Zengin bir Bey’in dadılarla ve özel hocalarla büyütülen güzeller güzeli kızının inişli çıkışlı hayat hikâyesi… Büyük bir azim, çok büyük bir aşk… Her anı değişen hayat tabloları ile dolu bir hikâye…
“Bu hikâye, benim ailemin yaşadığı bir hikâyedir. Bir kısmını bizzat yaşadım. Geçmişe ait olan kısımlarını ise yaşayanların kendilerinden bizzat dinledim. Ben sadece olayların olabilirliğini zaman ve mekan açısından araştırdım. Asıl Adı Atiye, bir biyografi değildir. Bir romandır. Her olay bire bir anlatılmamış olabilir. Hayalgücüm bazı yanılgılara düşmüş olabilir. Adını değiştirerek kullandığım çok az aile veya kişi vardır. Diğerleri kitapta geçen lâkapları ve isimleri ile yaşayan aileler ve kişilerdir.”
Naşite Gökbudak
Akıcı üslubu ve sade anlatımı ile soluksuz okunacak bir roman. Hikâyenin geçtiği dönem ve gerçekte yaşanmış olması ayrı bir haz veriyor.
Türkan Şoray
“Sıdıka Hanım” romanı için mükemmel demiştim. “Asıl Adı Atiye” mükemmelden de öte.
Doç. Dr. Naci Onur
Fırat Üniversitesi Edebiyat Kürsüsü
ÖNSÖZ
Evvela ilk romanım, Sıdıka Hanım’a gösterdiğiniz ilgi ve beğeni için teşekkür ederim.
“Asıl Adı Atiye” ailemde yaşanmış hikâyelerin ikincisidir. Ailemin, yaşadığı devir ve kişiler olarak fazlaca sıra di şı bir yapıya sahip olduğuna inanıyorum, istesem yaşadıklarımızdan esinlenerek, üç roman daha yazabilirim. Ama korkmayın! Sizi hep aynı olayları (aynı olayları diyorum; çünkü bir ailede önemli olan her şey, bütün aile fertleri için özel ve önemlidir, her ne kadar başka görüş açılarından anlatmaya çalışsam da anlatılan aynı olaydır ve bir yerde sıkıcı olacağı kesindir) okumak zorunda bırakmayacağım, yani artık ailemden hikâyeler anlatmayacağım.
‘Asıl Adı Atiye” de yaşanmış bir olaydır. İçinde abartılar veya eksiklikler olabilir. Olay, benim hayal ettiğim gibi, kurguladığım gibi yaşanmamış da olabilir. Sonuç olarak, şu veya bu şekilde yaşanmış, gerçek bir hikâyedir.
Sıdıka Hanım’m evindeki telaşı akşam yaklaştıkça artıyordu. Kolay değildi. Büyük kızı Küçük Hanıma söz kesilecek, şerbeti içilecekti. En çok yorulanlardan biri; şüphesiz ki evin emektar ve sadık uşağı, Beko’ydu; gerçi artık ne olduğu da belli değildi. Bir ağabey, bir dayı, bir vekilharç kısacası evin temel direklerinden biriydi. O büyük aşk, o güçlü duygu; hayatını bu eve ve bu evdekilere bağlamasına yetmişti. Artık niye sevdiğini, nasıl sevdiğini, kaç yıldır sevdiğini de hatırlamıyordu. Düşünmüyordu da zaten; başta Sıdıka Hanım olmak üzere, kendini bu evdekilere adamıştı. Bütün gayesi; onların hayatını kolaylaştırmak, mutsuzluklarını his settir meme ye çalışmaktı, işte, bu gün de, o günlerden biriydi. Beko bugün, Bakkal Nazım’a kaç sefer yaptı, bilmiyordu. Gerçi evdeki herkes bir telaş ve heyecan içindeydi. Küçük Hanım hariç. O sadece, programlanmış gibi, yapılması gerekenleri yapıyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu, ne üzgün ne de mutluydu. Bugün sanki sadece et ve kemikti. Duygularını, sofadaki ceviz sandığa kilitlemiş gibiydi. Beko, elindeki torbayla mutfağa doğru yürürken avluyu yıkamaya çalışan Firdevs, yorulmuş olmalı ki sağ elinde süpürge, sol elini de beline koyarak Beko’yu seyretmeye başladı. Ve sırf konuşmuş olmak için:
Beko Dayı, yine neler getirdin? diye sordu. Beko, yorgun bir ifadeyle:
Ne bileyim kızım, anan habire bir şeyler istiyor. Altı üstü bir söz, düğün değil kına değil. Niye bu kadar hazırlanıyor, bilmem.
Firdevs, Beko’ya nasıl bir cevap vereceğini düşünürken, mutfaktan Sıdıka nın sesi duyuldu.
Beko, Beko! Bu, benim ilk mürüvvetim olacak. Gücümün yettiğinin en iyisini yapmalıyım. Ele karışmak, yele karışmaktır. Şimdiden söz gelsin istemem. Biliyorum, çok yoruldun ama…
Beko, hemen sözünü kesti:
Sıdıka Hanım, benim yorgunluğumun ehemmiyeti yok. O çocukların mürüvvetini görmek, beni de mesut ediyor. Üzüldüğüm sensin. Birde…
Sonunu getiremedi. Çok masraf oldu diyecekti; ama Sıdıka’yı daha fazla üzmemeliydi. Olabildiğince işini kolaylaştırıp, onu birazcık da olsa mesul etmeye çalışmalıydı. Bunu, fazlasıyla hak ediyordu. Bir taraftan bunları düşünürken bir taraftan da torbadakileri çıkartıyordu. Yakılması için öd ağacı, bir kutu kibrit; iki kilo toz şeker, bir paket sigara, çay ve bir küçük şişe, limon kolonyası… Beyaz da bunları bir bir alıp, tel dolaba yerleştirmeye başladı. Bir kutu kibriti, Sıdıka’nın Önüne doğru attı. Sonra birdenbire irkildi:
Sıdıka, kusura bakma, elimden birdenbire çıktı, Sıdıka hafifçe güldü ve içinden; “Hâlâ benim, Saray
Köydeki konağın hanımı olduğumu zannediyorlar. Eski camlar çoktan bardak oldu,” dedi ve hafiften bir iç geçirdi. Ne düşündüğü anlaşılmasın diye acele ile ocağa döndü:
Beyaz, sen de şu vişne şerbetini ez; ez de hazır olsun. Çörekler hazır. Börek nerdeyse pişecek. Hanife Bacı, baklavanın şerbetini verdi. Eh, pek bir işimiz kalmadı.
Birdenbire hatırlamış gibi:
Küçük nerede, epeyidir ortalarda gözükmüyor? Firdevs, biraz da şikâyetçi bir tavırla:
Ütüye kömür koydular, akşam giyeceği entari ile Dilşat ablamın oyaladığı yazmayı ütülüyorlar. Bense hâlâ ne giyeceğimi bilmiyorum.
Sıdıka gülerek:
Yavrum, sözü kesilecek olan Küçük sen değilsin nasılsa; eii yüzü temiz bîr şey bulur, giyersin.
Beko, getirdiklerini mutfağa bıraktıktan sonra avludaki sedirin üzerine oturmuş, büyük bir itina ile sigarasını sarıyordu. Bir taraftan da düşünüyordu, “Bu kız, böyle mi evlenecekti? Hayret, hayatın ne getireceği belli olmuyor. Acaba arada sırada Küçük’e mektup yollayan o delikanlıya ne oldu? Bir keresinde buraya kadar bile gelmişti. Temiz yüzlü bir çocuktu ama o son mektupla her şeyi mahvetmişti. Küçük de ne kadar perişan olmuştu. Küçük, hiç de evlenecek bir kız gibi mutlu ve heyecanlı değildi. Bu zoraki bir evlilik. Sırf evde kalmış olmamak, anasının yükünü azaltmak için bu evliliği kabul elti. Yazık olacak ama ne yapılabilir ki?” diye düşünürken, ellerini de iki yana hafifçe açmıştı. Firdevs:
Ne oldu, Beko dayı, ters giden bir şey mi var?
Hayır, hayır! Hiçbir şey yok. Anana bir daha bir şey isteyip istemediğim sorayım, dedi.
O sırada Sıdıka içeriye girmişti. Beko’nuıı son söylediklerini duymuştu:
Beko, galiba her şey tamam, yalnız bir sorun var. Oğlan tarafı, birkaç gün sonra da düğün yapmak istiyor. Ergani uzak yer, tekrar gelemeyiz, diyorlarmış. Ama o adamın da daha kırkı çıkmadı. Kimse bilmez. Arkamdan sayıp, dedikodu ederler.
Beko, güldü:
Aman, Sıdıka Hanım; onu bilmeyen mi var? Ama yine de bir yirmi gün sonraya gün verelim, dedi.
Sıdıka Hanım’ın, o adam diye bahsettiği, içki ve kadın uğruna on yedi köyü yiyerek, sonunda içki yüzünden otuz sekiz yaşında çatlayan. Saraylı Küçük Bey’di.
Vakit, gece yansına yaklaşıyordu. Söz kesilmiş, şerbetler içilmişti. Ev halkından hiç kimse memnun değildi. Yine de herkes birbirine hayırlı olsun dileklerinde bulundu. Küçük Hanım’ın yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Sıdıka, kızma yaklaştı, yüzünü öptü:
Hayırlı olsun, yavrum. Küçük, ağır ağır başını kaldırdı, gülümsemeye çalıştı; ama yapamıyordu, boşuna çabalıyordu, duygularını saklamak oldukça zordu:
Sağ ol, anne, dedi ve hemen ilave etli:
Buraları sabah düzeltsek olmaz mı? Ben biraz yorgunum, yatmak istiyorum.
Sözünü bitirdikten sonra cevabını bile beklemeden sofadaki Dilşat’la paylaştığı odasına yürüdü. Yüzü ifadesiz ve yorgundu. Elindeki ebruli karanfil çiçeğine bir kere daha baktı. Sonra odanın bir köşesine fırlattı. Bir ara mutfak kapısının önünde damat adayı ile karşılaşmıştı. Mustafa aceleyle eline bu çiçeği tutuşturmuş ve hafifçe eğilerek;
Senden güzel bir Çiçek bulamadım, Küçük Hanım; bunu kabul et, demişti.
Küçük ne diyeceğini bilemeden; Mustafa sofaya, erkeklerin yanına geçmişti bile. Küçük, üzerindeki yavruağzı çiçekleri olan, ipek kumaştan elbiseyi ki bu anasının gençliğinden kalma çok güzel bir kıyafetti ve Dilşat’ın, nefis bir oya yaparak süslediği, gene aynı tonda yazmayı aceleyle çıkarttı. Belindeki ince gümüş kemeri sökerken, düşünüyordu; “Bunu da kemer diye getirdiler.” Kemer, söz hediyeleri ile getirilmişti. Küçük, ne getirdiklerini bite tam olarak bilmiyordu. Kemeri beline taktıkları için görmüştü. Tabii bu kemer, Küçük Bey’in kızı için çok basit, çok hafif kalmıştı. Hepsini gömme dolabın kendine ait tarafına yerleştirdi Beğense de begenmese de itina ile yerleştiriyordu. Yapı olarak düzenli ve mükemmeliyetçi bir yaradılışa sahipti. Bu yönü Küçük Hanım’ın hayatım birçok bakımdan zorlaştırıyordu; ama ne yapsın, o da öyle yaratılmıştı. Sedir olarak da kullanılan yatağına yarı oturur vaziyetle uzandı. “Bu genç adam çirkin değil, yakışıklı bile sayılır. Kadınlara nasıl davranılacağmı da biliyor galiba, köylüden çok bir şehirli gibi davranıyor. Memleketinde hali vakti de iyiymiş,” diye düşünürken ürperdi. “Ben nasıl uzaklara giderim; anamı bacılarımı nasıl bırakırım? Ama buna mecburum. Acaba bu yüzden mi Erganili Mustafa’yı istemiyorum? Hayır, asıl sebep bunlar değildi.” Tanı o anda Harput Müftüsü’nün torunu Kemal’i hatırladı, hafiften güldü, bir anlık tebessümün ardından yüzünde acı bir ifade belirdi. Sıdıka, Dilşat’ın odaya girdiğini duymamıştı bile. Çünkü o, on dört yıl öncesinde ve Harput’taydı.
Dilşat, ablasının çok uzaklarda olduğunu fark etmişti; aşağı yukarı nerelere gittiğini, kimi düşündüğünü de tahmin edebiliyordu. O da üzgündü; ama yapabileceği bir şey yoktu. Ve ne yazık ki ablası, hay3tı olduğu gibi kabullenip, eğlenceli hale getirmeyi bilmiyordu. Bunları düşünürken uyumuştu. Zira o da çok yorgundu.
Küçük, daha mutlu bir ifadeye bürünmüş gibiydi. Konaktaki günlerini, özellikle de ders almaya başladığı günü hatırlamıştı. Annesi, bir gün evvel Küçük’e;
Bak, Küçük; bu zat, sadece ninenin hatırı için hususi ders verme işini kabul etmiş, sen de hakikaten bir kabiliyet görmez ve yeterince gayret sarf etmezsen sana ders vermeyebilir. Bu noktayı bilerek hareket et, demişti.
ilk ders aldığı gün, bu endişeyle kalbi çarparak çalışma odasına girmiş; ama, Hacı Hayrı Bey’in babacan ve sevecen tavırları ile hemen rahatlamıştı. Ne yazık ki bu rahatlama çok sürmemiş, ilk dersten sonra Hacı Hayri Bey derse devam edemeyeceğini bildirerek günlerce görünmemişti. Ta ki Kemal’i ikna edip, gizlice ziyaretine gidinceye kadar. Kemal’e o teklifi nasıl d., yapabilmişti. Ük defa büyüklerinden gizli bir iş yapacaktı. Doğrusu Kemal de ona beklediğinden daha çok destek olmuş ve sırrım saklamıştı. Ya hocası ile kumaşçı dükkânında karşılaşmaları; kendisinin, annesinin çarşafını çekerek, onu oracıkta başı açık bırakmasıyla annesi ve hocası; Lamia teyzenin sesini duyana kadar birer heykel gibi donarak birbirlerine bakakalmalardı. “Neden, öyle olmuşlardı acaba?” diye düşündü. “Herhalde annem birdenbire bir erkeğin karşısında çarşafsız kalınca ne yapacağını şaşırdı. Hocam da annemin güzelliği karşısında dilini yuttu. Annem de ne kadar güzeldi, Yarabbim!” Bu sahneyi hiç unutamamıştı.
Ama unutamadığı en büyük, en heyecanlı olay; Kemal’le hocasını yeniden ders vermesi için ikna etmeye gidişleriydi. Bahçede oynuyorlardı. Kemal, onu köpek kulübesinin yanına götürmüştü. O anı yaşıyor gibiydi:
Küçük, bak; bu benim köpeğim. İstersen şu süt beyazı da sana verebilirim.
Küçük sevinmişti:
isterim, hem de çok. Ona bahçede büyük köpeklerden uzak küçük bir kulübe yapar, Henno Üe ben bakarız, dedi Kemal’e biraz daha sokularak.
Kemal, sen hep çok cesur olduğunu söylersin. Ben senden bir şey isteyeceğim, yapabilir misin acaba?
Bu ‘acaba’h soru Kemal’i kızdırmıştı;
Tabii yaparım, söyle!
Ben artık ders alamıyorum; çok üzülüyorum. Bana ders vermesi için hocama gidip yalvarmak, ikna etmek istiyorum. Ama annemler böyle bir şey yapmamı istemiyorlar. Beni gizlice götürebilir misin? Ve bu sırrımızı ebediyen saklayabilir misin?
Tamam, o da bir iş mi? Yalnız, hocanı nerede bulabiliriz?
Harput çarşısının sonunda yeni, büyük bir manifatura dükkânı açılmış. O dükkân, hocamın bir arkadaşınınmış, arada sırada gidip ona yardım ediyormuş; bir şansımızı deneyelim mi?
Bak, Küçük; çarşının içinden geçersek, babamın veya dedemin bizi görme ihtimali çok fazla. Onun İçin arka mahalleden dolaşmamız gerek; biraz uzunca olur, yürüyebilir misin? Kızlar biraz güçsüz olurlar da…
Küçük bu sözlere biraz bozulmuştu, ama şimdi Kemal’le takışmanın sırası değildi. Epeyce yürümüş nihayet çarşıya gelmişlerdi. Küçük hem hocasıyla karşılaşacağından hem de gizli bir iş yapıyor olmasının verdiği korkuyla çok heyecanlıydı. Kalbi çarpıyordu; ağzı dili kurumuştu. Şansları varmış ki Hacı Hayri Bey oradaydı. Ve çocukları görünce şaşırmıştı:
Hayrola, çocukJar; Valide Hanımların bir siparişi mi vardı?
Hayır, hocam; biz annelerimizden gizli geldik. Ne olur, bana ders vermeye devam edin. Yoksa beni kabiliyetsiz mi buldunuz?
Yavrum, sen çok kabiliyetli bir kızsın. Böyle bir kanaate nerdçn vardın? Sadece zamanım yok. İşime dönme ihtimalim vat
Henüz Hayri Bey sözünü bitirmeden, Küçük ağlamaya başlamıştı. Küçükun ağlaması, Kemal’e dokunmuştu. Küçük’ün yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. O günleri sahiden yaşıyor gibiydi. Kemal’in sesini net ve bütün canlılığı ile duyabiliyordu.
Hoca Efendi! Kadınları yalvartmak ve ağlatmak ayıp olur, biz erkekler için. Bakın, benden bir ricada bulundu; ben de hemen kabul ettim.
Hocasının bıyık altından gülüşü ve Kemal’in bu erkekçe tavırlarından hoşlanışı, Küçük’ün gözünden kaçmamıştı. Hacı Hayri Bey, birkaç dakika tereddüt etmişti:
Peki, dedi. Ben de senin gibi erkekçe davranıp, ders vermeye geleceğim. Her cuma aynı saatte.
Küçük zıplamaya, et çırpmaya başlamıştı. Birdenbire ninesinin sözünü hatırladı: Kibar kızlar, aşırı hareketlerde bulunmamalı. Kibar bir hanımefendi olmak için önce, duygulan dizginlemeyi bilmek gerekir. Küçük, kibar bir kız tavrına bürünüp, ciddi bir tavır takınarak;
Bu cuma, yani önümüzdeki cuma değil mi? dedi
Evet, annene söylersin.
Küçük yine duraladı. Kemal hemen atıldı:
Biz kimseye bir şey söyleyemeyiz. Kaçak geldik ve bu sırrımızı saklamanızı rica ediyoruz.
Peki, ben hallederim. Hadi siz gidin, analarınız me ‘ rak edecektir.
Nasıl da mutlu bir şekilde yola koyulmuşlardı. Eve yaklaştıklarında yıkık bir evin arsasından geçmek zorundaydılar. Arsanın etrafında söğüt ve yabani dut ağaçları vardı. Kemal, kuytu bir köşeden geçerken, aniden sarılmış, Küçük’ün yanağından öpmüştü; küçük kızmıştı:
Sen delirdin mi? Ne yapıyorsun anneme söyleyeceğim!
Kemal de gayet emin bir tavırla:
Söyleyemezsin; ben senin sırrını taşıyacağım, sen de bunu, diye cevap vermişti.
Küçük hâlâ gülümsüyordu; aslında söylemek niyetinde falan değildi. Kızmamıştı da hatta biraz hoşuna da gitmişti. Ama ne kadar da çok korkmuştu öpücük yanağında belli olursa, ninesi anlarsa diye.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAsıl Adı Atiye (Özel Baskı Özel Fiyat)
- Sayfa Sayısı350
- Yazar Naşide Gökbudak
- ISBN9752542846
- Boyutlar, Kapak 10,5x17 cm, Karton Kapak
- YayıneviNeden Kitap / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dönüş ~ Cengiz Dağcı
Dönüş
Cengiz Dağcı
Sabahları sokakta duruyor, sırtımı binaların duvarlarına dayayıp kaldırımda koşuşup oynayan çocuklara bakıyor, onların yanına varıp onlarla beraberce oynayasım ve sevinesim geliyordu. Fakat kendilerini ürkütmemek...
- Tatarcık ~ Halide Edib Adıvar
Tatarcık
Halide Edib Adıvar
Kaş uçları kalkarak, gözler süzülerek, dudaklar bükülerek her yeni şeyin aşağılık, her köhneliğin kibarlık olduğunu size söyleyen bu adamların şuurlarının arkasında yeni şeylere karşı...
- Suna’nın Serçeleri ~ Gülten Dayıoğlu
Suna’nın Serçeleri
Gülten Dayıoğlu
Mahallenin erkek çocukları çıkmaz sokakta ayaktopu oynuyorlardı. Birdenbire orada beliren on yaşlarında bir kız, meşin topu kapıp kaçmaya başladı. Oğlanlar hemen peşine takıldılar. Vargüçleriyle...