Genç ve güzel Faith Duffy, Chinooks Hokey Takımı’nın yeni sahibi olmuştur..Kendisine miras kalan takımıyla kazanması gereken bir kupa vardır.Fakat Faith hokey hakkında hiçbir şey bilmemektedir.
Hokey takımının çekici ve sert kaptanı Tyson Savage ise Chinooks’u son tura çıkarmak ve kupayı kazanmak için tüm gücüyle çalışmaktadır.. Onu endişelendiren,takımın ismini bile bildiğinden emin olmadığı,sinir bozucu ve inanılmaz derecede çekici bir sarışının Chinooks’un başına geçmiş olmasıdır..
Serinin diğer kitapları;
Aşk Seni Bulursa
Aşk Yeniden
Tutkulu Aşk
Buzda Aşk
İle geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan Rachel Gibson bu kitabında da sizi aşk, tutku, eğlence ve romantizm dolu bir yolculuğa davet ediyor..
***
Bölüm 1
Virgil Duffy’nin cenazesinden önceki gece Puget Sound ¹ bölgesini fırtına vurdu. Ertesi sabah gri bulutlar dağıldı; yerini Elliot körfezinin ve Seattle şehir merkezinin ufuktaki muhteşem siluetinin görüntüsüne bıraktı.
Rahmetli Bay Duffy’nin Bain Bridge adasındaki evinin yüksek pencerelerinden içeri giren gün ışığı yere süzülüyordu. Tabutunun başında bekleyerek onu onurlandıran misafirlerden bazıları, herkesin alıştığı gri nisan havasını cennetten kontrol mü ediyor diye merak ediyorlardı. Genç karısını da kontrol edebilmiş miydi acaba? Ama en çok merak edilen şey, karısının kendisine miras kalan bir yığın para ve Chinooks hokey takımı ile ne yapacağı idi.
Tyson Savage da bunu merak ediyordu. Girişteki parke döşenmiş yoldan geçerken Hugo Boss elbisesinden ve ayakkabılarından çıkan sesi oturma odasından yayılan sesler bastırıyordu. Dul Bayan Duffy’nin, takımın kupa şansını berbat edeceğine dair kötü bir his vardı içinde. Bu kötü his adeta ensesini kavramıştı; boynuna sıkıca bağlamış olduğu kravatını gevşetti.
Tyson çift kanatlı bir kapıdan geçerek, eski para ve cilalı ahşap kokan büyük bir odaya girdi. Seattle seçkinlerinin arasında biraz rahatsız görünen muntazam ve iyi giyimli birkaç takım arkadaşını fark etti. Savunma oyuncusu olan Sam Leclaire geçen hafta Avalanche takımına karşı oynanan maçta kavga çıkartmış, gözü morarmış ve takım beş dakikalık ceza almıştı. Tyson, kavgadan dolayı kenarda olmaktan ötürü takım arkadaşlarından herhangi birine kızgın değildi. Hatta kendisinin eldiven fırlatmak gibi bir ünü de vardı ama Sam’in aksine, Tyson çabuk sinirlenen biri değildi. İlk eleme maçlarına üç gün kala Sam’ in aldığı yaraların işlerini zorlaştıracağını düşünüyordu.
Tyson kapının eşiğinde durdu, bakışlarını odada gezdirirken pencereden süzülen güneş ışığının aydınlattığı dul Duffy’yi fark etti. Güneş uzun sarı saçlarını parlatmasa bile, Bayan Duffy yas tutan kalabalığın arasında fark ediliyordu. Kolları dirseklerine kadar uzanan, etekleri dizlerine değen siyah bir elbise giymişti. Harika bedeninden sadelikle dökülen oldukça düz bir kıyafetti bu.
Tyson, Bayan Duffy ile hiç tanışmamıştı. Aziz James Kilisesi’ne gitmeden bir kaç saat önce onu ilk defa şahsen görmüştü. Gerçi onun hakkında çok şey duymuştu. Herkes bu milyoner playboy kızının hikâyesini biliyordu. Tyson, Dul Duffy’nin zengin ve yaşlı Virgil’i avlamadan yıllar önce Vegas’da striptizci olarak çalıştığını duymuştu. Dedikoduya göre, bir gece Bayan Duffy akrilik topuklarıyla sahnede salınırken, Hugh Hefner kulübe girip, onu sahnede fark etmişti. Ona dergide iş vermiş ve on iki ay sonra onu, yılın Playboy kızı ilan etmişti. Tyson kızın Bay Virgil ile nasıl tanıştığını bilmiyordu ama zaten ikisinin nasıl tanıştığı da fark etmezdi. Yaşlı adam ölmüş ve takımı hazine avcısı bir kadına bırakmıştı. Tam bir cehennem, çok kötü.
Key Arena’nın soyunma odasında, Bay Virgil’in genç karısını memnun etmeye çalışırken büyük bir kalp krizi geçirdiği konuşuluyordu. Söylentiye göre adamcağızın kalp kapakçığı patlamış ve yüzünde büyük ve eski bir gülümseme ile ölmüştü. Cenaze levazımatçısı adamın yüzündeki gülümsemeyi düzeltememişti. Yaşlı adam yakılma seremonisine yüzündeki gülümseme ve ereksiyon hali ile gitmişti.
Tyson dedikoduları dikkate almıyordu. İnsanların ne yaptığı, kiminle yaptığı, iyi mi kötü mü olduğu ile de ilgilenmiyordu. Şimdiye kadar… Tyson, Seattle Chinooks ile anlaşmasını sadece üç ay önce imzalamıştı. Yaşlı Virgil’in ona teklif ettiği para, kabul etmesinde kısmen etkiliydi. Teklifi kabul etmesinin asıl sebebi kaptanlık ve Lord Stanley kupasına uzanma şansının yüksekliğiydi. Tyson da Virgil de bu kupayı çok istiyorlardı ama farklı sebeplerden ötürü. Virgil zengin arkadaşlarına bir şeyler ispatlamak istiyordu. Tyson ise dünyaya, babasından, Pavel Savage’dan daha iyi olduğunu ispatlamak istiyordu. Her ikisi de kupayı çok istiyordu fakat artık sadece Tyson’ın kupanın kazanıldığına şahit olma şansı kalmıştı. Tabii takımın miras kaldığı uzun boylu, sarışın playboy kızı işleri idare edebilirse… Tyson’ın Chinooks hokey takımındaki büyük kupa şansı artık Virgil’in ganimeti olan dul karısının ellerindeydi.
Tyson yaklaşırken Daniel Holstrom “Hey Aziz,” diye seslendi.
Tyson’a çaylaklık döneminde, hızlı bir parti gecesi ardından kötü bir oyun çıkardığında “Aziz” takma adını takmışlardı. Antrenörü onu yedek kulübesine aldığında grip virüsü kaptığını söylemişti. Antrenör “Tıpkı baban gibisin,” diyerek bezgince kafasını sallamış, “lanet olası bir Aziz,” diye takılmıştı. Tyson o günden beri bir çok defa denemesine rağmen bu ününden bir türlü kurtulamamıştı.
Lacivert takım elbisesinin omzundan, diğer taraftaki takım arkadaşının gözünün içine bakarak “Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“İyi, Bayan Duffy’ye taziyelerini ilettin mi?”
“Henüz değil.”
“Sence gerçekten karısını becerirken mi öldü? Kaçtı? Doksan mı?”
“Seksen bir.”
Daniel kafasını sallayarak, “Seksen birinde bir adam sence bu işi becerebilir mi?” diye sordu.
“Sam kadının ölüyü bile diriltebilecek kadar ateşli olduğunu düşünüyor. Fakat açıkçası onun bile bu kadar eski bir alet üzerinde mucize yaratabileceğini zannetmiyorum.” Daniel genç dul ile ilgili kafasını toparlamak istercesine bir an duraksadı. “Dumanı tüten ateşli.”
“Rahmetli Virgil muhtemelen ilaç takviyesi alıyordu ha? Ne dersin?”
Tyson’ın babası ellili yaşlarındayken halen genç bir delikanlı gibi faaliyetteydi, en azından öyle iddia ederdi. Viagra bir çok adamın seks yaşantısını geri kazandırmıştı.
“Bu doğru. Hefner seksenlerinde değil mi? Üstelik hâlâ seks yapabiliyor.”
Ya da öyle olduğunu iddia ediyor. Tyson ceketinin düğmelerini ilikledi. “Sonra görüşürüz,” dedi ve köşede fısıldaşmakta olan yeni yetmelerle yaşlı ihtiyarlardan oluşan kalabalığın arasına karıştı. Tyson dumanı tüten ateşli Bayan Duffy’ye doğru yürürken takım elbiselerini giyinip kuşanmış kaba ve hantal görünüşlü adamları başı ile selamlayarak geçti.
Önünde durup elini uzatarak “Kaybınız için üzgünüm,” dedi.
“Teşekkür ederim.” Büyük yeşil gözleri ile Tyson’a bakarken hafifçe kaşlarının çatılması ile pürüzsüz alnında kırışıklar oluştu. Yakından çok daha genç ve güzel görünüyordu. O da elini Tyson’a uzattı, cildi yumuşak ve parmakları biraz serindi. “Siz Virgil’in hokey takımının kaptanısınız. Sizden sıkça bahsederdi.”
Hokey takımı artık Bayan Duffy’nin idi ve onunla ne yapacağı tamamen yoruma açıktı. Tyson takımı satacağını duymuştu. Bunun doğru olmasını ve bir an önce gerçekleşmesini ümit ediyordu.
Tyson elini çekti. “Virgil çok iyi bir adamdı,” diyerek herkes gibi sıradan bir konuşma yaptı. Rahmetli Virgil de diğer tüm zengin adamların olabileceği gibi bir baş belası olabilirdi. Fakat Tyson ve yaşlı adam aynı amacı paylaştıklarından iyi geçinirlerdi. “Hokey ile ilgili uzun konuşmalarımız çok hoşuma giderdi.” Bay Virgil seksen birinde olabilirdi ama oldukça kıvrak bir zekâsı vardı ve hokey hakkında bir çok oyuncudan daha fazla şey biliyordu.
Bayan Duffy’nin adeta öp beni diyen dolgun dudaklarının arasından bir gülümseme belirdi. “Evet, hokeyi çok severdi.”
Önceki işi göz önüne alındığında çok az makyaj yapmış olması Tyson’ı şaşırtmıştı. Makyaj yapmayı sevmeyen bir playboy kızı ile hiç tanışmamıştı. Pek de fazla samimi olmadan, “Benim ya da çocukların yapabileceği bir şey varsa, söylemeniz yeterli,” dedi. Ne de olsa takımın kaptanıydı ve bu kadarını teklif etmesi gerektiğini düşündü.
“Teşekkür ederim.”
Virgil’in tek çocuğu olan oğlu öne eğilerek Bayan Duffy’nin kulağına bir şeyler fısıldadı. Tyson, Landon Duffy ile bir kaç ortamda karşılaşmıştı fakat pek sevdiği söylenemezdi. En az babası kadar acımasız ve çalışkandı fakat babasının bu denli başarılı olmasına sebep olan cazibe onda yoktu. Dul Duffy’nin gülümsemesi aksadı ve omuzları gerildi. Yeşil gözlerinde parlayan öfke fark ediliyordu. “Geldiğiniz için teşekkür ederim Bay Savage.” Birçok Amerikalı gibi o da ismini yanlış telaffuz etmişti. Adı, vahşi anlamına gelen “savage” gibi telaffuz edilmiyordu, “sah-vahge” olarak telaffuz ediliyordu.
Tyson, Bayan Duffy’nin arkasını dönüp yürümesini izlerken, Landon’ın ona ne söylemiş olabileceğini düşünüyordu. Görünen o ki hoşuna gitmeyen bir şey söylemişti. Bakışları sade siyah elbisesinin üzerinden sırtına dökülen sarı saçlarına kaydı. Virgil’in oğlu Bayan Duffy’ye uygunsuz bir teklif yapmış olabilir miydi? Umursadığından değildi. Tyson’ı ilgilendiren çok daha önemli meseleler vardı. Mesela bu perşembe günü Vancouver’daki ön eleme açılış maçında Sedin İkizleri takımından gelecek olan çifte tehdit gibi. Tyson üç ay öncesine kadar Canucks takımının kaptanıydı. İsveçli oyuncuları hafife almaması gerektiğini herkesten iyi biliyordu. Oyuna odaklandıkları zaman defans oyuncusunun kabusu oluyorlardı.
“Fotoğrafları gördün mü?”
Tyson genç dulun kalçalarından bakışlarını uzaklaştırarak omzunun üzerinden, kendisine seslenen takım arkadaşına doğru baktı, tam bir baş belası, Sam Leclaire.
“Hayır.” Hangi fotoğraflar olduğunu bile sormadı. Hangi fotoğraflardan bahsettiğini biliyordu ve araştıracak kadar merak bile etmemişti.
“Göğüsleri gerçek,” dedi Sam. “Baktığımdan değil,” diye ağzının ucu ile ekledi. Masum görünmeye çalışıyordu ama morarmış gözü onu ele veriyordu.
“Eminim değil.”
“Sence playboy evine davet edilmemizi sağlayabilir mi?”
Tyson gülerek “Yarın görüşürüz,” dedi ve çıkışa doğru yöneldi. Tuğla evin çift kanatlı büyük kapısından çıkınca serin esinti yüzüne çarptı. Ceketinin düğmelerini iliklemek için duraksadığında esinti ile beraber genç dul Duffy’nin sesi duyuldu.
“Elbette seni görmek istiyorum, sadece çok kötü bir zaman.”
Bayan Duffy, sırtı Tyson’a dönük bir kaç metre ileride duruyordu. Tyson ona doğru baktı. Bayan Duffy “Seni seviyorum, biliyorsun. Tartışmak istemiyorum,” dedi. Kafasını salladı ve saçları sırtında dalgalandı. “Şu anda imkânsız ama daha sonra görüşürüz,” diyerek evin yan tarafına doğru ilerledi. Tyson da merdivenlerden indi. Bayan Duffy’nin bir âşığı varmış gibi konuşmasına şaşırmamıştı. Elbette öyleydi. Yaşlı bir adam ile evlenmişti. Hokey takımını kendisine bırakmış olan yaşlı bir adam.
Tyson kupadaki şansını berbat edebilecek durumları düşünmekten hoşlanmıyordu. Elbette kupa her zaman ilk ve öncelikli meselesiydi. Virgil’in ölümü daha kötü bir zamanda gerçekleşemezdi. Her türlü belirsizlik oyuncuları etkileyebilirdi ve etkileyecekti de. Takımı kimin alacağı ve yeni sahibin ne gibi değişiklikler yapacağı tepelerinde balta gibi sallanan büyük bir soru işaretiydi. Fakat belirsizlikten daha kötü olanı takımın, önceleri striptiz yapmış, sonra playboy kızı olmuş ve şimdi de genç dul rolünü kapmış bir eşe miras kaldığı gerçeğiydi. Bu düşünce ensesine yayılan ağrının biraz daha sıkıştırmasına sebep oluyordu.
Siyah BMW’sine doğru yürürken son takıntısı dahil tüm düşünceleri beyninden uzaklaştırdı. Virgil’in dulunu, eli kulağındaki satışı ve yaklaşmakta olan maçı kafasından uzaklaştırdı. Bir kaç saatliğine dul Duffy’nin takım ile ilgili planları ve Canucks’a karşı oynayacakları maç üzerine düşünmeyecekti.
Tyson hayatı boyunca onu etkisi altına alabilecek vahşi dürtüleri kontrol altına almaya çalışmıştı. Fakat sürekli teslim olduğu gerçek bir zayıflığı vardı. Tyson güzel arabalara karşı koyamıyordu.
M6’sının deri koltuklarına kayarak oturdu, Ray Ban pilot gözlüklerini burnunun kemiğinden kaydırarak yerleştirdi ve motoru ateşledi. 5.0 litrelik V-10 motorun boğuk sesli homurtusu duyuldu.
Malikanenin kapısından çıkıp Paulsbo’ya doğru hareket ettiğinde aynalı gözlük camları öğlen güneşinin parlak ışıklarına karşı gözlerini gölgeliyordu. Beemer marka BMW motorunu 500 beygire dayadı ve eve doğru uzun bir yola koyuldu.
Faith Duffy cep telefonunu kapattı ve geniş alana yayılmış olan zümrüt yeşili çimleri, özenle yerleştirilmiş şezlongları ve su püskürten fıskiyeleri seyre koyuldu. Şu anda son ihtiyacı olan şey annesinin ziyaretiydi. Kendi hayatı yeterince belirsiz ve ürkütücüydü, Valerie Augustine ise duygusal bir kara delikti.
Bakışları Elliot körfezinin çalkantılı sularında gezindi. Kollarını göğsünün önünde kavuşturdu ve saçlarını yüzüne doğru savuran serin esintiye karşı omuzlarını yuvarladı.
Dün akşam tekrar Afrodite’te çalıştığını görmüştü rüyasında. Rüyasında, hoparlörlerden Motley Crue grubunun “Slice of Your Pie” adlı parçası ana sahnenin üzerinden striptiz kulübüne yayılırken, uzun sarı saçlarının kafasının üzerinden arkaya uçuştuğunu gördü. Elleri düz karnından aşağı salınırken, pembe lazer ışıklar uzun bacaklarını ve on beş santim yüksekliğindeki akrilik topuklarını kamçılıyordu. Avuçları minik ekose bir etekle örtülmüş olan kasıklarında geziniyordu. Parmakları çıplak kalçalarının arasındaki sandalyeyi sımsıkı kavrıyordu.
Faith bu rüyadan nefret ediyordu. Rüyanın midesinde bıraktığı panik ve düğümlenen korku hissinden nefret ediyordu. Bu rüyayı yıllardır görmemişti fakat ne zaman görse detaylar hep aynıydı. Sandalyede yan tarafa dönüyor, arkaya doğru kıvrılıyor ve küçük beyaz bluzunun düğmelerini çözerken yavaşça sahnenin önüne doğru kafasını eğmeye başlıyordu. Sandalyenin üzerinde doğrulup bacaklarını iki yandan yukarı kaldırırken pembe ışıklar üzerinde geziniyordu. Bir ayağını diğer baldırından kaydırırken büyük göğüsleri bluzundan özgürce saçılıyor ve neredeyse kırmızı pullu sutyeninden dışarı taşıyordu. Adamlar yumruklarının arasına sıkıştırdıkları paralar ellerinde “Layla” diye sahne ismi ile tezahürat yapıyorlardı.
Rüyada bir yandan Vince Neil ve diğer oğlanlar bir başka “Slice of Pie” ve “Sweet Smile” şarkısı söylerken bir yandan da bir tür ‘biliyorum beni arzuluyorsun’ gülümsemesi Faith’in ağzının bir kenarında beliriyordu. Las Vegas meydanından üç blok ötede, centilmenler kulübünde, Faith ellerini yere başının iki yanına yerleştiriyor ve ayakları ile elleri arasında bir omuz mesafe kalana kadar baş aşağı mükemmel bir duruş sergiliyordu. Belinden öne doğru kıvrılıp kalçaları salınırken bluzunu çıkartıp kenara fırlatıyordu. Eteğinden dışarı bir adım atıp, sutyeni ile uyumlu iç çamaşırı ile kalıyordu. Erkeklerin fantezi nesnesi haline gelirken bir yandan da yüksek bas ve davul ritmi sahneyi ve akrilik topuklarını gümbürdetiyordu. Böylece heriflerin cüzdanlarına dalıp ne kadar parası varsa kendisine bağışlamalarını sağlıyordu. Rüya hep aynı şekilde son buluyordu. Zuladaki parası bir serap gibi buharlaşıyor ve nefesi kesilerek uyanıyordu. Endişe hissi göğsünü sıkıştırıyor ve nefesini kesiyordu. Ve her zamanki gibi çaresiz küçük bir kız gibi hissediyordu. Yalnız ve korkmuş.
Striptiz yapmak yerine açlıktan ölmeyi tercih eden kadınlar herhalde hiç böyle bir seçim yapmak zorunda kalmamışlardır. Ucuz olduğu için beş gün arka arkaya sosisli sandviç yemek zorunda kalmamışlardır. Muhtemelen hiç bir zaman bir Big Mac, kızarmış patates veya crème-brûlèe ² hayalleri kurmamışlardır.
Faith yüzünü esintiye doğru çevirdi ve derin bir nefes aldı. İçeri girmeliydi. Virgil’in, cenazesinin başında bekleyen arkadaşlarını ihmal etmek saygısızlık olurdu. Gerçi birçoğu zaten onu pek sevmezdi.
Ailesine gelince, onlar da cehenneme gidebilirdi. Hiçbiri kalmayana kadar… Sadece nefretlerini bir kenara bıraktıkları bu acı günde değil, her zaman.
Virgil gitmişti. Faith buna hâlâ inanamıyordu. Sadece bir hafta önce Virgil, uzun yaşamında başından geçen şaşırtıcı hikâyelerini anlatıyordu ona, ya şimdi…
Şimdi o gitmişti ve Faith korkunç derecede yalnız hissediyordu. Kocasını ve bildiği en iyi arkadaşını gömmüş olmaktan ötürü yaralı ve bitkindi. Bazı insanların Virgil’i sevmediğini biliyordu. Seksen bir yıllık yaşamında bir sürü düşman edinmişti.
Fakat o Faith’e karşı hep iyi olmuştu; özellikle de Faith’in kendi kendine iyi davranmadığı dönemlerde.
Ölümünden sonra bile ona karşı iyiydi. Virgil çeşitli bağışlarda bulunmuş, milyon dolarlık mülkünü tek oğlu olan Landon’a, Landon’ın üç oğlu ve sekiz torununa bırakmıştı. Fakat Faith’e Seattle’daki çatı katı evi, bankadaki 50 milyon dolar nakit parayı ve hokey takımını bırakmıştı. Bu durumun ailenin diğer fertlerini ne kadar sinirlendirdiğini düşündüğünde dudaklarının arasında bir gülümseme belirdi.
Tüm bu servete sahip olmak için onun entrikalar çevirip, komplo hazırladığını düşündüklerine emindi. Hatta hokey takımını elde etmek için çarpık seksüel ilişkiye müsaade etmiş olduğunu bile düşünüyorlardı; oysa Virgil onun hokey takımı ile ilgilenmediğini gayet iyi biliyordu. Sporla hiç ilgisi yoktu ve o da en az diğerleri kadar Chinooks takımını ona bırakmış olmasına şaşırtmıştı. Virgil’in bunu özellikle yaptığına dair şüpheleri vardı çünkü Landon takımın ona miras kalacağına dair beklentisini hiç gizlemezdi. Landon Chinooks takımını ele geçirdiğinde Faith şeref tribününe alınmayacaktı. Ki bu gerçekten de Faith için herhangi bir sıkıntı yaratmazdı. Hokeyle hiç alakası yoktu. Elbette kocası ile bazı maçlara gitmişti fakat buz üzerindeki hareketliliğe pek ilgi göstermemişti. Yukarıda tribünde tartışmakta olan Duffy’leri duymazdan gelip dürbünle aşağı koltuklardaki sersem sarhoşları ve çirkin kıyafetlerini izleyerek vakit geçirirdi. Key Arena’daki akşamlarda, sarhoş bir sersemin giydiği komik kıyafetlere takılmak onun daha fazla ilgisini çekerdi.
Faith’in aksine Landon oyunlarla çok daha ilgiliydi ve takımın kendisine kalacağı günü, günleri sayarak bekliyordu. Bir spor takımının sahibi olmak son derece varlıklı olmanın bir göstergesiydi. Landon’ın çok istediği ayrıcalıklı bir kulüp üyeliğiydi bu. Babasının engel olduğu bir üyelik. Landon, Virgil’in tek oğlu olmasına rağmen birbirlerine saygı duymazlardı. Landon, Virgil’in hayatını onaylamadığını gizlemeye tenezzül bile etmezdi ve beşinci eşi olan Faith’e karşı duyduğu nefreti de hiç gizlemedi.
Faith üst kattaki uzun holden yürüyerek Virgil ile paylaştığı yatak odasına girdi. Taşıma firmasından bir sürü adam kıyafetlerini kutulara yerleştiriyordu. Bir yandan da Landon’ın avukatları, Faith’in kendisine ait olmadığını düşündükleri bir şey almadığından emin olmak için etrafta dolanıp duruyorlardı. Etrafta dolananları görmezden geldi ve Virgil’in eskimiş deri koltuğunun arkasına eliyle dokundu. Koltuğun şekli yıllarca kullanılmaktan bozulmuştu. Gözlükleri masanın üzerinde, öldüğü akşam okumakta olduğu kitabın üstünde duruyordu. Dickens, çünkü Virgil’in David Copperfield’e sempatisi vardı.
Beş gün önce o akşam, kocasının yanındaki kanepede uzanmış, baş aşçı programının tekrarını izliyordu. Televizyonda Padma en iyi amuse-bouche ³ seçimini yaparken birden Virgil derin bir nefes aldı. Faith ona bakıp “İyi misin?” diye sordu.
“İyi hissetmiyorum,” diyerek gözlüklerini ve kitabını bir kenara koyup, elini göğüs kafesine doğru götürdü ve “sanırım yatmaya gideceğim,” dedi.
Faith’in kumandayı bırakıp Virgil’e yardım etmek için yerinden doğrulmasına fırsat kalmadan Virgil aniden öne düştü, nefesi kesildi; yaşlı ve benekli eli kucağına düştü.
Gecenin geri kalanı tamamen bulanıktı. Onun ismini haykırdığını, 911 acil servis operatörünü ararken Virgil’in kafasını nazikçe kucakladığını hatırlıyordu. Yere nasıl serildiğini hatırlamıyordu, ruhunu teslim ederken sadece yüzüne bakakalmıştı. Ağladığını ve Virgil’e ölmemesi için yalvardığını hatırlıyordu. Dayanması için ona yakarmıştı fakat işe yaramamıştı.
Her şey çok hızlı olup bitmişti. Sağlık görevlileri geldiğinde Virgil çoktan ölmüştü. Ailesi yalnız ölmediğine şükredeceğine, ölürken onunla olduğu için Faith’den çok daha fazla nefret etmişlerdi.
Faith odaya girdi, bir kaç kıyafet ve Virgil’in beş yıllık evlilikleri boyunca aldığı mücevherleri koyduğu Louis Vuitton marka bavulunu aldı. Landon’un avukatı içeri girip “Aramam gerekecek,” dedi. Faith’in de bir kaç avukatı vardı. “Arama izni çıkartmanız gerekecek,” dedi ve yanından geçip gitti. Avukat onu durdurmaya çalışmadı. Faith’in etrafı Landon’ın kabadayıları tarafından gözü korkutulmak için gerçekten de çok kötü adamlar tarafından sarılmıştı. Oturma odasından çıkarken siyah Valentino ceketini aldı. Virgil’in David Copperfield kopyasını Hermes marka çantasına attı ve evin avlusuna doğru yöneldi. Arka girişten, hizmetçilerin kullandığı merdivenlerden çıkabilir ve Virgil’in ailesi ile karşılaşmaktan kurtulabilirdi ama buna niyeti yoktu. Kötü bir şey yapmış gibi gizlice kaçmaya niyeti yoktu. Merdivenlerin başında ceketini kollarından geçirip üzerine giydi ve bir an için Virgil ile sürekli yaptıkları tartışma aklına gelince gülümsedi. Virgil onun hep Amerikan vizonu ya da gümüş tilki giymesini isterdi ama o kürk giymekten hiçbir zaman hoşlanmazdı. Virgil, kürkü reddedip deri giydiği için bu yaptığının iki yüzlülük olduğunu söylerdi; buna rağmen fikri hiç değişmedi. Ki bu doğruydu, deriyi çok seviyordu, artık bir beğeni ve farklı bir tarz sahibi olmasına rağmen deriden vazgeçemiyordu.
Uzun ve sarmal merdivenleri inerken insanlara hafifçe gülümsedi. Virgil’in ona karşı kibar olan bir kaç arkadaşına hoşça kalın dedi ve ön kapıdan çıktı.
Geleceği olabildiğince açıktı. Otuz yaşındaydı ve ne isterse yapabilirdi. Okula gidebilir ya da sıcak bir kumsalda bir yerlerde bir yıl boyunca tatil yapabilirdi.
Arkasını dönüp beş yıllık evlilikleri süresince Virgil’le beraber yaşadıkları üç katlı tuğla köşke baktı. Onunla iyi bir hayatı olmuştu. Virgil ona iyi bakmıştı ve hayatında ilk defa kendisine bakmak zorunda kalmamıştı. Rahatlayabilmiş, biraz olsun nefes alıp hayatın keyfini çıkartıp, yaşam mücadelesi vermek zorunda kalmamıştı.
“Elveda,” diye fısıldadı ve kırmızı deri ayakkabılarının ucunu geleceğine doğru yöneltti. Merdivenlerden inerken tıkırdayan topuklarıyla arkadaki garaja, Bentley Continental GT marka arabasına yöneldi. Virgil bu arabayı Faith’e geçen eylül ayında otuzuncu yaş günü hediyesi olarak vermişti. Faith valizini bagaja yerleştirdi ve arabaya atlayıp malikâneden ayrıldı. Eğer acele ederse Seattle’a giden altı buçuk feribotunu yakalayabilirdi.
Kapıdan çıkarken, hayatı ile ilgili ne yapacağını merakla düşündü. Bağışta bulunduğu bir kaç kurum dışında ona ihtiyacı olan kimse yoktu. Virgil’in onunla ilgilendiği kadar o da Virgil ile ilgileniyordu.
Çantasından güneş gözlüklerini çıkarttı ve burun kemiğinin üzerinden kaydırdı.
Virgil’in o kahrolası hokey takımı ve tüm o zorlu, kaba oyuncuları ile ne yapacaktı?
Virgil ile her sene katıldığı yılbaşı partilerinde bazı oyuncularla tanışmıştı. Özellikle iri yarı Rus Vlad, İsveçli genç Daniel ve sürekli suratı yaralı olan Sam ile tanıştığını hatırlıyordu ama onlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Faith’e göre onlar, kavga edip tükürmeyi seven 20 garip davranışlı adamdan sadece birkaçıydı.
En iyisi takımı satmasıydı. Gerçekten de bu en iyisi olacaktı. Onun hakkında ne düşündüklerini biliyordu. Salak değildi. Onun bir sürtük olduğunu düşünüyorlardı. Mirasa konmuş bir eş. Virgil’in kol çantası. Playboy geçmişi muhtemelen kulaktan kulağa dolaşmıştı. Umrunda olduğundan değil… Fotoğraflardan utanmıyordu. O zamanlar 24 yaşındaydı ve paraya ihtiyacı vardı. Fotoğraflar sayesinde lanet olası striptiz işinden kurtulmuş, yeni insanlarla tanışmış ve yeni fırsatlar doğmuştu. Bu fırsatlardan biri de Virgil olmuştu.
Bentley marka arabasını dur işaretine yaklaşırken yavaşlattı, iki yöne de baktıktan sonra kavşaktan hızla geçti.
Faith gözlerini kendisine dikip bakan adamlara alışıktı. Onu göğüslerinin iriliğine göre değerlendiren, budala, kolay elde edilebilecek ya da her ikisi birden olduğunu düşünen erkeklere alışıktı. İnsanların onu mesleğine ya da kendisinden elli bir yaş büyük bir adamla evlenmesine göre yargılamasına da alışıktı. Aslında gerçekten de dünyanın ne düşündüğü umurunda bile değildi. Çok uzun zaman önce, annesinin Lucky Lady kulübünden ya da Kit Kat Üstsüzler Salonundaki işinden çıkmasını beklediği zamanlar, insanların ne düşündüklerini merak etmekten vazgeçmişti.
Bu dünyaya gelirken beraberinde getirdiği tek şey yüzü ve bedeniydi ve o da bunları kullanmıştı. Bu konuda insanların ne düşündüğünü önemsemesi, insanlara onu incitme gücünü veriyordu. Ve Faith kimseye böyle bir güç vermemişti. Virgil hariç. Bütün kusurlarına rağmen, ona hiç bir zaman bir sürtük gibi davranmamıştı. Asla herhangi bir şeymiş gibi de davranmamıştı. Kesinlikle onun parasızlıktan bıkmış karısıydı ama Virgil için bir ganimet sayılırdı. İnkâr edilemezdi. Faith’i, muazzam egosunu tatmin etmek için kullanmıştı. Hokey takımı gibi Faith de dünyayı kıskandırmak için sahip olduğu bir şeydi. Faith bunu önemsemiyordu. Hem de hiç. Virgil ona kibarca ve saygıyla davranıyordu ve en çok arzuladığı şeyi ona veriyordu: Güvenlik. Beş yıl boyunca, hiç bilmediği türden hoş ve güvenli bir baloncuğun içinde yaşamıştı. Balon patlamış olmasına ve Faith serbest düşüş yapıyor gibi hissetmesine rağmen, Virgil onun mümkün olduğunca yumuşak iniş yapması için her şeyi düşünmüştü.
Tyson Savage’ın derin ve dolu sesini, hafif aksanlı konuşmasını düşündü. Yaşamı boyunca Faith’in etrafında bir sürü yakışıklı adam olmuştu. Bir sürüsü ile de flört etmişti. Tyson gibi bakışları nefesinizi kesebilecek ve başınızı döndürebilecek bir adam insana sopa gibi çarpar. Koyu lacivert gözleri derinlerde daha açık mavi idi, minik renk hareleri gibi. Siyah dalgalı saçları alnına dökülüyor ve ince tutamlar kulaklarının üzerinde ve ensesinde kıvrılıyordu. Uzun boylu ve Hummer cip gibi iriydi fakat Faith için biraz fazla havaiydi. Belki de erkeklerin bünyesindeki, karşı konulamaz zehirli bir duman gibi süzülen bir aykırılıktı bu. Belki de biraz tehlikeli görünmesine sebep olan çenesindeki yara iziydi. İnce grimsi bir izden daha fazlasıydı ve Sam’in mor gözünden daha korkunç görünüyordu.
Yardım için ona uzattığı sıcak ve düzgün elini düşündü. Diğer tüm adamlar gibi Tyson Savage da bir sürü doğru ve kibar şey söylemişti ama içten değildi. Zaten erkekler ender olarak içten konuşmalar yaparlardı. Verdiği sözleri tutup, laflarının arkasında duran, tanıdığı tek erkek Virgil’di. Çok mecbur olduğu zamanlarda bile ona hiç yalan söylememişti. Faith’e hayatını yaşaması için, o güne kadar bildiğinden farklı bir yol göstermişti. Faith, Virgil ile güvende ve mutluydu. Bu yüzden onu sonsuza dek özlemle sevecekti.
—-
¹ Seattle şehrinin Pasifik Okyanusu’ na açıldığı yer.
² Yanık krema ve esmer şekerle yapılan bir Fransız tatlısı.
³ Fransa’da şef garsonların ana yemekten önce meziyetlerini sunmak için hazırladıkları çeşitli mezelere verilen genel ad.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk Her Yerde
- Sayfa Sayısı288
- YazarRachel Gibson
- ÇevirmenBuket Ulukut
- ISBN6055395384
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Boş Dolaplar ~ Annie Ernaux
Boş Dolaplar
Annie Ernaux
Küçük bir kafe-bakkal işleten anne babanın etrafında şekillenen mutlu bir çocukluk, okul hayatı, yeni bir sosyal çevre, yabancılaşma, sınıf atlama arzusu, onaylanma ihtiyacı, öfke...
- Camdan Kalp ~ Robyn Dehart
Camdan Kalp
Robyn Dehart
Camdan Kalp Etrafındaki güzelliklere karşı -henüz kendi güzelliğinden habersiz- keskin bir sanatçı gözüne sahip Claudia, kendini babasına adamış bir evlat olarak onun seçtiği erkekle...
- Salyangoz/Bir Casusun Günlüğü ~ Mustafa Halife
Salyangoz/Bir Casusun Günlüğü
Mustafa Halife
Suriyeli yazar Mustafa Halife’nin bu romanı, Hristiyan bir Arap vatandaşının hikayesini anlatıyor. Eğitim için gittiği Fransa’dan altı yıl sonra ülkesine döndüğünde; havaalanında, Müslüman Kardeşler...