birinci bölüm
Parmaklarını hafif dalgalı açık kumral saçlarından geçirip alnına düşen bir perçemi geriye attı. Sağlıkla parlayan bronz teni, Lisa’nın Los Angeles’ta görmeye alışık olduğu türden olsa da bu adamda farklı olan bir şey vardı. Genç adam yanında oturan yaşça kendinden daha büyük ve daha iri yapılı adamın uzattığı puroyu alıp yaktıktan sonra derin bir nefes çekip başını geriye attı ve dumanı zevkle üfledi. Avucunun içinde salladığı brandy dolu kadehi dudaklarına götürmeden önce, masada tam karşısında oturan üçüncü erkeğe doğru hafifçe kaldırdı. Belli ki bu bir kutlamaydı. Masadakilerin sadece erkek oluşuna bakılırsa iş ile alakalıydı. Yüzünde, gömleği kadar beyaz olan dişlerini gösteren bir gülümseme belirdiğinde, Lisa’nın yüreğini hoplattı.
“Lisa orada daha ne kadar dikileceksin? Yemekler soğumadan servisi yap. Sonra da üstünü değiştir. Az sonra sıran gelecek.”
Lisa işletme müdürünün sert uyarısı ile kendine gelmişti. Çabucak tepsiyi alarak deminden beri süzdüğü yakışıklı erkeğin olduğu masaya doğru ilerlemeye başladı. Bir şeyler normal değildi. Son bir senedir yaptığı ve neredeyse bu işi yapmak için doğduğuna inanacak kadar iyi olduğu garsonlukta ilk gecesiymiş gibi hissediyordu. Belki de o zamankinden de heyecanlıydı şu anda. Çalıştığı restoran en iyilerdendi. Her gece onlarca ünlüyü, zengin ve karizmatik işadamını, onların eşlerini ya da sevgililerini ağırlayan bu mekânda çalıştığı süre boyunca hepsini kanıksamıştı. Ama nedense bu gece uzun zamandan beri ilk kez tepsiyi taşıyan elleri titriyordu.
Masaya yaklaştıkça konuşmalar da netleşiyordu. Yaşça daha büyük olan adam, bronz tenli genç adamın sırtına hafifçe vurmuş, bu işin çocuğun elinden şekerini almak kadar kolay sonuçlandığını söylemişti. Genç adam da neşeli bir kahkaha atarak, başarısını bu şekilde hafife almasına izin vermeyeceğini söylemiş, sandığı kadar kolay olmadığını belirtmişti. Her ne olursa olsun anlaşma imzalanmış ve çok büyük bir kâr sağlanmıştı. Neden bahsettiklerine dair duyduğu meraka engel olamıyordu Lisa.
Arkadan sıkı sıkı atkuyruğu yaptığı halde, koyu kestane rengi saçları neredeyse beline kadar uzanıyordu. Lisa Melisa’nın kısaltmasıydı. Öğrencilik için Amerika’ya geldiğinden beri, isimleri kısaltmaya pek meraklı olan Amerikalılar ona Lisa deyip durmuştu. Başlarda ismini gerçek haliyle benimsetmek için çok uğraştıysa da, sonunda pes edip soranlara kendi Lisa der olmuştu. Koyu kahve gözlerinin altına çektiği siyah kalemi ve dolgun dudaklarına sürdüğü parlatıcısı dışında makyaj yapmayan Melisa, garsonluk yapan diğer kızların aksine işe zengin bir erkek tavlamak için gelmediğinden fazla dikkat çekme gereği de duymazdı. Ama bu gece ilk kez, bu sıra dışı çekiciliği ile tüm dikkatleri üzerinde toplayan kumral adamın kendisini fark etmesini arzu etmişti. Belki daha koyu bir ruj sürseydi ya da saçlarını farklı yapmış olsaydı… Hayır, hayır imkânı yoktu. Nasılsa şu üzerindeki iç karartıcı garson giysisi olduğu müddetçe hiç şansı olmayacaktı. Zaten buradan bulacağı erkekten ona nasıl bir fayda dokunabilirdi ki… Arkadaşlarının şimdiye kadar yaşadığı tecrübelerin hepsi gecelik eğlenceden öteye gidememişti.
Siparişleri teker teker masaya bırakırken, hata yapmamak için ekstra çaba sarf ediyordu. Beyaz keten gömlekli, kumral, genç adam siparişinin önüne konan yemek olmadığını iddia ettiğinde Melisa bir an hata yapmış olabileceğini düşündü. Özür dileyerek, siparişinin ne olduğunu tekrarladı. Adam ısrarla farklı bir şey istediğini söylüyordu. Tek yapabileceği karışıklığı gidermek için derhal mutfağa koşup yeni siparişi bildirmekti. Ama adamın bu işten kolay vazgeçmeye niyeti yoktu.
“Tüm yapmanız gereken siparişleri alıp mutfağa iletmek. Ne kadar zor olabilir ki? Üstelik not ediyorsunuz da… Siparişleri alıp, daha sonra servis etmekten öte olmayan bu iş ne ekstra zekâ ne de beceri gerektiriyor. Sonra da yüklü bahşiş bekliyorsunuz. Şimdi arkadaşlarım yemek yerken ben onları izleyeceğim ve ben yerken de onlar izleyecek,” demişti ters ters.
Melisa konuşmadığı zaman çok daha çekici olduğunu düşündü. Az önceki büyüleyici halinden eser kalmamıştı. Karşısındaki küstah, kaba ve kibirli bir erkekti. Her gün görmeye alıştığı diğer zengin erkeklerden farkı yoktu. Paraları ile dünyayı satın alabileceklerine inanırdı hepsi. Ve restoranda çalışanların görevi de, onları bu yalana iyiden iyiye inandırmaktı.
Restoran müdürü her zamanki vakur ve soğuk ifadesiyle Melisa’nın yanında belirip, neler olduğunu öğrenmek istemişti.
“Bir yanlışlık olmuş. Hemen yeni siparişinizi ileteceğim efendim,” diyerek Melisa konuyu kapatmaya çalıştıysa da, genç adam kendini kaptırmıştı bir kere.
“Bu genç bayan ülkedeki işsizlik oranının ve böyle bir işi olduğu için ne kadar şanslı olduğunun farkında değil bana kalırsa,” demişti Melisa’nın suratına bile bakmadan doğrudan müdürüne.
Adamın önündeki tabağı bile almaktan çekinen Melisa ne yapacağını bilemez halde öylece kalakalmıştı. Restoran müdürü defalarca özür dileyip gerekenin yapılacağını belirterek, sert bir şekilde tabağı almasını emretmişti Melisa’ya. Görünüşe göre yemek restoranın ikramı olacak, dolayısıyla Melisa’nın maaşından kesilecekti. Melisa gergin bir şekilde tabağı almak için uzandığında nasıl olduğunu anlamadan su kadehine çarpıp devirmiş ve adamın üstünü başını sırılsıklam etmişti.
Sonrası bir kâbus kadar ağır ve sancılı geçmiş, dolayısıyla bitmek bilmemişti. Yükselen sesler, sert ikazlar, hakarete varan eleştiriler bittiğinde Melisa gözyaşlarını nasıl tuttuğuna kendi bile inanamamıştı.
Koşa koşa içeriye gittiğinde arkasından gelen restoran müdürü, derhal üstünü değiştirip hazırlanmasını söylemişti.
“Bu gece görevini tamamladıktan sonra işten ayrılacaksın. Ama önce yapman gerekeni yapacaksın. Tabii paranı eksiksiz almak istiyorsan. Hemen hazırlan, az sonra anons edileceksin,” dedikten sonra Melisa’nın itiraz etmesine fırsat bile vermeden topukları üzerinde dönerek uzaklaştı.
*
Az sonra ışıklar loşlaşıp sahne aydınlandığında, beyaz keten gömlekli, bronz tenli genç adamın olduğu masa da dahil olmak üzere, bütün masalardan gelen uğultu da azalmaya başlamıştı. Yanında oturan iriyarı adam eğilip kulağına “Az sonra izleyeceğin kadının son zamanlarda duyduğun en harika sese sahip olduğundan adım gibi eminim. Ama sadece sesi değil kendi de şahane Jonathan,” diye fısıldadı.
Bu şekilde övgüyü hak edecek kadar harika olan kadını o da merak etmişti. Başını sahneye doğru çevirip, ilgiyle beklemeye başladı.
İlk fark ettiği omuzlarından aşağıya çağlayan gibi dalga dalga dökülen, koyu kestane saçlar olmuştu. O denli ipeksi, baştan çıkarıcı ve bir o kadar da gürdü ki… Saçları yüzünün yarısını örtmüş olan gizemli güzelin, vücudunun bütün hatlarını ortaya seren, son derece sade ama oldukça dikkat çekici dar, kırmızı elbisesiyle gerçek dışı bir güzelliği vardı. Nefes kesici, adeta büyüleyiciydi. Ama tüm bunlar, Jonathan’ın kadın şarkı söylemeye başlamadan önce hissettikleriydi. İnsanın ruhunu okşayan, kadife kadar yumuşak ve pürüzsüz sesi salonda yankılandığı zaman, hayatı boyunca sayısız kadınla birlikte olmuş Jonathan’ın içini, daha önce hiç tatmadığı bir duygu ile doldurmuştu. Bu öyle güçlü bir histi ki, sanki kalbi göğsünden dışarı fırlamak istiyor, bedeni ruhuna fazla geliyordu. Anın büyüsü bozulur endişesiyle, gözlerini bile kırpmaya çekiniyor, aldığı her nefesi dikkatle veriyordu.
Kadın tek kelimeyle baştan çıkarıcıydı. Bir ateş parçası gibi alev alev yanıyordu sanki. İnsanda yaklaşıp dokunmak için hem dayanılmaz bir arzu uyandırıyor hem de dokunanı yakacağının bilinciyle ürkütüyordu.
Bakışlarını ayırmadan, baştan sona hayranlıkla izlediği kadın sonunda programını bitirdiğinde, restoranda bulunan diğer pek çok erkek gibi o da coşkuyla alkışlamıştı. Muhteşem kadın sahneden inmeden önce ona kısa, kaçamak bir bakış attığında, zaman sanki durmuş, her ikisi de başka hiç kimsenin olmadığı bambaşka bir mekânda buluşmuştu. Jonathan şüphesiz bu eşsiz varlığı tanımalıydı, tanıyacaktı da… Eğilip yanındaki adamın kulağına fısıldadı: “Bu kadınla tanışmam gerek.”
Adam karşılık olarak gevrek gevrek güldü. “Hiç şüphem yok. Onunla herkes tanışmak istiyor, ama kimsenin ona ulaşabildiğini sanmıyorum. Restoranın sahibi ile bile görüştüm. Aralarında çok özel bir anlaşma yapmışlar. Hiçbir şekilde kimliğinin açıklanmayacağına söz vermiş. Ailevi nedenleri varmış dediğine göre, ama bana kalırsa gizemli kalmayı seviyor.”
“Umurumda değil. Ona ulaşmanın bir yolu olmalı ve ben bulacağım,” derken gizemli kadının çoktan terk etmiş olduğu sahneden gözlerini ayıramıyordu.
*
Lisa üstünü değiştirip, işten çıkmaya hazırlanıyordu ki garson arkadaşlarından biri sahne arkasına bir not getirmişti. “Lisa yine bu gece herkesi büyüledin. Tüm erkekler peşinde.”
Lisa merak etmişti; acaba peşindeki adamlara beyaz keten gömlekli, kumral yakışıklı da dahil miydi?
Arkadaşı konuşmaya devam etti. “Özellikle içlerinden birinin kartını sana ulaştırmam için bana ödediği bahşişe inanamazsın. Seninle harika bir ekip olabilir, çok iyi paralar kazanabiliriz,” diye sırıtıyordu elindeki bir tomar parayı gösterirken. “Tek yapman gereken sahnedeki gizemli duruşunu bozmamak.”
Lisa Toby’ye bakıp gülümsedi. Los Angeles’ta garsonluk yapan pek çok genç gibi onun da en büyük hayali ünlü olmaktı ve bu gerçekleşene kadar para kazanmak için bu işi yapıyordu. Gerçek adı Mark olsa da, seçmelere katılırken pek çok oyuncu adayı gibi sahte isim; Toby McCarthy adını, kullanıyordu. Köpeğinin adı ile annesinin kızlık soyadının birleşimiydi…
“Uzun süre gizemini koruyabileceğini sanmıyorum. Keşfedilmesi an meselesi,” diye araya girdi Lisa’ya sahnede eşlik eden orta yaşı geçmiş zenci piyanist.
Lisa iç geçirdi. “Hiç sanmam. Kendini beğenmiş, kibirli bir adam sayesinde kovuldum. Bu da son gecemdi.”
Bunu duyan piyanist ve garson çocuk büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. İstisnasız tüm çalışanlar Lisa’yı severdi. Hırsları uğruna başkalarını harcamayacak, düşünceli ve dürüst bir arkadaştı. Üstünü değiştirip, birikmiş maaşını alan Lisa evinin yolunu tuttuğunda, restoranda gidişinden habersiz Jonathan onu görebilmek umuduyla gecenin kalanına barda oturup, içerek devam etmişti. Kapanma saati gelip çattığında, Jonathan isteksizce kalkıp kapıya yöneldi. Bir umutla garsonlardan birinin yanına gitti ve bu geceki şarkıcıdan çok etkilendiğini, başka hangi gecelerde sahne aldığını sordu.
“Üzgünüm ama bu son geceydi. İşten çıkarıldı,” dedi adam, garsonların sık sık değişmesine alışmış, umursamaz bir tavırla.
Jonathan şaşırmıştı. Yaptığı işte bu kadar olağanüstü olan bir varlık neden işten çıkarılırdı ki?
“Çıkarıldı mı?! Ama neden?” diye sordu hayretle.
Adam omzunu silkti. “Müşterilerden birinin siparişini karıştırmış, bir de üzerine su dökmüş. Esas işi garsonluktu. Şarkı söylemeye başlayalı daha iki hafta olmuştu. Gerçi biraz daha devam edebilseydi keşfedilmesi an meselesiydi. Ama bana sorarsanız…”
Jonathan ağzı bir karış açık vaziyette öylece kalmışken, adamın sesi gittikçe uzaklaşıyor, sadece az önce söylediği sözler beyninde yankılanıyordu. “İşten çıkarıldı. Müşterinin üzerine su dökmüş…”
Hangisinin daha büyük olduğuna karar veremiyordu. Yaşadığı hayal kırıklığı mı yoksa hissettiği suçluluk duygusu mu?
Omuzları çökmüş bir şekilde evinin yolunu tutarken aklından ona ulaşabilmek için mümkün olan tüm olasılıkları geçiriyordu. Belki de bir telefon numarası ya da adres bilgisine ulaşabilirdi. Yarın restoran müdürüne soracaktı. Ama ne diyebilirdi ki? “Af edersiniz sizi kovdurdum ama şimdi benimle çıkar mısınız?” mı diyecekti ki…
Her köşesi zevkli döşenmiş, pahalı evinin, geniş yatak odasında bulunan özel yapım yatağında sırt üstü yatarken garson kızı yani şarkıcı kadını tekrar tekrar hayal etti. Alkolün de etkisiyle sızdığında bu sefer düşlerinde yine o vardı.
*
Melisa eve vardığında kapının önünde her zamanki gibi kedisi Sezar’ı beklerken buldu. Onu da kucağına alıp mutfağa gittiğinde, ev arkadaşının masanın üzerine bıraktığı notu gördü. Kira ödemesini geciktirdikleri için ev sahibinden uyarı almışlardı. İşten çıkarılması hiç iyi olmamıştı. İyi bir restoranda iş bulmak zorsa, iyi bir restorandan atıldıktan sonra başka bir restoranda iş bulmak hemen hemen imkânsızdı. Herkes referans isterdi ve bir kez atıldığınızı öğrendiler mi hiç şansınız olmazdı. Yarın gazete alıp aramaya başlayacaktı, ama bu gece tek yapmak istediği ılık bir duş aldıktan sonra, güzel bir uyku çekmekti.
Ertesi sabah telefonun sesiyle uyanmıştı. Arayan annesiydi.
“Melisa sana ulaşmak imkânsız. Telefonun ya kapalı ya da cevap vermiyorsun. Yoksa ünlü oldun da bizim mi haberimiz yok. Seni çok özledik bebeğim. Bayram tatilinde gelecek misin?”
Normal şartlarda çalışıyor olsaydı izin alamayacağını söylerdi, ama şimdi işsizdi gidebilirdi. Tek sorun uçak bileti alacak kadar parası olmaması ve bunu ailesine söyleyememesiydi. “Ee ben de gelmek isterim ama bu aralar katılmam gereken bazı görüşmeler var anne. Hem son dakika bilet bulabileceğimi sanmıyorum.”
Annesi babasına sesleniyordu. “Bilet bulabileceğini sanmıyormuş.”
Babasının tatlı sert azarlamasını duyduğunda, onları ne kadar özlediğini fark ederek gözleri dolmuştu.
“Başlatmasın şimdi bulamamaktan. Ben bilet buldurur aldırırım da. O saatte havaalanında olsun yeter. Ben sonra bildireceğim saatini ve tarihini. Kızımızın suratına hasret kaldık. Neymiş anlayışlı anne baba olup da, hayattaki seçimlerini destekleyecekmişiz. Bana kalsa, çoktan… Neyse ben ailemi bayramda bir arada görmek istiyorum. O kadar!”
Annesi ahizeyi tekrar kulağına yapıştırıp neşeyle konuşmaya başlamıştı. “Patronun sesini duydun tatlım. Valizini toplamaya başlasan iyi olur.”
Melisa için şu anda evdekilerle hasret gidermek ve bu şehirden kısa süreli uzaklaşmaktan daha güzel bir şey olamazdı. Telefonu kapattıktan sonra heyecanla yataktan fırlayıp yatağın altından çıkardığı valizine eşyalarını koymaya başlamıştı.