“ÇEMBER SERİSİ, RÜYALAR İLE GERÇEKLİĞİN ÇARPIŞTIĞI,
YÜKSEK TEMPOLU BİR DESTAN.”
İki dünyanın kaderi de bir adamın ellerinde…
Dünyadaki en güçlü adam olmayı düşleyen multimilyarder Valborg Svensson, bunu şiddetle arzulamaktadır. Amacına ulaşabilmek için özel bir aşı haricinde hiçbir şekilde kurtuluşu olmayan bir virüs yaratır. Bu virüs, 3 hafta içerisinde bulaşan kişiyi öldürecektir ve Valborg, bu silahı ona boyun eğmeyen her millet üzerinde kullanmaya hazırdır… Valborg’a boyun eğenler içinse durum elbette farklı olacaktır.
Thomas Hunter ise Valborg’un küresel terörizm planlarını öğrenir ve bu aşının kontrolünü ele geçirmeye çalışırken başı derde girer. Hunter, ıssız ara sokaklarda suikastçılardan ucu ucuna kaçarak, bir binanın çatısına sığınır. Sonra gecenin içinden çıkan sessiz bir kurşun kafasına isabet eder…
Ve dünyası kararır.
Karanlığın içinden, kötülüğün kol gezdiği başka bir dünyaya ait şaşırtıcı bir gerçeklik çıkar: Thomas Hunter’ın güzel bir kadına âşık olduğu bir dünya… Ancak uzanıp da kafasındaki kana dokunduğunda, rüyasında bir ara sokakta kovalandığını hatırlar.
Rüya nerede son buluyor, gerçek nerede başlıyor? Ne zaman bir dünyada uykuya dalsa, diğerinde uyanıyor ve her ikisinde de onu bir felaket bekliyor… Hatta belki de kendisinin sebep olduğu bir felaket.
Bazı insanlar dünyanın dengesinin, yaptığımız seçimlere bağlı olduğunu söyler. Şimdi iki dünyanın kaderi de tek bir adamın seçimlerine bağlı.
Bir tıbbi gerilim romanı tadında başlayan Siyah, rüya ile gerçeğin iç içe geçtiği, soluksuz okuyacağınız bir esere dönüşüyor.
*
“Kıvrak zekâsı, okuyucuya sunduğu sürprizler, macera yüklü serüvenleri ve alışılmadık tarzıyla Ted Dekker’ın kurgu dalında gerçek bir öncü olacağı şüphe götürmez bir gerçek…”
Publishers Weekly
***
İsviçre
Adı Carlos Missirian’dı. Bu ad onun birçok adından biriydi.
Kıbrıs’ta doğmuştu.
Uzun yemek masasının diğer ucunda oturan ve kırmızı kalın bir bifteği yavaşça kesen adamın adı ise Valborg Svensson’du. Bu ad onun birçok, birçok adından biriydi.
Cehennemde doğmuştu.
İsviçre Alpleri’nin iç taraflarında, granitten yontulmuş karanlık bir salonda, birbirlerinden dokuz metre uzakta, neredeyse tam bir sessizlik içinde yemek yiyorlardı. Duvarlardaki siyah demir lambalar odaya loş, amber rengi bir ışık veriyordu. Bu enfes yemek masasında oturan Carlos Missirian ve Valborg Svensson dışında, ortada ne başka bir insan ne bir hizmetkâr ne bir mobilya ne de bir müzik vardı.
Carlos keskin bir bıçakla biftekten kalın bir dilim keserken, etin ayrılmasını izliyordu. Kızıl Deniz’in ayrılması gibi. Bu odadaki tek sesin, porselen tabakların içindeki eti kesen iki tırtıklı bıçağa ait olduğunun farkında olarak, tekrar kesti. Eğer kulak verirseniz, bunlar tuhaf seslerdi.
Carlos ağzına bir dilim attı, kuvvetle ısırdı. Kuşkusuz adam şu ölgün kara gözlerini kendisine, yüzüne -sağ yanağındaki uzun yaraya- dikmiş olmasına rağmen, kafasını kaldırıp ona bakmıyordu. Carlos filetonun bakırımsı lezzetinin tadını çıkararak, derin derin nefes aldı.
Şu ana kadar çok az insan Carlos’un cesaretini kırabilmişti. İsrailliler hayatının erken dönemlerinde bunıın icabına bakmışlardı. Korku değil de, adam öldürmede yararlı olduğuna inandığı bir eğilim olan nefret onu yönetiyordu. Oysaki Svensson tek bir bakışla bir kayanın cesaretini kırabilirdi. Bu canavarın Carlos’un içine korku düşürdüğünü söylemek biraz abartılı olurdu, ama Carlos’u kesinlikle tetikte tuttuğu söylenebilirdi. Bunun nedeni Svensson’un ona karşı fiziksel bir tehdit oluşturması değildi; gerçekte hiç kimse bunu yapamazdı. Aslında Carlos tam da şu anda, elindeki biftek bıçağını bileğinin tek bir hareketiyle adamın gözüne fırlatabilirdi. Öyleyse onu ihtiyatlı olmaya iten neydi? Carlos bunu bilemiyordu.
Adam şüphesiz gerçekte cehennemden gelme bir canavar değildi. İsviçre’de doğmuş, İsviçre’deki bankaların yarısına ve Birleşik Devletler’in dışındaki ilaç şirketlerinin yarısına sahip olan bir iş adamıydı. Ömrünün yarısından fazlasını burada, İsviçre Alpleri’nin aşağılarında, kafese kapatılmış bir hayvan gibi dolanarak geçirdiği doğruydu; fakat iki bacağı üstünde yürüyen bir insan kadar insandı o da. En azından Carlos’un gözünde diğer insanlar kadar savunmasızdı.
Carlos eti bir yudum sek Chardonnay ile mideye indirdi ve yemeğe oturduklarından bu yana ilk kez Svensson’a gözlerini dikti. Adam hemen her zaman yaptığı gibi onu görmezden geldi. Cildi son derece bozuktu, bumu da kafasına göre çok büyük duruyordu -kabarık ve dolgun değildi ama sivri ve ensiz- di. Saçları da gözleri gibi siyahtı, siyaha boyanmıştı.
Svensson dilimi keserken durdu, fakat kafasını kaldırıp bakmadı. Oda sessizleşti. İkisi de heykel gibi öylece oturuyordu. Carlos onu izliyordu, bakışlarını ondan ayırmaya niyeti yoktu. Bu alışılmamış ilişkinin tek hafifletici faktörü Svensson’un da Carlos’a saygı duymasıydı.
Svensson aniden çatalını bıçağını bırakarak, bıyıklarını ve dudaklarını bir peçeteyle sildi; ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü. Sağ ayağına ağırlık vererek, tembel hayvan gibi yavaş yavaş ilerliyordu. Sağ ayağını sürüyordu. Hiçbir zaman bacağıyla ilgili bir açıklama yapmamıştı. Svensson, Carlos’tan tarafa hiç bakmadan odadan çıkıp gitti.
Svensson’un koridorun aşağısına kadar yürümesi bir dakika kadar süreceği için, Carlos sesini çıkarmadan bekledi. En sonunda ayağa kalktı, uzun koridora çıktı ve Svensson’un dinlendiğini tahmin ettiği kütüphaneye yöneldi.
İsviçreliyle üç yıl önce, dünyanın askeri güçlerini biyolojik silahları tehdit olarak kullanarak eşitlemeye kararlı olan yer altı Rus fraksiyonları ile çalışırken tanışmıştı. Şu eski bir kuramdı: Eğer Birleşik Devletler’in düşmanlarının doğru biyolojik silahları varsa, Amerika’nın dünyanın geri kalanında hedeflere doğrultulmuş iki yüz bin nükleer silahı olmasının ne yararı vardı? Aslında açık şehirler hava yoluyla taşınan son derece bulaşıcı bir virüse karşı savunmasızdı.
Tek bir silah dünyayı dize getirebilirdi.
Carlos kütüphane kapısında bir an durdu, sonra iterek açtı. Svensson cam duvarın yanında durmuş, bir kat aşağıdaki beyaz laboratuvarı seyrediyordu. Bir puro yakmış, duman bulutu içinde kaybolmuştu.
Carlos deri ciltli kitaplarla dolu bir duvarın yanından geçti; içinde İskoç viskisinin olduğu bir sürahiden kendine bir içki koyarak, yüksek bir tabureye oturdu. Biyolojik silah tehdidi, nükleer silah tehdidiyle kolayca aynı düzeye gelebilirdi. Kullanımları daha kolay olabilir, çok daha fazla yıkıma yol açabilirlerdi. Bu mümkündü. S.S.C.B. 1972’de Biyolojik ve Toksin Silahları Konvansiyonu’nu imzaladıktan sonra bile, anlaşmalara olan her zamanki saygısızlığıyla, biyolojik silahlar geliştirmek için binlerce bilim insanını görevlendirmişti. Elbette, hepsi de sözümona savunma amaçları içindi. Hem Svensson hem de Carlos önceki Sovyet araştırmalarının başarı ve başarısızlıklarını çok yakından biliyorlardı. Son tahlilde, geliştirmiş oldukları sözde “süper böcekler” o kadar da süper değildi, hatta yanından bile geçmezdi. Aşırı düzensiz, ne yapacakları belirsiz ve etkisiz hâle getirilmeleri ise çok kolaydı.
Svensson’un amacı ise basitti: Yalnızca kendisinin kontrol ettiği bir anti virüse hemen tepki verebilecek, üç ila altı haftalık bir kuluçka dönemi olan, havayla taşınabilir, son derece öldürücü ve dengeli bir virüs geliştirmek. Amaç bütün insan nüfusunu ortadan kaldırmak değildi. Amaç dünyanın bütün bölgelerini birkaç haftada enfekte etmek, sonra da tek tedavi yöntemini kontrol etmekti.
Svensson tek bir askerin bile yardımı olmadan elde edeceği bu akıl almaz gücü bu şekilde kullanmayı planlıyordu. Carlos Missirian tek bir silah bile ateşlemeden İsrail dünyasından böyle kurtulacaktı. Tabii ki, böyle bir virüsün geliştirilip, emniyet altına alınabileceğini farz edersek.
Fakat öte yandan bütün bilim insanları bunun yalnızca bir zaman meselesi olduğunu biliyorlardı.
Svensson aşağıdaki laboratuvara gözlerini dikmiş bakıyordu. İsviçreli saçlarını ortadan ayırmış olduğundan, siyah bukleleri iki yandan dökülüyordu. Siyah ceketi içinde bir yarasa gibi görünüyordu. Gecenin büyük bölümünde uzun yolculuklar gerektiren, karanlık bir dinî kurala bağlıydı. Carlos onun Tanrısının siyah bir pelerin giyip, ızdırapla beslendiğinden ve zaman zaman da Svensson’a olan kendi bağlılığını sorguladığından emindi. Adam güce karşı doymak bilmez bir açlıkla güdüleniyordu ve emrinde çalıştığı adamların açlığı ise onunkinden bile fazlaydı. Bu onların besini, ilacıydı. Onların çılgınlıklarının boyutu Carlos’un umurunda değildi; tek bildiği istediklerini elde eden insanlar olduklarıydı ve bu süreçte o da kendi istediğini elde edecekti: İslam’ı yeniden yürürlüğe koymak.
İskoç viskisinden bir yudum aldı. Bunca yıldan sonra, bi- yoteknolojik savunma sektöründe çalışan binlerce bilim insanından birinin, yalnızca birinin anlamlı bir şeyi tesadüfen bulduğunu tahmin edebilirdiniz. Bütün büyük ilaç şirketlerinde, üç yüzden fazla maaşlı muhbirleri vardı. Carlos eski Sovyet biyolojik silah programından elli yedi bilimciyle, oldukça ikna edici bir biçimde görüşmeler yapmıştı. Sonunda ise hiçbir şey elde edememişlerdi. En azından aradıklarını bulamamışlardı.
Sağ taraftaki, sandal ağacından yapılma büyük kara masanın üstündeki telefon acı acı çaldı.
İkisi de telefonu açma teşebbüsünde bulunmadı. Telefon sustu.
Svensson, “Sana Bangkok’ta ihtiyacımız var,” dedi. Sesi, içi çakılla dolu bir silindiri çalıştıran bir motor gürültüsü gibi geliyordu.
“Bangkok’ta.”
“Evet, Bangkok’ta. Raison İlaçları.”
Carlos, “Raison Aşısı mı?” diye sordu. Raison laboratuvarlarında çalışan bir muhbirleri sayesinde, bir yıldır bu aşının geliştirilmesini takip ediyorlardı. Carlos her zaman Fransız şirketi Raison’un -reyzon * olarak telaffuz ediliyordu, anlamı “ reason” ** dı -bir gün dünyayı dize getirecek bir virüs üretirse ironik olacağını düşünmüştü.
Carlos, “Onların elindeki aşının bize herhangi bir yararı dokunabilir mi?” diye sordu.
Svensson masasına doğru çok yavaş yavaş topallayarak yürüdü, üzerinden beyaz bir kâğıt parçası aldı ve kâğıdı inceledi. “Üç ay önce, aşının sürdürülmesi mümkün olmayan mutasyonlarıyla ilgili yazılan raporu hatırlıyorsun, değil mi?”
“Bağlantımız mutasyonların sürekli olmadığını ve dakikalar içinde yok olduğunu söylemişti.” Carlos bir bilim insanı değildi, ama doğal olarak biyolojik silahlar hakkında sıradan bir insandan daha çok bilgi sahibiydi.
“Bunlar Monique de Raison’un vardığı sonuçlardı. Şimdi elimizde başka bir rapor var. Bugün HKM’ *** deki adamımızın sinirli bir ziyaretçisi varmış. Adam Raison Aşısı’nın mutasyonlarının uzun süre belirli bir ısı altında tutulduğunda, tutarlı olduğunu iddia ediyormuş. Ziyaretçinin iddia ettiğine göre sonuçta, üç haftalık bir kuluçka devresinden sonra havayla yayılan öldürücü bir virüs ortaya çıkacakmış. Tüm dünya nüfusuna üç haftadan daha kısa bir süre içerisinde bulaşacak bir virüs yani.”
“Peki, ziyaretçinin eline bu bilgi nasıl geçmiş?”
Svensson bir an tereddüt etti.
“Bir rüyayla,” dedi. “Çok sıra dışı bir rüyayla. Onun bu dünyaya ait rüyalarının, yalnızca rüyalar olduğunu düşünen insanların yer aldığı, gelecekteki bir dünyaya ait çok ama çok inandırıcı bir rüya. Bir de konuşan büyük beyaz yarasalar varmış.”
Tereddüt etme sırası şimdi Carlos’taydı.
“Yarasalar.”
“Evet, görünüşe göre bir insanın bilebileceğinden daha fazla şey biliyorlar. Bizim bunu mühimsememiz için nedenlerimiz var.
Bangkok’a uçup, Monique de Raison’la görüşmeni istiyorum. Eğer doğruysa, o zaman sonucu ne olursa olsun, Raison Aşısı’nı istiyorum.”
“Şimdi de çareyi gizemcilikte mi arıyoruz?”
Carlos yanlış hatırlamıyorsa, Svensson ücret bordosunda yer alan dört kişiyle HKM’yi iyi bir şekilde gözetim altında tutuyordu. Bulaşıcı hastalıklara ait en zararsız görünen raporlar bile hemen Atlanta’daki merkeze ulaşıyordu. Svensson anlaşılır bir biçimde, yeni bir salgınla ilgili raporlarla ve salgınla başa çıkma planlarıyla ilgileniyordu.
Fakat bir rüya? İtidal sahibi, kötü kalpli İsviçreli’nin karakterine tamamen zıt bir şeydi bu. Bu durum bile tek başına, bu iddiaya inandırıcılık kazandınyordu.
Svensson kara gözlerini ona dikti. “Dediğim gibi, bu adam bu bilgileri nasıl elde ederse etsin, onunla hiç alakası olmayan şeyleri öğrenebileceğine inanmamız için başka nedenlerimiz var.”
“Ne gibi?”
“Bu seni aşar. Thomas Hunter’in Raison Aşısı’nın sürdürülemez mutasyonlara uğradığını öğrenmesinin hiçbir yolu olmadığını söylemek şimdilik yeterli olur.”
Carlos kaşlarını çattı. “Bir tesadüf olabilir.”
“Bu riski almak istemiyorum. Dünyanın kaderi zor bulunur bir virüse ve onun tedavisine bağlı. Bu virüsü bulmuş olabiliriz.”
“Monique de Raison’un bir… randevu vereceğinden pek emin değilim.”
“O zaman zor kullan.”
“Ya Hunter ne olacak?”
“Hunter’in bildiği bütün şeyleri öğrenmek için ne gerekiyorsa yap, sonra da onu öldür.”
—
* Işın bölgesi
** Neden
*** Hastalık Kontrol Merkezi
***
1
Bir Gün Önce
SU, THOMAS’IN kafasından aşağı çağlayan gibi dökülerek, yüzünden aşağı ılık bir eldiven gibi aktı. Bu sadece suydu, fakat tüm endişe ve kuruntularını silip süpürmüş, birkaç dakika zihnini özgürleştirmişti. Bir süredir buradaydı; hiçbir ayrıntı ve anlam içermeyen, aklının kıyısında bir yerde asılı duran uzak bir dünyada yitip gitmişti. Bu bir kaçıştı. Bu günlerde cennete en çok yaklaşabildiği an olan saf bir kaçış.
Kapı yumruklandı. “Thomas! Bekliyorum. Geç kalacaksın.”
Kara’nın çok daha yaşlı hâli, bir an zihninde çakıp kayboldu. Saçları ağarmıştı, aşağı yukarı ellilerindeydi ve onu da yanında götürmesini istiyordu. Sadecc şu cümle vardı aklında, “Beni de yanında götür, Thomas.”
Sonra o görüntü kayboldu. Birden kafası karışmış hâlde, suyun altında gözlerini kırpıştırdı. Ne zamandır oradaydı? Çok kısa biran için oraya nasıl gittiğini bile hatırlayamamıştı.
Sonra birden her şeyi hatırlamaya başladı. Duştaydı. ….
“Siyah” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSiyah
- Sayfa Sayısı610
- YazarTed Dekker
- ÇevirmenMihriban Doğan
- ISBN6054335725
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Usta ile Margarita ~ Mihail Bulgakov
Usta ile Margarita
Mihail Bulgakov
Yabancılarla sakın konuşmayın! Stalin’in ülkesini demir yumrukla yönettiği günlerde Profesör Woland adında tuhaf görünümlü bir yabancı, arkadaşlarıyla Moskova’yı mesken edinir. Paranoyaya teslim olmuş halkın,...
- Augie March’ın Maceraları ~ Saul Bellow
Augie March’ın Maceraları
Saul Bellow
Nobel Edebiyat Ödüllü Saul Bellow’un yazarlık hayatında bir zirve, bir dönüm noktası olan Augie March’ın Maceraları unutulmaz bir zihinsel ve ruhsal enerji romanı. Genç...
- Saplantı ~ Laura Lippman
Saplantı
Laura Lippman
Senin fotoğrafındı… Bir dergide gördüm… Tabii ki olgunlaşmışsın. Yine de, seni nerede görsem tanırım. Sakin bir hayat yaşayan Eliza Benedict’in dünyası Walter Bowman’dan gelen...
harıka ve cok surukleyıcı bır serı merak eden herkez okumalı :)