor, beyin çıktıları da hep aynı şeylerle ilgili, hiçbir farkı, hiçbir özgünlüğü yok: muz, pirinç, haftanın loto sonuçları, bu akşamki televizyon programları. Kalın kafalı karının teki, ama o da bir insan ve onu seviyorum. Adı ne? Bayan Altagracia Morales’tir belki. Bayan Amantina Figueroa. Filomena Mercado. Adlarını seviyorum. Safi şiir. Oysa ben Sondra Wiener, Beverly Schwartz, Sheila Weisbard gibi adları olan etli butlu, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen kızlarla birlikte büyüdüm, Hanımefendi acaba Inocencia Fernandez olabilir misiniz siz? Clodomira Espinosa? Bayan Bonifacia Colon? Belki de Bayan Esperanza Dominguez’sinizdir. Esperanza. Esperanza. İspanyolca’da umut demek. Seni seviyorum, hem insanların kalbinde esperanzanın kaynakları tükenmez.[3] (Esperanza Kaynakları New Mexico’da bulunur; geçen sene boğa güreşlerini görmek için yılbaşını orada geçirdim ve Holiday Inn’de kaldım. Hayır, şaka yapıyorum.) Zemin kata geldik. Çabucak öne çıkıp kapıyı tutuyorum. Tatlı, duygusuz, hamile çikita asansörden inerken bana gülümsemiyor bu kez.
Şimdi doğru metroya, haydi hop, bir blok öteye yürüyeceğiz. Şehrin bu yukarı kısmında raylar hâlâ yüksekte. Yüzeyi soyulan, çatırdayan merdivenleri çıkıyorum koşarak, istasyona vardığımda nefesim hâlâ yerinde. Temiz yaşamanın sonucu sanırım. Basit bir perhiz, sigara yok, içki az, asit, meskalin, speed yok. İstasyon günün bu saatinde neredeyse bomboş. Çok geçmeden hızla bu yana gelen metro tekerlerinin, metale değen metalin çığlıklarını ve aynı anda, yaklaşan metronun beş ya da altı vagonuna doluşup kuzeyden bana doğru akan zihin falanksının beynimde patlayan etkisini duyuyorum. Yolcuların birlikte darmadağın tek bir kitle oluşturan sıkışmış ruhları ısrarla üzerime yükleniveriyor. Bir denizbilimcinin ağında birbirlerinin üstünde vahşice ezilen jölemsi plankterler gibi titreşiyor, ayrı ayrı kimliklerinin kaybolduğu tek bir karmaşık organizmaya dönüşüyor hepsi. Metro istasyona doğru süzülürken tekil düşünce balonlarını, ayrık benliklerin ciyaklamalarını yakalayabiliyorum. İğne gibi saplanan şiddetli bir arzu, nefret dolu tiz bir feryat, bir pişmanlık sancısı, azimli bir ruhun iç mırıltıları, Mahler senfonilerinde orkestranın kasvetli bulanıklığını delip geçen o acayip melodiler gibi kopup yükseliyor karman çorman bütünlükten. Güç bugün içimde yanıltıcı şekilde yoğun. Çok fazla şey yakalıyorum. Haftalardır bu kadar güçlü olmamıştı. Düşük nem oranının etkisi olduğu kesin. Ama yeteneğimdeki gerilemenin bir anda sona erdiğini sanma hatasına düşecek değilim. Saçlarım ilk dökülmeye başladığında da erozyon sürecinin durduğu, hatta tersine döndüğü mutlu bir dönem olmuş, kelleşerek büyüyen alnımda incecik, koyu renkli tüy adacıkları filizlenmeye başlamıştı. Ne var ki kısa süreli bir umut seline kapıldıktan sonra daha gerçekçi bir bakış açısı edindim: Mucizevi bir ormanlaşma değildi bu; kısa bir hormon seğirmesi, bel bağlanamayacak geçici bir çürüme molasıydı. Neticede bir süre sonra alnımdaki saç çizgisi yeniden gerilemeye başladı. Şimdi olan da bu. İnsan içinde bir şeyin ölmekte olduğunu bildiği zaman gelip geçici anlardaki rastgele canlanmalara itimat etmemeyi öğreniyor. Algım bugün gayet güçlü olsa da yarın hevesimi kursağımda bırakan uzak mırıltılardan başka şey duyamayabilirim.
İkinci vagonun köşesinde boş yer buluyorum, kitabımı açıp şehre doğru yolculuğumun başlamasını bekliyorum. Beckett okuyorum yine, Malone Ölüyor [4]; içinde bulunduğum ruh haline, ki fark etmişsinizdir ki kendine acıma hissinden başkası değil bu, en gidecek şey. Zamanım kısıtlı. Her şeyin gülümseyip ışıldadığı güzel bir gün işte orada belirdi gökyüzünde dolaşan kara bulutlar; alçalmışlardı, unutulacak gibi değildiler, olanca maviliği yok etmişlerdi. Durumum gerçekten de çok tehlikeli. Korkudan, aynı yanlışa bir kez daha düşme korkusundan, zamanında bitirememe korkusundan, son bir kez hüznü, güçsüzlüğü ve nefreti tatma korkusundan, ne kadar güzel ve önemli şeyleri kaçıracağım kim bilir. Değişmez olan, biçimden yoksunluğunu unutmaya çalışır farklı farklı biçimlerde. Ah şu aziz Samuel, iç karartıcı da olsa bir iki teselli lafı var hep hazırda.
180. Sokak civarlarında başımı kitaptan kaldırdığımda çaprazımda oturan ve görünüşe bakılırsa beni inceleyen bir kız görüyorum. Yirmilerinin başlarında; uzun bacakları, kararında göğüsleri, kestane rengi gür saçlarıyla soluk bir çekiciliği var. Ve onun da kitabı var – kapağından tanıyorum, Ulysses– ama ihmal edilmiş bir şekilde kızın kucağında duruyor. Kız benimle ilgileniyor mu? Zihnini okumuyorum şu an; trene binerken girdileri otomatikman minimuma indirdim. Çocukken öğrendiğim bir numara bu. Metroda ya da diğer kapalı umumi alanlarda kendimi gelişigüzel kalabalık gürültülerine karşı korumazsam hiçbir şeye konsantre olamıyorum. Zihninden gelen sinyalleri almaya kalkışmadan kızın benim hakkımda ne düşündüğüne dair tahmin yürütüyorum, sık oynadığım bir oyun. Ne kadar zeki birine benziyor… Çok acı çektiği belli, yüzü bedeninden çok daha yaşlı… gözlerindeki sevecenlik… öyle üzgün bakıyor ki… Şair ya da akademisyen olmalı… Eminim çok tutkulu bir erkektir… içindeki bastırılmış sevgi düzüşürken ortaya çıkıyordur… Ne okuyor, Beckett mi? Evet evet, kesin şair bu adam, ya da roman yazarı… belki de ünlü biridir… Çok girişken davranmayayım. Aceleciliğim hevesini kaçırır şimdi. Utangaç bir gülümseme, işte bu onu tavlar… Sonra da olaylar gelişir… Öğle yemeğine davet edeceğim önce… Sonra sezgisel algılarımın doğru olup olmadığını kontrol etmek için kızın zihnine odaklanıyorum. Başta hiç sinyal yok. Her gün biraz daha zayıflayan lanet güçlerim bana yine ihanet ediyor! Ama dur, geliyor işte, önce etrafımdaki bütün yolcuların düşük seviyeli, parazitli, karman çorman düşüncelerini duyuyorum, sonra kızın ruhunun net, tatlı tınısını. Sabahın ilerleyen saatlerinde 96. Sokak’ta gireceği karate dersini düşünüyor. Karate hocasına aşık; adam kaslı kuvvetli, çiçek bozuğu suratlı bir Japon. Bu gece görüşecekler. Hafızasında sakenin tadı ve adamın kızın üzerinde şahlanan güçlü, çıplak vücudunun imgesi yüzüyor hayal meyal. Zihninde bana dair hiçbir şey yok. Ben sadece dekorun bir parçasıyım, kafamın üstündeki duvara asılı metro haritası gibi. Selig, egosantrikliğin her seferinde öldürüyor seni. Kızın gerçekten de utangaç utangaç gülümsediğini fark ediyorum, ama benim için değil. Onu süzdüğümü görünce yüzündeki gülümseme anında kayboluyor. Dikkatimi yeniden kitabıma veriyorum.
Metro, 137. Sokak’ın kuzeyindeki istasyonların arasında bir tünelde uzun, terli, beklenmedik bir mola ısmarlıyor bana; sonunda tekrar yola koyuluyor ve beni 116. Sokak’ta, Columbia Üniversitesi’nde bırakıyor. Gün ışığına doğru çıkıyorum. Bu merdivenlerden ilk kez çeyrek yüzyıl önce, 1951 Kasım’ında, yüzü sivilce kaplı, asker tıraşlı, Brooklynli bir lise son sınıf öğrencisi olarak dehşet içinde çıkmış, üniversiteye kabul mülakatına girmiştim. Üniversiteye giriş mülakatı. Holün parlak ışıkları altında. Mülakatçı müthiş soğukkanlı, kendine güveni tam, olgun biriydi –daha neler, 24-25 yaşında bir çocuktu muhtemelen. Sonuçta üniversitelerine girmeme izin verdiler. Her gün kullandığım metro istasyonu buydu, Eylül 1952’den, nihayet evden kurtulup kampüse yakın bir yere taşınama kadar. O günlerde metronun dehlizlerine inen girişi gösteren eski, dökme demir bir gişe vardı sokak seviyesinde; iki trafik şeridinin arasındaydı ve akılları Kierkegaard’da, Sophokles’te ve Fitzgerald’da kalan dalgın öğrenciler habire arabaların önüne atlayıp ölüyorlardı. Artık gişe yok ve metro girişleri daha akıllıca bir seçimle kaldırımlara taşındı.
116. Sokak boyunca yürüyorum. Sağımda Güney Saha’nın geniş çimleri; solumda Low Kütüphanesi’ne çıkan alçak basamaklar. Güney Saha’nın kampüsün ortasında kalan bir spor sahası olduğu zamanları hatırlıyorum: kahverengi toprak, kaleler arasındaki çimsiz yollar, çitler. Birinci sınıftayken orada softball oynardım. Üstümüzü değiştirmek için üniversite binasının soyunma odalarına gider, spor ayakkabıları, polo yaka tişörtleri, rengi atmış gri şortları giydikten sonra takım elbiseleri ya da ROTC [5] üniformaları içindeki öğrencilerin yanından geçerken kendimizi çıplak gibi hissederek sonu gelmeyen merdivenlerden koşa koşa inip bir saatlik açık hava aktivitemizi gerçekleştirmek üzere Güney Saha’ya girerdik. Softballda başarılıydım. Pek kaslı değilsem de reflekslerim hızlı ve gözüm iyiydi; üstelik atıcının aklından geçeni bilmek gibi de bir avantajım vardı. Mesela atıcı şöyle düşünürdü, bu herif vuramayacak kadar sıska, yüksekten ve hızlı atayım, bense içten içe hazırlanıp hemen sol sahaya fırlar, kimse ne olduğunu anlayamadan kaleleri dolaşırdım. Ya da karşı takım vur-kaç gibi acemice bir taktik denerdi ve ben hiç çaba harcamadan yer topunu kapıp çifte oyuna başlardım. Nihayetinde sadece softball oynuyorduk ve sınıf arkadaşlarım çoğunlukla bırakın zihin okumayı koşmayı bile beceremeyen tombul ve hantal tiplerdi ama diğerlerine kıyasla iyi bir sporcu olmanın verdiği yabancısı olduğum o his hoşuma gidiyordu, Dodgers’da shortstop oynadığım fantezilerine dalıyordum. Brooklyn Dodgers’ı hatırlıyorsunuz, değil mi? Ben ikinci sınıftayken üniversitenin iki yüzüncü doğum günü şerefine Güney Saha’yı parçalayıp asfalt kaplı yürüme yoluyla bölünen, çimenlikli, süslü püslü bir yere çevirdiler. 1954’te oldu bu. Tanrım, ne kadar uzun süre geçmiş üzerinden. Yaşlanıyorum. Yaşlanıyorum. Pantolonu paçaları katlı giyeceğim, sanıyorum. Şarkı söylüyorlar deniz kızları birbirlerine. Sanmam ki bana söylesinler bir gün de.[6]
Basamakları çıkıp bronz Alma Mater heykelinin on beş adım kadar soluna oturuyorum. Hava nasıl olursa olsun benim ofisim burası. Öğrenciler beni nerede bulacaklarını bilirler, geldiğim haberi de çabucak yayılır. Benimle aynı hizmeti sunan beş altı kişi daha var –çoğunlukla şansı yaver gitmemiş meteliksiz mezunlar– ama aralarında en güvenilir ve en hızlı çalışan kişi benim ve ateşli takipçilerimin sayısı az değil. Gerçi bugün işler kesat başlıyor niyeyse. Yirmi dakika kadar kıpırdana kıpırdana oturup Beckett’i inceliyor, arada bir de Alma Mater’e bakıyorum. Yıllar önce uç görüşlü bir bombacı heykelin böğründe delik açmıştı ama şimdi hasardan hiçbir iz yok. Haberi duyunca şok olduğumu, sonra da buna şok olmama şok olduğumu hatırlıyorum –aptal bir okulun sembolü olan aptal bir heykeli niye umursayacaktım? Galiba yıl 1969’du. Cilalı taş devri suları.
“Bay Selig?”
İri kıyım, kaslı, sporcu bir tip tepeme dikiliyor. Dev gibi omuzlar, tombalak, masum bir surat. Yaptığı şeyden çok utanıyor. Karş. Edb. 18 dersini alıyor, Kafka’nın romanları üzerine acil bir ödeve ihtiyacı var ve kitapları okumadı. (Futbol sezonu başladı; çocuk orta sahada oynuyor ve çok ama çok meşgul.) Şartlarımı söylüyorum, hemen kabul ediyor. O orada dikilirken gizli gizli zihnini okuyup zekâsını, olası kelime dağarcığını, üslubunu ölçüp biçiyorum. Göründüğünden daha zeki. Zaten çoğu öyle. Yeterince vakitleri olsa ödevlerini kendi başlarına gayet güzel yazabilirler. Notlar alıp çocuk hakkındaki izlenimlerimi kaydediyorum, sonra mutlu mesut uzaklaşıyor. Bundan sonra işler hareketleniyor. Çocuk kendi kulübünden bir “kardeş”ini gönderiyor, o kardeş üye olduğu başka bir kulüpten başka bir kardeşini ve papatya zincirimiz öğleden sonraya kadar uzuyor. Kıvırabileceğim kadar iş aldığımı fark ediyorum. Sınırlarımı bilirim. Yani her şey yolunda. İki üç hafta boyunca kız kardeşimin gönülsüz cömertliğine başvurmadan düzenli yemek yiyebileceğim. Judith benden ses çıkmadığına sevinecek. Şimdi doğru eve, hayalet yazarlık yapmaya. Bu işte iyiyim; akıcı, ciddi, ödevi yapanın ikinci sınıf öğrencisi olduğuna ikna edecek derinlik ve sığlıkta ve farklı tarzlarda yazabiliyorum. Edebiyatta, psikolojide, antropolojide, felsefede, bütün ılıman konularda yolumu buluyorum. Neyse ki kendi dönem ödevlerimi atmamışım; yirmi küsur sene sonra bile içlerinden hâlâ işe yarar bir şeyler çıkıyor. Sayfa başına 3.50 dolar alıyorum, eğer zihin sondajlarım sonucunda müşterimin parası olduğunu öğrenirsem bazen daha fazla. Asgari bir B+ garanti, aksi takdirde ücreti iade ediyorum. Ama bunu yapmak zorunda kalmadım hiç, en azından şimdiye kadar.
İKİ
Küçük David’i yedi buçuk yaşındayken ve üçüncü sınıf öğretmeninin başına epey bir bela olurken muayene için okul psikiyatrı Dr. Hittner’e gönderdiler. Brooklyn’in Park Slope kısmının yeşil sokaklarından birindeki pahalı bir özel okuldu bu; sosyalist ve ilerici duruşu biraz bayat bir Marksçılık, Freudçuluk ve John Deweycilik temelli kolpa bir pedagojiyle çeşnilendirilmişti ve orta sınıf çocukların sorunları konusunda uzman olan psikiyatr, her Çarşamba öğleden sonra o haftanın sorunlu çocuğunun ruhunu eşelemek üzere okulu ziyaret ederdi. Şimdi sıra David’deydi. Ailesi izin vermişti tabii. Onlar da David’in tavırları konusunda endişeliydi. David’in parlak zekâlı bir çocuk olduğu konusunda herkes hemfikirdi: yaşının ilerisindeydi, okuma-anlama sınavlarından aldığı notlar on iki yaşındakileri yakalıyordu ve yetişkinler onun neredeyse korku verici ölçüde zeki olduğunu düşünüyordu. Ne var ki öğretmenleri sınıfta onu zapt edemiyordu, kaba ve saygısızdı; fazla basit bulduğu ödevlerden ölesiye sıkılıyordu; arkadaşlık ettiği yegane çocuklar sınıfın serserileriydi ki onlara da zalimce eziyet ediyordu ve sınıfın geri kalanı ondan nefret ediyor, öğretmenleriyse öngörülemezliğinden tırsıyordu. Bir gün sırf üzerinde yazdığı gibi köpük çıkarıp çıkarmayacağını görmek için koridordaki yangın söndürme aletini baş aşağı etmişti. Sonuç: Köpük çıkıyordu. Bir seferinde de okula küçük yılanlar getirip toplantı salonuna salmıştı. Dahası, sınıf arkadaşlarını ve hatta öğretmenlerini mütemadiyen korkunç bir başarıyla taklit ediyordu. Derken bir gün “Dr. Hittner seninle biraz sohbet etmek istiyormuş,” dedi annesi. “Çok özel bir çocuk olduğunu duymuş ve seni daha yakından tanımak istiyormuş.” David psikiyatrın adı yüzünden ortalığı velveleye verip direndi. “Hitler mi? Hitler mi? Hitler’le konuşmak istemiyorum!” 1942 sonbaharıydı ve bu çocukça kelime oyunu kaçınılmazdı ama David buna rahatsız edici bir inatla sarılmıştı. “Dr. Hitler beni görmek istiyor. Dr. Hitler beni tanımak istiyor.” Annesi, “Hayır, Duvid, Hittner, Hittner, nile,” diyordu. David inadına rağmen gitti. Psikiyatrın ofisine çalımla girdi ve Hittner sevimlice gülümseyip “Merhaba David,” diyince kolunu Nazi askerleri gibi sertçe yukarı kaldırıp bağırdı: “Heil!”
Dr. Hittner güldü. “Yanlış adamı buldun, dostum,” dedi. “Benim adım Hittner, nile.” Belki bu tip şakaları daha önce de duymuştu. Uzun, at gibi bir suratı, geniş, dolgun dudaklı bir ağzı ve yüksek kavisli bir alnı olan iri yarı bir adamdı. Sulu mavi gözleri çerçevesiz gözlüklerinin ardında kırpışıyordu. Teni yumuşak ve pembeydi, keskin bir kokusu vardı ve cana yakın, neşeli ve babacan görünmek için ciddi bir çaba harcamasına rağmen David Dr. Hittner’in babacanlığının sadece numara olduğunu hemen anlamıştı. Çoğu yetişkinde hissettiği bir şeydi bu: Habire gülümseyip durur ama içlerinden şöyle şeyler geçirirlerdi, Ne kadar ürkütücü bir velet bu; şu ufaklık tüylerimi ürpertiyor. Bazen annesiyle babası bile böyle şeyler düşünüyordu. Yetişkinlerin niye ağızlarıyla başka şey, zihinleriyle başka şey dediğini anlamıyordu David, ama alışmıştı buna. Zamanla tahmin ve kabul etmeyi öğrendiği bir şeydi.
“Haydi biraz oyun oynayalım, ne dersin?” dedi Dr. Hittner.
Tüvit takımının yelek cebinden metal bir zincire bağlı küçük, plastik bir küre çıkarıp David’e gösterdi. Zinciri çekmesiyle birlikte küre farklı renklerde sekiz ya da dokuz parçaya ayrıldı. “Şimdi dikkatlice izle, parçaları birleştireceğim,” dedi Dr. Hittner. Kalın parmakları küreyi ustalıkla birleştirdi. Sonra tekrar ayırıp masanın üzerinden David’e uzattı. “Sıra sende. Bakalım sen de yapabilecek misin?”
David doktorun işe E şeklindeki beyaz parçayı alıp D şeklindeki mavi parçaya takarak başladığını hatırlıyordu ama gerisi hakkında bir fikri yoktu; kafası karışık bir halde öylece oturuyordu ki Dr. Hittner bütün yardımseverliğiyle doğru hareketin mental görüntüsünü vermeye başladı. David aynısını yaptı, gerisi kendiliğinden geldi. Bir iki kez takılacak olduysa da cevabı doktorun zihninden çekip almayı becerdi. Eğer bu kadar ipucu verecekse niye sınıyor beni, diye düşündü David. Neyi kanıtlıyor? David küreyi geri uzattığında bütün parçaları tamdı. “Sende kalmasını ister misin?” diye sordu Dr. Hittner.
“İhtiyacım yok,” dedi David. Yine de attı cebine.
Birkaç oyun daha oynadılar. Biri üzerilerinde hayvan, kuş, ağaç ve ev resimleri olan iskambil kartı boyutundaki küçük kartlarla oynanıyordu; David’in önce kartları bir hikâye oluşturacak şekilde dizmesi, sonra da doktora hikâyeyi anlatması gerekiyordu. Kartları masaya gelişigüzel yayıp öyküyü anlatma aşamasında uydurmaya başladı. “Ördek ormana girmiş, işte burada gördüğünüz gibi bir kurtla karşılaşmış, sonra kurbağaya dönüşüp kurdun üstünden atlamış ve doğruca filin ağzına girmiş ve kaçmak için filin kıçından çıkıp göle düşmüş, gölden çıkınca orada güzel prensesi görmüş, prenses eve gel de sana zencefilli çörek vereyim demiş, ama kurbağa kızın zihnini okumuş ve onun aslında çok kötü kalpli bir cadı olduğunu anlamış ve…” Öbür oyunda üzerilerinde büyük mavi mürekkep lekeleri olan kâğıt parçaları vardı. “Bu şekillerden biri sana gerçek şeyleri anımsatıyor mu?” diye sordu doktor bu kez. “Evet,” dedi David, “bu bir fil, kuyruğu şurası, kırış kırış olmuş, burası kıçı, burası da çişini yaptığı yer.” Kıçtan ya da çişten bahsettiği zaman Dr. Hittner’in çok ilgilendiğini keşfettiğinden, her mürekkep lekesi resimde bu tip şeyler gördüğünü söyleyerek Dr. Hittner’e ilgilenecek bir sürü malzeme veriyordu. Bu oyun David’e çok aptalca gelse de belli ki Dr. Hittner için önemliydi; David’in her dediğini kargacık burgacık el yazısıyla not alıyordu. Psikiyatrı bunları yazarken David onun zihnini inceliyordu. Doktorun zihninden aldığı kelimelerin çoğu anlaşılmazdı, ama annesinin öğrettiği, yetişkinlerin vücut kısımları için kullandığı bir iki kelimeyi tanıdı: penis, vulva, kalça, rektum, böyle şeyler. Dr. Hittner’in bu kelimelerden çok hoşlandığı ortadaydı, David de madem öyle diyip onları kullanmaya başladı. “Bu ağzıyla küçük bir koyun kaparak uçup giden bir kartal resmi. Şu alttaki kartalın penisi, bu da koyunun rektumu. Sonrakinde bir adamla bir kadın var, ikisi de çıplak; adam penisini kadının vulvasının içine sokmaya çalışıyor ama girmiyor…” David, Dr. Hittner’in elindeki dolma kalemin kâğıt üzerinde fişek gibi dolaşmasını izledi. Sonra doktorun yüzüne bakarak sırıttı ve diğer mürekkep lekesine geçti.
Daha sonra kelime oyunu oynadılar. Doktor bir kelime söylüyor ve David’den aklına gelen ilk kelimeyi söylemesini istiyordu. Oysa David kendi aklından ziyade Dr. Hittner’in aklına gelen ilk kelimeyi söylemeyi daha eğlenceli bulmuştu. Kelimeyi almak bir saniyeden daha kısa sürüyordu ve Dr. Hittner hiçbir şeyin farkında değil gibiydi. Oyun şöyle devam etti:
“Baba.”
“Penis.”
“Anne.”
“Yatak.”
“Bebek.”
“Ölü.”
“Su.”
“Rahim.”
“Tünel.”
“Kürek.”
“Tabut.”
“Anne.”
Söylemesi gereken kelimeler bunlar mıydı? Oyunu kim kazanmıştı şimdi? Peki Dr. Hittner neden bu kadar üzgün görünüyordu?
En sonunda oyunu bırakıp konuşmaya başladılar. “Sen çok zeki bir çocuksun,” dedi Dr. Hittner. “Bunu söyleyerek seni şımartmaktan korkmama gerek yok, çünkü zaten biliyorsun. Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
“Hiçbir şey.”
“Hiçbir şey mi?”
“Sadece oyun oynamak, bir sürü kitap okumak ve yüzmek istiyorum.”
“Ama nasıl para kazanacaksın?”
“İhtiyacım olunca başkalarından alırım.”
“Bunu nasıl yapılacağını bir gün keşfedersen sırrını benimle paylaşırsın umarım,” dedi doktor. “Okulda mutlu musun?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Öğretmenler çok katı. Dersler çok aptal. Çocuklar da beni sevmiyor.”
“Niye sevmediklerini hiç düşündün mü?”
“Çünkü onlardan daha zekiyim,” dedi David. “Çünkü…” Eyvah. Neredeyse ağzından kaçıracaktı. Çünkü onların ne düşündüklerini görebiliyorum. Bunu kimseye söylememeli. Dr. Hittner cümlesini bitirmesini bekliyordu. “Çünkü sınıfta çok sorun çıkarıyorum.”
“Peki bunu neden yapıyorsun, David?”
“Bilmem. Vakit geçirmek için galiba.”
“Belki bu kadar çok sorun çıkarmazsan insanlar seni daha çok sever. İnsanların seni sevmesini istemez misin?”
“Umurumda değil. İhtiyacım yok.”
“Herkesin arkadaşa ihtiyacı vardır, David.”
“Arkadaşlarım var zaten.”
“Ama Bayan Fleischer çok arkadaşın olmadığını, olanlara da vurduğunu ve onları mutsuz ettiğini söylüyor. Neden vuruyorsun arkadaşlarına?”
“Çünkü onları sevmiyorum. Hepsi aptal.”
“Eğer öyle düşünüyorsan onlar senin arkadaşın değil demektir.”
Daviz omuzlarını silkip, “Onlarsız da idare edebilirim. Kendi kendime daha çok eğleniyorum.”
“Evde mutlu musun?”
“Galiba.”
“Annenle babanı seviyorsun, değil mi?”
Kısa bir sessizlik. Doktorun zihninden akan yoğun bir gerginlik hissi. Önemli bir soru bu. Doğru cevabı ver, David. Adamın istediği cevabı ver.
“Evet,” dedi David.
“Küçük bir kardeşin olmasını ister misin peki?”
Bunda hiç tereddüdü yok. “Hayır.”
“Gerçekten istemez misin? Yalnız başına olmayı seviyor musun?”
David başını salladı. “Öğleden sonraları en güzeli. Okuldan geliyorum ve evde kimse olmuyor. Kardeşim mi olacak yoksa?”
Doktor güldü. “Hiçbir fikrim yok. Bu annenle babana kalmış bir şey, öyle değil mi?”
“Lütfen onlara bana kardeş yapmalarını söylemeyin. Yani siz onlara bir kardeşim olmasının benim için iyi olabileceğini söylerseniz kardeş alıp gelirler hemen. Ama bunu hiç istemiyorum, gerçekten…” David o anda anladı, başı beladaydı.
“Neden anne babana bir kardeşinin olmasının senin için iyi olabileceğini söyleyeceğimi düşündün?” diye sordu doktor yavaşça, artık gülümsemiyordu.
“Bilmem, aklıma geldi işte.” Ama senin aklından geldi, doktor. Ve şimdi buradan hemen çıkmak istiyorum. Seninle daha fazla konuşmak istemiyorum. “Hey, adın aslında Hittner değil, değil mi? Nile yazılmıyor aslında. Bahse girerim ben gerçek adını biliyorum. Heil!”
ÜÇ
Düşüncelerimi başka birine gönderebilmeyi hiç başaramadım. Gücümün doruk noktasında olduğum zamanlarda bile aktarım yapamıyordum. Sadece alabiliyordum. Belki etrafta böyle, zihin okuma yeteneği olmayan insanlara bile düşüncelerini iletme gücü olan birileri vardır, ama ben onlardan olamadım hiç. Toplumun en çirkin ördek yavrusu olmaya, istenmeyen bir kulak misafiri, bir röntgenci olmaya mahkumdum. Eski İngiliz atasözünün dediği gibi: Kapı deliğinden bakan kişi, görmek istemediklerini de görür. Aynen. Başkalarıyla iletişmeye çok hevesli olduğum yıllarda düşüncelerimi insanlara iletebilmek için korka korka ter dökerdim. Sınıfta oturup gözlerimi bir kızın başının arkasına dikerek konsantre olurdum. Merhaba Annie, ben David Selig, beni okuyabiliyor musun? Beni okuyabiliyor musun, Annie? Seni seviyorum. Mesaj sonu, Tamam. Ama Annie beni hiç okuyamadı; zihninin içindekiler, durgun bir nehir gibi, David Selig’in varlığından rahatsız olmadan akıp gitti.
Şu halde diğer zihinlerle konuşabilmemin hiçbir yolu yoktu, sadece casusluk yapabilir, onları gizli gizli dinleyebilirdim. İçimdeki gücün açığa çıkış şekli oldum olası çok değişkendi. Hiçbir zaman üzerinde çok bilinçli bir kontrolüm olmadı, bir tek girdi yoğunluğunu kısmayı ve belli bir ölçüde odaklanmayı beceriyor, ama temelde beynime sürüklenen her şeyi almak zorunda kalıyordum. Çoğunlukla insanların yüzey düşüncelerini, söylemek üzere olup da önce içlerinden geçirdikleri şeyleri alıyordum. Bu düşünceler net bir şekilde konuşulmuşçasına, karşımdaki o sözleri söylemişçesine geliyordu; sadece ses tonu farklıydı, ses sisteminden geçmediği hemen belli oluyordu. Öyle ki çocukluğumda bile sözlü iletişimi zihinsel iletişimle karıştırdığımı anımsamıyorum. Yüzey düşüncelerini okuma yeteneğim baştan beri epey tutarlıydı. Sözlü ifadelerin çoğunu ağızdan çıkmadan duyabiliyorum, özellikle de konuşmadan önce söyleyeceklerinin provasını yapan biriyle birlikteysem.
Ayrıca bir çeneye sağ kroşe atma kararı gibi şipşak planları da bir dereceye kadar önceden görebiliyordum; hâlâ belli bir ölçüde bilebiliyorum bunları. Bilme şeklim değişiyor. Ya sözel ve tutarlı bir içsel ifade duyuyorum –şimdi bu adamın çenesine sağ kroşe atacağım– ya da, gücüm o gün daha derin düzeylerde işliyorsa, kaslara yönelik sözel olmayan komutları duyuyorum; bunların birleşip sağ kola çeneye kroşe attırma süreci saniyeden az zaman alıyor. Telepatik dalga boylarında vücut dili denebilir belki.
Yapabildiğim bir başka şey, hiçbir zaman sürekli olmasa da, frekansımı zihnin en derin katmanlarına, tabiri caizse ruhun yaşadığı yere ayarlamak. Bilincin belli belirsiz bilinçdışı olgulardan oluşan bulanık çorbada yıkanmış bir halde yattığı, umutların, korkuların, algıların, amaçların, tutkuların, anıların, felsefi konumların, ahlaki duruşların, açlıkların, acıların, kişiyi kendi yapan bütün o olay ve tavırların biriktiği karmaşanın pusuda beklediği yere. Genelde en yüzeysel zihinsel temas kurulduğunda bile bunların bir kısmı sızıyor bana; karşımdaki ruhun renk tonlarına dair belli bir miktar bilgi ben istemesem de geliyor. Ama ara sıra –itiraf etmek gerekirse artık hemen hiç olmuyor– oltam asıl hikâyeye, kişinin ruhunun bütününe takılıyor. İnsanı kendinden geçiren bir coşkunluk hali bu. Tüyleri diken diken eden müthiş bir temas. Röntgenciliğin son haddi olduğundan içime bıçak gibi saplanan, uyuşturan bir suçluluk hissi eşliğinde tabii. Bir insan bir başkasının mahremine daha ne kadar girebilir? Yeri gelmişken söyleyeyim, ruh evrensel bir dil konuşur. Örneğin Bayan Esperanza Dominguez’in zihnine bakıp İspanyolca gevelemeler aldığımda kadının ne düşündüğü hakkında pek bir fikrim olmuyor, çünkü İspanyolca’yı çok anlamıyorum. Ama eğer ruhunun derinliklerine inebilirsem bulduğum her şeyi tamamıyla kavrıyorum. Zihin İspanyolca, Baskça, Macarca ya da Fince konuşabilir, ama ruh, gizemlerini röntgenlemeye gelen her türlü sinsi ve meraklı ucubenin algısına açık, dilsiz bir dilde düşünür.
Neyse ne. Artık beni hepten terk ediyor.
DÖRT
Paul F. Bruno
Karşılaştırmalı Edebiyat 18, Prof. Schmitz
15 Ekim 1976
Kafka’nın Romanları
Dava ve Şato’nun kâbus dünyasında sadece tek bir şey kesindir: Anlamlı bir şekilde, Kafka’nın baş harfi K ile anılan başkarakter hayal kırıklığına mahkumdur. Diğer her şey karanlık ve belirsizdir; harap haldeki apartmanlarda mahkeme salonları peyda olur, gizemli muhafızlar insanın kahvaltısını yiyip bitiriverir, Sordini olduğu düşünülen bir adam aslında Sortini’dir. Bununla birlikte, temel olgu kesindir: K, kayraya ulaşma çabasında başarısız olacaktır.
İki romanın da teması aynıdır ve temel yapıları birbirine benzer. K ikisinde de kayrayı arar ve nihayetinde ondan esirgeneceğini anlar. (Şato bitirilmeden bırakılmıştır, ama sonunun ne olacağı bellidir.) Kafka, kahramanlarını durumun içine zıt şekillerde çeker: Dava’da Joseph K. iki muhafızın beklenmedik ziyaretiyle kitabın aksiyonu içine itilinceye dek pasiftir; Şato’da ise K önce gizemli Şato’ya ulaşmak için kendi adına hareket eden aktif bir karakter gibi gösterilir. Oysa K, hiç şüphesiz, Şato tarafından çağrılmıştır; aksiyon K’nın kendi içinde hasıl olmamıştır ve bu yüzden aslında o da Joseph K. gibi pasif bir karakterdir. Aradaki fark Dava’da aksiyonun zaman akışında daha erken bir noktada, aslına bakılırsa mümkün olan en erken noktada ortaya çıkmasında yatar. Şato ise eskiden kalma in media res başlama kuralını daha yakından takip eder ve K’yı romanın en başından itibaren Şato’ya çağrılmış, ona ulaşmaya çalışır halde görürüz.
İki kitap da hızlı başlar. Joseph K. Dava’nın daha ilk cümlesinde tutuklanır, muadili K ise Şato’dan önceki son durağı olacağını sandığı yere romanın ilk sayfasında varır. Bu noktadan sonra iki K da amaçlarına ulaşmak için boşuna çabalayıp dururlar (Şato’da amaç sadece tepenin zirvesine varmak, Dava’da ise önce suçunun doğasını anlamak, sonra, bundan ümidini kesince de suçunu anlamadan da olsa beraat etmektir. Aslında ikisi de birbirini izleyen her aksiyonla amaçlarından biraz daha uzaklaşırlar. Dava, büyük olasılıkla Kafka’nın bütün eserlerindeki en dehşet verici sekans olan, K’nın suçlu olduğunu ve hiçbir zaman beraat edemeyeceğini anladığı o muhteşem Katedral sahnesiyle zirve noktasına ulaşır; bunu izleyen ve K’nın infazını anlatan bölüm karşı zirve görevi gören bir ilaveden fazlası değildir. Dava’nın aksine sonu getirilmeyen Şato’da ise Katedral sahnesinin bir muadili yoktur (belki de Kafka sonu geliştirememiştir) ve bu yüzden sanatsal açıdan, daha kısa, daha yoğun ve daha sıkı kurgulanmış Dava’ya göre daha az tatmin edicidir.
Üslubun yüzeydeki düzlüğüne rağmen iki roman da Kennet Burke’ün “amaç, tutku, idrak” şeklinde nitelendirdiği, trajik ritmin temel üçlü yapısı üzerine kuruludur. Dava bu şemayı tamamlanmamış Şato’dan daha büyük bir başarıyla takip eder; amaç, yani beraat etmek, her kurgu kahramanının başından geçtiği gibi tutkunun törpülenmesinden geçer. Sonunda Joseph K. önceki muhalif, kendinden emin tavrından korkak ve çekingen ruh haline düşüp de Mahkeme güçlerine teslim olmaya hazır olduğunda, nihai idrak anı yakındır.
Josepk K’yı zirve sahnesine getirmekte kullanılan gizemli aracı klasik bir Kafkaesk figür, “kente ilk kez gelen ve onu Banka için önemli kılan nüfuzlu bağlantıları olan İtalyan bir meslektaştır”. Kafka’nın bütün eserlerinde görülen tema, insan iletişiminin imkânsızlığı, burada da tekrarlanır: Joseph gecenin yarısını adamın ziyaretine hazırlık amacıyla İtalyanca çalışarak geçirmesine ve bu yüzden yarı uyur halde olmasına rağmen, yabancı Joseph’in anlayamadığı, bilinmedik bir güney aksanıyla konuşur. Sonra, olayı taçlandıran komik bir hamleyle, yabancı Fransızca konuşmaya başlar ama Fransızca’sını takip etmek de bir o kadar zordur ve adamın pala bıyıkları Joseph’in dudak okuma çabalarına engel olur.
Joseph K, İtalyan’a göstermesini istedikleri Katedral’e vardığında (bu arada İtalyan bizi hiç şaşırtmayarak asla gelmez) gerilim yükselir ve Joseph boş, soğuk ve dışarıda esrarengiz bir hızla karanlık çökerken sadece uzaktan titreşen mumlarla aydınlanan binada dolaşmaya başlar. Derken bir papaz Joseph’e seslenir ve ona Bekçi’nin alegorisini anlatır. Hikâyeyi anlamadığımızı hikâye anlatılıp bittikten sonra anlarız; hiç de başta göründüğü gibi basit değil, sona geldikçe anlaşıldığı üzere karmaşık ve zor bir hikâyedir bu. Joseph’le papaz hikâyeyi, Talmud’la ilgili bir meseleyi konuşan iki haham-bilgin gibi, uzun uzadıya tartışırlar. Hikâyenin içerimleri yavaş yavaş kafamıza dank eder ve Joseph’le birlikte biz de, onun Yasa kapısından süzülen ışığı her şey için çok geç olana dek göremeyeceğini anlarız.
Roman yapısal olarak tam bu noktada biter. Joseph beraatın mümkün olmadığı yönündeki nihai idrake ulaşır; suçu doğrulanır. Kayraya erişemeyecektir. Arayışı sonlanmıştır. Trajik ritmin son öğesine, tutkuyu bitiren idrake ulaşılmıştır.
Kafka’nın zamanında Joseph’in davasının sonraki aşamalarını gösteren ve kahramanın infazıyla sona eren başka bölümler yazmayı planladığını biliyoruz. Yazarın biyografisini kaleme alan Max Brod kitabın sonsuza dek uzatılabileceğini söyler. Bu, hiç şüphesiz, doğrudur; Joseph K.’nın suçunun doğasından ötürü suçlu hiçbir zaman yüksek mahkemeye çıkamayacaktır, tıpkı diğer K’nın Şato’ya hiçbir zaman ulaşamadan dolanıp duracak olması gibi. Ama roman yapısal olarak Katedral’de biter; Kafka yazmaya niyetlendiği devamı yazmış olsaydı bile Joseph’in kendine dair bildiklerine önemli bir şey katmazdı bu. Katedral sahnesi bize romanın birinci sayfasından beri bildiğimiz şeyi gösterir: Beraat diye bir şey yoktur. Aksiyon bu idrakle bağlanır.
Çok daha uzun ve yapısı daha gevşek bir roman olan Şato, Dava kadar güçlü değildir. Konu dağınıktır. K’nın tutkusu daha belirsiz tanımlanır ve K daha tutarsız bir karakter olarak resmedilir; ayrıca psikolojik açıdan Dava’da olduğu kadar merak uyandırıcı değildir. Dava’dayken içinde bulunduğu tehlikeyi anlar anlamaz davasının sorumluluğunu aktif bir şekilde üzerine almasına rağmen, Şato’da hemen bürokrasinin kurbanı haline gelir. Dava’da karakter önce pasiflikten aktifliğe ve Katedral’deki epifaniden sonra yine pasif bir teslimiyete geçer. K Şato’da böyle keskin değişimler yaşamaz; roman başlarken aktif bir karakterdir ama çok geçmeden Şato’nun altındaki köyün kâbusumsu labirentlerinde kaybolur ve gittikçe daha çok batıp itibarını kaybeder. Joseph K. kahraman denebilecek bir karakterken Şato’daki K patetikliğiyle kalır.
İki kitap aynı hikâyeyi anlatmaya yönelik farklı çabaları temsil eder; varoluşsal açıdan boşlukta bir adamın kendini aniden kaçışı olmayan bir durumda bulma ve onu içinde bulunduğu açmazdan çıkaracak kayraya ulaşmaya çabaladıktan sonra pes etme hikâyesidir bu. Bugünkü halleriyle, sağlam kurgusu ve yazarın teknik kontrolünden hiç çıkmamasıyla Dava’nın daha büyük bir sanatsal başarı olduğu su götürmez bir gerçek. Bununla birlikte Şato, daha doğrusu Şato’nun elimizde olan kısmı potansiyel olarak daha büyük bir roman. Eğer Kafka bu romanı bitirseydi, Şato’da Dava’daki her şey ve çok daha fazlası olabilirdi. Ama, öyle geliyor ki, Kafka Şato’yu onu bitirecek fikirlerden yoksun olduğu için yarıda bıraktı. Brueghelvari kır yaşamının fazla geniş kapsamlı arkaplanıyla Şato’nun dünyasını, Dava’nın kent yaşamını ele aldığı kendine güvenle işleyemedi. Dahası, Şato’da bir aciliyet eksikliği vardır; K’nın kötü talihi için hiçbir zaman çok endişelenmeyiz çünkü bu kötü son kaçınılmazdır; oysa Joseph K. daha elle tutulur güçlerle savaşır ve kitabın sonuna gelinceye değin Joseph K. için zaferin mümkün olduğu yanılsamasından çıkmayız. Ayrıca Şato fazla ağır, fazla hantaldır. Bir Mahler senfonisi gibi kendi ağırlığını taşıyamayıp çöker. Kafka’nın aklında Şato’yu bitirmesini sağlayacak bir yapı olup olmadığı da merak konusu. Belki de baştan beri romanı kapamaya hiç niyetlenmemiş, K’yı giderek genişleyen daireler çizip durmak, Şato’ya hiç ulaşamayacağı yönündeki trajik idrake varamamak üzere yaratmıştı. Belki ikinci romanın ilkine göre daha biçimsiz olmasının sebebi de budur; Kafka, K’nın, yani arketipik bir kurban/kahraman figürünün gerçek trajedisinin kayraya ulaşmasının imkânsızlığı şeklindeki nihai idrake varmasında değil, bu nihai idrake bile asla varamamasında yattığını keşfetmiştir. Bütün edebiyatta görülen trajik ritim, burada çağdaş insanın Kafka’ya aşırı aykırı gelen durumunu daha etkili ve isabetli bir şekilde tasvir etmek adına budanmıştır. Aslında bir tür kayraya ulaşan Joseph K. bu şekilde gerçek bir trajik itibar kazanır; buna karşılık gittikçe dibe batan K, Kafka için çağın genel trajedisi altında bireysel bir trajedi yaşayamayacak kadar ezilmiş olan çağdaş bireyi simgeliyor olabilir. K patetik, Joseph K. ise trajik bir figürdür. Joseph K. daha ilginç bir karakterdir, ama belki de Kafka’nın daha derinlemesine anladığı K’dır. Ve K’nın hikâyesi için hiçbir son imkânı yoktur belki de, anlamsız bir son olan ölümden başka.
Hiç fena değil. Daktiloda çift satır aralığıyla altı sayfa. Sayfası üç buçuk dolardan, iki saatten az süren işe karşılık temizinden bir yirmi bir dolar kazandıracak bana; güçlü kuvvetli sporcumuz Bay Paul F. Bruno’ya da Prof. Schmitz’den bir B+ kazandıracağı kesin. Bundan hiç şüphem yok çünkü ben de 1955 Mayıs’ında bir iki küçük üslupsal dokunuş haricinde aynı ödevle çok talepkar bir hoca olan Prof. Dupee’den B almıştım. Yirmi yıllık ekonomik enflasyondan sonra standartlar artık daha düşük. Bruno bu Kafka işinden A- bile patlatabilir. Ödevde tam gereken tarzda ağırbaşlı bir zeka, lisans derecesine uygun bir sofistike kavrayışla dogmatik bir naiflik karışımı var ve anlatım, Dupee’nin 1955’te kâğıdın yanına yazdığı nota göre, “net ve güçlü”. Pekala, bu iş de tamam. Şimdi biraz kızartılmış erişte, belki meze olarak da Çin böreği vakti. Sonra da Bir Toplum Simgesi olarak Odysseus’u ya da Aiskhylos ve Aristotelesçi Trajedi’yi hallederim. Eski dönem ödevlerimden bunlar için işe yarar bir şey çıkacağını sanmıyorum, ama çok da zor olamazlar. Koca daktilo, koca dümenci, şimdi ve her zaman yardımcı ol bana.[7]
BEŞ
Aldoux Huxley evrimin beyinlerimizi filtre görevi görecek şekilde tasarladığını ve bu şekilde gündelik ekmek mücadelemizde işimize yaramayan pek çok şeyi elemeden geçirdiğini düşünüyordu. Huxley’nin Cennet ve Cehennem [8] adlı ince kitabında “beyin eleme vanası” diye bahsettiği bu filtre olmasaydı hayali görüntüler, mistik deneyimler, diğer beyinlerden telepatik mesajlar alma gibi para-psikolojik olgular ve bu eksendeki diğer her türlü şey akın akın üstümüze gelip bizi boğardı. Yani beyin eleme vanası için yatıp kalkıp şükretmeliyiz. Eğer bu şekilde evrilmeseydik akıl almaz güzellikteki görüntüler, sonsuz azametli ruhani kavrayışlar, diğer insanlarla aramızdaki tamamıyla açık ve yakıcı zihin temasları yüzünden asla dikkatimizi toplayamazdık. İyi ki vana bizi –çoğumuzu– böyle şeylerden koruyor da biz de gündelik yaşamlarımıza devam edebiliyor, efendime söyleyeyim, ucuza alıp pahalıya satabiliyoruz.
Tabii bazılarımızın vanası doğuştan arızalı olabiliyor. Dünyayı senin benim gördüğüm gibi görmeyen Bosch ya da El Greco gibi ressamlardan bahsediyorum; nirvanaya ulaşmış sermest, hayal güçlü filozoflardan; ya da başkalarının düşüncelerini okuyabilen sefil ucubelerden bahsediyorum. Mutantız hepimiz. Genetiğin eşek şakaları.
Gelgelelim, Huxley beyin eleme vanasının etkinliğinin çeşitli suni yollarla da zayıflatılabileceğine ve bu şekilde normalde sadece bir avuç seçilmiş insanın eriştiği duyu ötesi verilere sıradan fanilerin de erişebileceğine inanıyordu. Saykedelik ilaçların böyle bir etkisi olabilirdi. Meskalin, diyordu Huxley, beyin fonksiyonlarını düzenleyen enzim sistemine müdahale eder ve böylelikle “zihni gezegenimizin yüzeyindeki yaşamın sorunlarına odaklama aracı olarak beynin etkinliğini azaltır. Öyle görünüyor ki bu… hayatta kalma açısından hiçbir değeri olmadığı için normalde hariç tutulan belli zihinsel olayların bilince girişine izin verir. Biyolojik açıdan faydasız ama estetik ve bazen de ruhani açıdan değerli materyallerin benzer ihlalleri hastalık ya da yorgunluk sonucunda da görülebilir; yahut oruç tutma veya mutlak bir sessizliğin hüküm sürdüğü karanlık bir yere kapanmakla da teşvik edilebilir.”
Kendi adına konuşması gerekirse, David Selig’in saykedelikler hakkında söyleyecek çok şeyi yok. Onlarla tek bir deneyimi oldu, o da pek mutluluk verici değildi. 1968 yazıydı; Toni’yle birlikte yaşıyordu.
Huxley saykedelikler hakkında olumlu düşünmekle birlikte bunları hayali görsel deneyimlere açılan yegane kapılar olarak görmüyordu. Oruç tutmak ve bedene eziyet etmek de insanı o noktaya götürebilirdi. Huxley’nin yazdıklarına göre, mistiklerin çoğu “kendi üzerinde düzenli bir biçimde düğümlü deri kırbaç, hatta demir tel kullanıyordu. Bu dayaklar anestezi olmadan yapılan kapsamlı bir ameliyata eşdeğerdi ve tövbekarın vücut kimyası üzerindeki etkileri büyüktü. Kırbaç her şakladığında önemli miktarda histamin ve adrenalin salgılanıyordu ve açılan yaralar iltihaplanmaya başladığında (sabun çağından önce yaralar neredeyse hep iltihaplanırdı) protein çözünmesi sonucu ortaya çıkan çeşitli zehirli maddeler kan dolaşımına karışıyordu. Histamin şok üretir ve şok, aklı gövdeden daha az etkilemez. Dahası, büyük miktarlardaki adrenalin de halüsinasyonlara neden olabilir ve çözünmesi sonucu ortaya çıkan bazı maddelerin şizofreni belirtilerine benzeyen belirtilere sebep oldukları bilinmektedir. Yaralardan çıkan toksinlere gelince; bunlar beyni düzenleyen enzim sistemlerini bozar ve biyolojik olarak en iyinin hayatta kaldığı bir dünyada yaşamaya yarayan bir alet olarak beynin verimliliğini azaltır. Bu, Cure d’Ars’ın kendini insafsızca kırbaçlattığı günlerde sık sık Tanrı’nın ondan hiçbir şey esirgemeyeceğini söylemesini de açıklayabilir. Başka bir deyişle, pişmanlık, kendinden nefret etme ve korku gibi duygular adrenalin açığa çıkardığında, insanın kendi üzerinde yaptığı ameliyatlar adrenalinle histamin salgılattığında ve iltihaplanan yaralar kana çözülmüş protein saldığında beyin eleme vanasının etkinliği azalacak ve serbest kalan zihnin bilinmedik yanları (parapsikolojik olgular, hayali görüntüler ve, eğer kişi felsefi ve etik açıdan hazırsa, mistik deneyimler de dahil olmak üzere) münzevinin bilincine akacaktır.”
Pişmanlık, kendinden nefret etme, cehennem korkusu. Oruç ve dua. Kırbaçlar ve zincirler. İltihaplanan yaralar. Herkes kendi tribine giriyor sanırım ve herkes kendi tribini seviyor. İçimdeki güç zayıfladıkça, kutsal yeteneğim öldükçe, onu suni yollarla canlandırma fikrini evirip çevirmeye başlıyorum. Asit, meskalin, psilosibin? O yola tekrar girmek istediğimi sanmıyorum. Eti çürütme. Bu da modası geçmiş gibi geliyor bana, Haçlı Seferlerine katılmak ya da tozluk giymek gibi: 1976 yılında anlamsız kaçacak bir şey. Kamçı meselesinde de çok ileri gidebileceğimi sanmıyorum zaten. Geriye ne kalıyor? Oruçla dua mı? Oruç tutabilirim herhalde. Ya dua? Kime dua edeceğim? Neye? Kendimi aptal gibi hissederim. Sevgili Tanrı, lütfen bana gücümü geri ver. Sevgili Musa, lütfen bana yardım et. Canı cehenneme. Yahudiler bir şey istemek için dua etmezler çünkü kimsenin cevap vermeyeceğini bilirler. O halde ne kaldı? Pişmanlık, kendinden nefret etme ve cehennem korkusu mu? Üçü de bende zaten var ve hiçbir işime yaramıyorlar. Gücü hayata döndürmek için başka bir yol bulmalıyız. Yeni bir şey keşfet. Zihni kırbaçlamak nasıl fikir? Evet, bunu deneyeceğim. Metaforik dayaklar bulup kendime uygulayacağım. Sancıyan, zayıflayan, zonklayan, çözülen bir zihni kamçılamak. Bu kalleş, kindar zihni.
———
[1] T.S. Eliot’ın J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı adlı şiirinden.–çn
[2] Trylon ve Perisphere. 1939 New York Dünya Fuarı’nın simgesi olan iki yapı.–çn
[3] Alexander Pope’un İnsan Üzerine Bir Denemesi’nden bir dize.–çn
[4] Samuel Beckett, Üçleme, çev: Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları, 1997.–çn
[5] Yedek Subay Eğitim Programı.–çn
[6] Yine Eliot’ın J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı şiirinden.–çn
[7] Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam olarak Portresi romanından; roman “Koca ata, koca düzenci, şimdi ve her zaman yardımcı ol bana,” sözleriyle biter. Çev: Murat Belge, De Yayınevi, 1966.–çn
[8] Aldoux Huxley, Algı Kapıları, çev. Mehmet Fehmi İmre, İmge Kitabevi, 2003.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİçeriden Ölmek
- Sayfa Sayısı248
- YazarRobert Silverberg
- ÇevirmenElif Ersavcı
- ISBN9786052654217
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Asker Doğmayanlar ~ John Boyne
Asker Doğmayanlar
John Boyne
Hangisi daha cesur olan? Savaşan mı yoksa savaşmayı reddeden mi? Milyonlarca okura ulaşan Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının yazarı John Boyne’nun kaleme aldığı Asker Doğmayanlar, savaşın dayattıklarına direnen bir...
- Bir Dilek Oyunu ~ Meg Shaffer
Bir Dilek Oyunu
Meg Shaffer
Yıllar önce, insanlardan uzak yaşayan, dünyaca ünlü bir çocuk kitapları yazarı sebebi bilinmez bir şekilde yazmayı bıraktı. Sonra birdenbire yepyeni bir kitap ve benzersiz...
- Cadılar Dışarıda ~ Terry Pratchett
Cadılar Dışarıda
Terry Pratchett
“Hayal görmenin lüzumu yok,” dedi Havamumu Nine. “Her şey zaten yeterince kötü.” Birbirinden ateş, barut ve su kadar farklı olan üç cadı, zorlu bir...