KAN YALAN SÖYLEMEZ…
Sydney’in en son isteyeceği şey, vampirlerle arkadaşlık etmekle suçlanmak. Ve şimdi bir vampirle aynı odada!
“Sydney’e yeniden dövme yap,” dedi Stanton kararlı bir sesle. “Zoe konusunda kararımız belli değil, ona şimdiden dövme yapmayalım.”
Gözlerim kardeşimin lekesiz ve solgun yanaklarına kaydı. Evet.
Orada bir zambak olmadıkça özgürdü. Dövme teninize bir kez işlendi mi, dönüşü yoktu. Artık Simyacılara aitsiniz demekti
RICHELLE MEAD’İN DÜNYASINI KEŞFEDİN
Kan Aşk Ve Sadakatle Boy Ölçüşemez
***
1. BÖLÜM
NEFES ALAMIYORDUM.
Bir el ağzımı kapatırken diğer bir el omzumdan tutup sarsarak beni derin uykumdan uyandırmaya çalışıyordu. Bir kalp atımı süresince aklımdan binlerce çılgın düşünce geçti. O gün gelmişti. En kötü kâbusum gerçek oluyordu.
Buradalar! Beni götürmeye geldiler!
Gözlerimi kırpıştırıp dehşetle karanlık odaya bakınırken yavaş yavaş babamın yüzünü seçebildim. Şaşkınlığımdan sıyrılıp sakinleşmeye çalıştım. Babam beni bırakıp geri çekildi ve soğuk bakışlarını üzerime dikti. Kalbim hala deli gibi çarparken yatakta doğruldum.
“Baba?”
“Sydney. Seni ben uyandırdım.”
Ödümü kopardığı için ancak bu kadar özür dileyebiliyordu.
“Giyinip kendine çekidüzen vermen gerek,” diye devam etti. “Çabucak ve sessizce. Aşağıda, çalışma odasında buluşalım.”
Gözlerimin kocaman açıldığını hissettim ama bir an bile tereddüt etmeden cevap verdim. Kabul edilebilir tek cevap vardı zaten. “Tabii efendim. Hemen.”
“Ben kardeşini uyandıracağım.” Babam kapıya yönelince yataktan fırladım.
“Zoe’yi mi?” diye haykırdım. “Onu ne yapacaksın ki?”
“Şşşt,” diye payladı babam beni. “Hemen hazırlan. Ve unutma, sessiz olacaksın. Anneni uyandırma.”
Tek kelime daha etmeden kapıyı kapadı ve beni şaşkın gözlerle orada bıraka. Az önce biraz yatışan endişem yeniden kabarmaya başlamıştı. Babam Zoe’yi ne yapacaktı? Gecenin bir saati beni uyandırması Simyacılık’la ilgili bir durum olduğu anlamına geliyordu. Zoe’nin bununla bir alakası yoktu ki. Teknik olarak artık benim de alakam yoktu çünkü bu yaz sergilediğim uygunsuz davranışlarımdan dolayı belirsiz bir süre boyunca cezalıydım. Yoksa bütün bunlar onunla ilgili miydi? Yoksa beni bir rehabilitasyon merkezine gönderecekler ve Zoe de benim yerimi mi alacaktı?
Bir an dünya etrafımda delicesine dönmeye başladı. Ayakta durabilmek için yatağımın kenarına tutundum. Rehabilitasyon merkezleri. Benim gibi genç Simyacılar için kabus dolu yerler. Vampirlerle çok yakınlaşanların nerede hata yaptıklarını öğrenmeleri için götürüldüğü gizemli mekanlar. Orada olup bitenler tam bir muammaydı ve öğrenmeye hiç de hevesli değildim. Rehabilitasyon kesin beyin yıkamanın kibarca söylenişiydi. Rehabilitasyon merkezinden dönen tek bir kişi görmüştüm ve o da döndüğünde hiç kendinde sayılmazdı. Zombileri andıran bir havası vardı. Onu bu hale getirmek için neler yapmış olabileceklerini düşünmek dahi istemiyordum.
Babamın acele etmemi söyleyen sesi beynimde yankılandı. Korkularımdan sıyrılmaya çalıştım. Babamın diğer uyarısını da dikkate alarak sessiz olmaya özellikle dikkat ettim. Annemin uykusu çok hafifti. Önceden olsa Simya işlerine bir şey demezdi ama son zamanlarda kocasının -ve kızının- işverenlerine karşı pek dostça duygular beslemiyordu. Kızgın Simyacılar geçen ay beni annemlerin kapısına bıraktığından beri evimiz bir esir kampından farksızdı. Annemle babam korkunç kavgalar ediyor, kız kardeşim Zoe’yle ben parmak uçlarımızda sessizce dolanıyorduk.
Zoe.
Babamın Zoe’yle ne işi vardı?
Hazırlanırken bu soru aklımı kurcalayıp durdu. Kendine çekidüzen vermen gerek, derken neyi kastettiğini biliyordum. Üstüme bir kot ve tişört geçirmem söz konusu değildi. Gri bir pantolonla beyaz bir gömlek seçtim. Üstüme giydiğim koyu füme rengi hırkamı belimde siyah bir kemerle düzgünce bağladım. Vazgeçmediğim tek takı, boynumdan hiç çıkarmadığım küçük bir altın haçtı.
Saçlarıma gelince, işte ö konuda biraz sıkıntım vardı. Sadece iki saatlik uykudan sonra bile her biri başka yöne gitmişti. Elimden geldiğince yatıştırmaya çabaladığım saçlarımı kalın bir sprey tabakasıyla zapt etmeye çalıştım ve bir süreliğine idare etmesini umdum. Yüzüme sürdüğüm hafif pudra dışında makyaj yapmadım. Başka bir şey yapacak zamanım da kalmamıştı zaten.
Bütün bunlar altı dakikamı aldı, ki kişisel rekorumu kırmış bile olabilirdim. Annemi uyandırmamak için merdivenlerden de sessizce indim. Oturma odası karanlıktı, babamın çalışma odasının pek sessiz kapanmayan kapısından ışık sızıyordu. Bunu bir davet kabul edip kapıyı açtım ve içeri süzüldüm. Ben girince içerideki fısıltılar kesildi. Babam beni tepeden tırnağa süzüp görüntümü onayladığını, en iyi bildiği yolla gösterdi: Beni eleştirmeyerek.
“Sydney,” dedi babam sertçe. “Donna Stantonı tanıyorsundur.”
Tüyler ürpertici Simyacı, hatırladığım kadar sert ve zayıf görüntüsüyle, kollarını kavuşturmuş, pencerenin kenarında duruyordu. Son zamanlarda Stanton’la epey zaman geçirsem de arkadaş olduğumuzu söyleyemezdim. Özellikle de bazı davranışlarım yüzünden onun da benimle birlikte bir tür vampir ev hapsine çarptırıldığını göz önünde bulundurursak. Gerçi bana öfkeliyse de bunu belli etmiyordu. Yüzünde kesin bir iş ciddiyetiyle başını sallayarak beni kibarca selamladı.
Yanında üç erkek Simyacı daha vardı. Tanıştığımızda adlarının Barnes, Michaelson ve Horowitz olduğunu öğrendim. Barnes ve Michaelson, babamla Stanton’ın yaşındaydı. Daha genç olan Horowitz ise yirmilerinin ortasındaydı ve bir sehpanın üzerinde dövme gereçlerini hazırlıyordu. Hepsinin üzerinde de benimkiler gibi iddiasız renklerde ve rahat iş giysileri vardı. Amacımız dikkat çekmeden iyi görünmekti. Simyacılar yüzyıllardan beri, insanların başka dünyalar olabileceğini hayal etmesinden çok daha önceden beri, Siyah Giyen Adamlar filminden fırlamış gibi dolaşırdı. Işık doğru açıyla vurduğunda her Simyacı’nın yüzünde benimki gibi küçük bir dövme olduğunu görürdünüz.
Endişem iyice arttı. Bir tür sorguya mı çekilecektim? Yarı vampir bir kıza yardım ettim diye sadakatimin sarsılıp sarsılmadığını mı ölçmeye çalışacaklardı? Kollarımı göğsümde kavuşturup olabildiğince tarafsız bir ifade takındım, kendinden emin ve soğukkanlı görünmeye gayret ettim. Hala davamı savunmak için bir şansım varsa sağlam bir savunma yapmaya kararlıydım.
Kimse tek kelime edemeden Zoe içeri girdi. Kapıyı arkasından kapatıp kocaman gözlerle ve dehşetle etrafına bakındı. Babamın evimize sonradan eklediği çalışma odası çok büyük olduğundan rahatça birçok kişiyi misafir edebiliyordu. Kardeşim içeri girer girmez, çok gerildiğini ve kendini tuzağa düşmüş hissettiğini anladım. Göz göze geldiğimizde onu sessizce, bakışlarımla avutmaya çalıştım. İşe yaramış olmalı ki biraz sakinleşerek yanıma geldi.
“Zoe,” dedi babam. Kızının adını bilerek havada asılı bırakmasından, hayalkırıklığına uğradığını anlamıştık. Nedenini kolayca tahmin ettim. Zoe’nin üzerinde bir kot pantolonla eski bir sweatshirt vardı ve kahverengi saçlarını gevşekçe iki örgü yapmıştı. Başka birinin standartlarına göre düzgün görünse de babamın standartlarına göre kesinlikle değildi. Kardeşimin korkusunu hissedince daha dik durup koruyucu bir tavır takınmaya çalıştım. Babam kardeşimin yeterince aşağılandığına emin olduktan sonra Zoe’yi diğerleriyle tanıştırdı. Stanton onu da aynı şekilde kibar bir baş selamıyla karşıladıktan sonra babama döndü.
“Anlamadım Jared,” dedi. “Hangisini kullanacaksın?”
“Sorun da bu,” dedi babam. “Zoe’yi istediler ama hazır olduğundan emin değilim. Daha doğrusu, hazır olmadığını biliyorum. Sadece temel eğitimden geçti. Ama Sydney’in son… deneyimleri… göz önüne alınırsa…”
Beynim hemen parçaları bir araya getirmeye başladı. Öncelikle ve en önemlisi rehabilitasyon merkezine gönderilmeyecektim. En azından şimdilik. Durum başkaydı. Önceki şüphem doğruydu. Yeni bir görev vardı ve biri Zoe’yi kullanmaya karar vermişti çünkü o -ailedeki diğer herkesin aksine- Simyacılar’a henüz ihanet etmemişti. Babam, onun sadece temel eğitim aldığını söylerken haklıydı. İşlerimizi miras yoluyla devralırdık ve ben yıllar önce Sage Ailesi’nin sıradaki Simyacısı olarak seçilmiştim. Ablam Carly görevi bana devretmişti. Şimdi uzakta, üniversitedeydi ve yaşça fazla büyüktü. Bana bir şey olursa diye -bir trafik kazası veya vampir ısırığı gibi- babam yedek olarak Zoe’yi yetiştiriyordu.
Ne diyeceğimi bilmeden öne çıktım. Emin olduğum tek şey, Zoe’yi Simyacıların planlarına alet etmeyeceğimdi. Onun güvenliği için, rehabilitasyon merkezine gitmekten bile daha çok endişeleniyordum, ki rehabilitasyon merkezi ödümü koparıyordu. “Olaylardan sonra davranışlarım hakkında bir komiteyle konuştum,” dedim. “Neden öyle davrandığımı anladıklarını sanıyorum. Neye ihtiyacınız varsa yapabilecek beceriye sahibim. Kardeşimden çok daha hazırım. Gerçek dünyada deneyimim var. Bu işin her detayını biliyorum.”
“Hafızam beni yanıltmıyorsa gerçek dünyadaki deneyimin biraz fazlaydı,” dedi Stanton ters ters.
“Neden öyle davrandığını ben bir kez daha duymak isterim açıkçası,” dedi Barnes parmaklarıyla neden öyle davrandığını‘yı tırnak içine alarak. “Ben de yeterince eğitim almamış bir kızı işin içine sokmaya meraklı değilim ama bir vampir suçuna iştirak etmiş birinin beceri sahibi olduğuna inanmak da açıkçası benim için o kadar kolay değil.” Parmaklarıyla yine hayali tırnak işaretleri yaptı.
Öfkemi gizleyerek gülümsedim. Gerçek duygularımı göstermek işime yaramazdı. “Anlıyorum efendim. Ama Rose Hathaway işlediği öne sürülen suçtan sonunda aklandı. Bu nedenle teknik olarak bir suça iştirak etmedim. Davranışlarım gerçek katili bulmaya yardım etme amaçlıydı.”
“Öyle bile olsa, onun o sırada masum olduğunu ne sen biliyordun ne biz,” dedi.
“Haklısınız,” dedim. “Ama ben onun masum olduğuna inanıyordum.”
Barnes homurdandı. “Sorun da bu zaten. Kendi hayali teorilerinin peşinden gideceğine Simyacılar’ın sana söylediğine inanmalıydın. En azından topladığın delilleri üstlerine götürmeliydin.”
Delil mi? Rose’un doğruyu söylediğine inanmamı ve ona yardım etmemi sağlayan şeyin deliller olmadığını nasıl açıklayabilirdim ki? Bunu asla anlamazlardı. Hepimiz Rose’un sırf yarı vampir olması yüzünden kötü olduğuna inanmak üzere yetiştirilmiştik. Onda dürüst bir yan gördüğümü söylemek davama yardım etmeyecekti. Rose’a yardım etmem için başka bir vampirin bana şantaj yaptığını söylemek işleri daha beter çıkmaza sokardı. Simyacıların kabul edebileceği tek bir açıklama vardı.
“Ben… kimseye söylemedim çünkü başarının sadece bana ait olmasını istiyordum. Olayı çözersem terfi edebileceğimi ve daha iyi bir göreve getirileceğimi umdum.”
Göz göre göre yalan söyleyebilmek için gerçekten çok uğraşmıştım. Böyle bir itirafta bulunduğum için kendimi çok küçük düşmüş hissediyordum. Sanki hırslarım yüzünden böyle aşırı davranışlarda bulunmuşum gibi yapmıştım! Kendimi ikiyüzlü ve sığ hissediyordum. Ama tam düşündüğüm gibi, diğer Simyacıları ikna edecek tek açıklama buydu.
Michaelson homurdandı. “Yolundan şaşmış. Bu yaşta beklenmeyecek bir şey değil.”
Diğer adamlar, babam dahil, bana küçümseyen gözlerle baktı. Sadece Stanton şüpheli görünüyordu. Sonuçta onlardan daha fazla fiyaskoya tanık olmuştu.
Babam diğerlerine bakıp başka yorum bekledi. Kimse bir şey demeyince omuz silkti. “O halde, kimsenin itirazı yoksa Sydney’i kullanmamızı öneririm. Ona ne için ihtiyacınız olduğunu da anlamış değilim ama…” Sesinde ona henüz yeterince bilgi verilmediği için suçlayıcı bir ton vardı. Jared Sage meselenin dışında bırakılmaktan hiç hoşlanmazdı.
“Büyük kızı kullanmak benim için sorun değil,” dedi Barnes. “Ama diğerleri gelince itiraz etmeleri ihtimaline karşı küçük kızı buralarda tut.” Bize kaç kişinin daha katılacağını merak ettim. Sonuçta babamın çalışma odası da stadyum değildi. Ayrıca ne kadar çok insan gelirse mesele o kadar önemli demekti. Görevin ne olabileceğini düşünürken kanımın çekildiğini hissettim. Simyacılar’ın büyük felaketlerin üstesinden bir iki kişiyle geldiklerini görmüştüm. Bu kadar kişi gerektiren işin büyüklüğünü tahmin bile edemiyordum.
Horowitz ilk kez konuştu. “Ne yapmamı istiyorsun?”
“Sydney’e yeniden dövme yap,” dedi Stanton kararlı bir sesle. “Göreve gitmeyecek olsa bile büyülerin güçlenmesinden zarar gelmez. Zoe’yle ne yapacağımızı daha bilmiyoruz, ona şimdiden dövme yapmayalım.”
Gözlerim kardeşimin lekesiz ve solgun yanaklarına kaydı. Evet. Orada bir zambak olmadıkça özgürdü. Dövme teninize bir kez işlendi mi dönüşü yoktu. Artık Simyacılar’a aitsiniz demekti.
Bu gerçekle daha geçen yıl tanışmıştım. Büyürken böyle olacağını hiç ama hiç anlamamıştım. Babam küçüklüğümden beri görevimizin ne kadar doğru olduğuna dair beynimi yıkamıştı. Doğruluğuna hala inanıyordum gerçi. Ama keşke babam bu amaca hayatımın ne kadar büyük bir bölümünü adamam gerekeceğinden de bahsetmiş olsaydı.
Horowitz babamın çalışma odasının uzak bir köşesine katlanır bir masa kurmuştu. Masaya hafifçe vurup bana dostça gülümsedi.
“Zıpla bakalım,” dedi bana. “Biletin burada.”
Barnes ona onaylamayan bir bakış fırlattı. “Lütfen. Bu ritüele biraz saygı gösterebilirsin David.”
Horowitz omuz silkmekle yetinip uzanmama yardım etti. Gülümsemesine karşılık vermek istesem de diğerlerinden çok korkuyordum. Minnettarlığımın gözlerimden okunabildiğini umdum. Horowitz beni anladığını söylercesine bir kez daha gülümsedi. Başımı çevirip Barnes’ın bir sehpanın üzerine siyah bir çantayı dikkatlice yerleştirmesini izledim. Diğer Simyacılar onun etrafında toplanıp ellerini önlerinde kenetledi. Adamın kutsal gizemleri yorumlayan bir keşiş olduğunu tahmin ettim. Simyacılar’ın yaptığı çoğu şey bilime dayanırdı ama birkaç işlem için ilahi yardıma ihtiyaç duyardık. Sonuçta ana misyonumuz olan insanlığı korumak, vampirlerin doğal olmadığı ve Tanrı’nın planına karşı geldikleri inancına dayanıyordu. Bu nedenle de tefsirci keşişler -bizim rahiplerimiz- bilim adamlarımızla beraber çalışıyordu.
“Yüce Tanrım,” dedi adam gözlerini kapayarak. “Bu iksirleri kutsa. Üzerlerindeki kötülük izlerini al ki hayat veren güçleri biz kullarının üzerinde ışıl ışıl parlasın.”
Çantayı açıp her biri koyu kırmızı bir sıvıyla dolu dört küçük şişe çıkardı. Her birinin üzerinde, bir şeyler yazılı etiketler vardı. Barnes titremeyen eli ve usta gözünün kararıyla bu şişelerden daha büyük bir şişeye belirli bir miktarda sıvı döktü. Dört şişeyi de kullanınca küçük bir paket toz çıkarıp karışımın içine boşalttı. Havada hafif bir titreşim hissettim. Şişenin içindekiler altın rengine döndü. Barnes şişeyi, elinde iğneyle hazır bekleyen Horowitz’e uzattı. İşin tören kısmı bitince herkes rahatladı.
İtaatkar bir şekilde dönüp yanağımı uzattım. Horowitz’in gölgesi üzerime düştü. “Biraz acıyacak ama ilk yaptırdığın zamanki kadar değil. Sadece biraz rötuş,” diye açıkladı nazikçe.
“Biliyorum,” dedim. Daha önce de dövmem yenilenmişti. “Teşekkürler.”
İğne tenime batarken irkilmemeye çalıştım. Gerçekten acıdı ama Horowitz’in dediği doğruydu, sonuçta yeni bir dövme yapmıyordu. Sadece tenime az miktarda mürekkep enjekte ederek dövmemin gücünü canlandırıyordu. Bunu iyiye işaret olarak algıladım. Zoe hala tehlikeden tamamen kurtulmamış olabilirdi ama beni bir rehabilitasyon merkezine götürmeyi planlasalardı dövmemi yenilemeye zahmet etmezlerdi.
“Hazır beklerken, bize neler olduğunu anlatabilir misin?” diye sordu babam. “Tek bildiğim genç bir kıza ihtiyaç duyduğunuz.” Bunu sıradan birinden bahseder gibi söylemişti. İçimde babama karşı yükselen öfke dalgasını bastırmaya çalıştım. Evet, onun için herhangi bir genç kızdan farkımız yoktu.
Stanton’ın “Bir sorunumuz var,” dediğini duydum. Sonunda bazı cevaplar alabilecektim. “Moroi’larla ilgili.”
Rahat bir nefes verdim. Bu Strigoi’larla sorun yaşamaktan çok daha iyiydi. Simyacılar’ın karşılaştığı sorunlar daima iki vampir ırkından biriyle ilgili olurdu ve ben yaşayan, öldürmeyen grubu kesinlikle tercih ederdim. Moroi’lar çoğu zaman insan gibi görünüyor, bizim gibi yaşayıp bizim gibi ölüyordu. Strigoi’lar ise doğanın sapkın yaratıklarıydı. Kana susamış, yaşayan ölülerdi onlar. Ya bir Strigoi’un zorla kanlarını içmesi ya da bir Moroi’un kasten kanlarını içerek onları öldürmesi sonucu vampir olurlardı.
Strigoi’larla aranızda sorun çıkmışsa mutlaka birileri ölecek demekti.
Bu gece Simyacılara ihtiyaç duyulmasını sağlayacak ne tür bir olay çıkmıştı acaba? Olası senaryoları kafamda sıraladım. Sivri dişli birini gören bir insan, kaçıp insan arasına karışmış bir besleyici, insan doktorlar tarafından tedavi edilen bir Moroi… Bunlar biz Simyacılar’ın sık karşılaştığı sorunlardı ve bu tür meselelerin kolaylıkla üstesinden gelecek şekilde eğitilmiştim. Ancak bu olaylardan herhangi birini çözmek için neden özellikle bir genç kıza ihtiyaç duyduklarını hala anlayamamıştım.
“Biliyorsunuz, kızı geçen ay kraliçe seçtiler,” dedi Barnes. Gözlerini devirdiğine adım gibi emindim.
Odadaki herkes onaylarcasına mırıldandı. Elbette biliyorlardı. Simyacılar, Moroi’lardaki siyasi gelişmeleri takip etmeye çok önem verirdi. Vampirlerin ne yaptığını bilmek, onları insanlıktan gizlemek ve insanlığı onlardan korumakta hayati önem taşıyordu. Amacımız buydu; kardeşliğimizi korumak. Düşmanını tanı öğüdü bizde çok ciddiye alınıyordu.
Moroi’ların kraliçe seçtiği kız, Vasilisa Dragomir, benim gibi on sekiz yaşındaydı.
“Kendini kasma,” dedi Horowitz kibarca.
Kendimi kastığımı fark etmemiştim bile. Gevşemeye çalıştım ama Vasilisa Dragomir’i düşününce aklıma Rose Hathaway geldi. Bir an huzursuz oldum. Acaba başımın beladan kurtulduğunu düşünmekle çok mu aceleci davranmıştım? Neyse ki Barnes hikayesini anlatmaya devam etti. Kraliçe ve arkadaşlarıyla aramdaki uzak bağdan hiç söz etmedi.
“Bu durum bizim için ne kadar şok ediciyse onlardan bazıları için de öyle oldu. İtirazlar ve fikir ayrılıkları aldı yürüdü. Henüz kimse Dragomir kızına saldırmaya kalkmadı. Belki de çok iyi korunduğundan. Görünüşe bakılırsa Kraliçe’nin düşmanları kendilerine yeni bir hedef bulmuş. Vasilisa’nın kardeşi.”
“Jill,” dedim kendime engel olamayarak. Horowitz kıpırdadığım için bana azarlayan bir bakış attı. Dikkati kendime ve Moroi’lar hakkında bildiklerime çektiğim için anında pişman olmuştum. Bütün Moroi’lar gibi sinir bozucu derecede uzun ve ince olan Jillian Mastrano’nun görüntüsü gözümün önüne geldi. Kocaman, soluk yeşil gözleri hep sinirli bakardı. Gerçi sinirlenmesi için yeterince nedeni vardı. Jill on beş yaşındayken Vasilisa’nın gayrimeşru kardeşi olduğunu öğrenmişti. Kraliyet ailesinde tahta en yakın diğer kişiydi. Bu yaz bulaştığım belada onun da rolü vardı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKanbağı
- Sayfa Sayısı450
- YazarRichelle Mead
- ÇevirmenYeliz Üslü
- ISBN6054560226
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Acı Çikolata ~ Laura Esquivel
Acı Çikolata
Laura Esquivel
İçinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan roman
- Gömülü Dev ~ Kazuo Ishiguro
Gömülü Dev
Kazuo Ishiguro
Romalılar Britanya'yı terk edeli çok olmuş. Viraneye dönmekte koca ülke. Neyse ki ortalığı kasıp kavuran savaş bitmiş. Britonlar'dan Axl ile Beatrice yıllardır görmedikleri oğullarına kavuşmak için tehlikeli topraklarda zorlu bir yolculuğu göze alıyorlar.
- Görünmez Akademisyenler ~ Terry Pratchett
Görünmez Akademisyenler
Terry Pratchett
Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz yedinci kitabı Görünmez Akademisyenler, kadim geleneklere ve uzun bir geçmişe sahip...