Kırılganlığımız güce, kader bilgeliğe, trajediler aşka, zifiri karanlık içsel aydınlığa dönüşebilir.
“Öyle bir an oldu ki, ikimizin minik taşları düzgün biçimde yan yana düştüler. Ben bir adım atıyordum, sen de aynı uzunlukta bir adım atıyordun. Ben seni bekliyordum, sen bana yetişiyordun, ben sana ulaşıyordum, sen beni bekliyordun. Sonsuza kadar böyle gideceğimizi sanıyorduk. Oysa ben şimdi ormanda yürüyorum ve ayak izlerimden başka iz yok. Kimse yürümüyor yanımda, kimse izlemiyor beni, ya da önümden gitmiyor…”
Matteo ve Nora… biri ateştir diğeri su, biri akıldır diğeri yürek, biri sürekli harekettir diğeriyse durgunluk ve huzur; biri düşüncedir diğeri sezgi, biri zamandır diğeriyse sonsuzluk…
Ancak bir gün bu mükemmel uyum dünyanın trajik yasaları karşısında dağılır gider… Matteo bir anda içinde dipsiz bir boşlukla tek başına kalır. Ama yollar onu asla bırakmaz ve hiçbir şekilde tahmin edemeyeceği bir geleceğe taşır.
Zamanla doğa yasalarının gizemini keşfeden Matteo, insanların kendilerini bulmak, hayatı tanımak için ziyaret ettiği bir tür keşiş olup çıkar. Hayatın ve aşkın gizeminin, Nora’nın ardında bıraktığı bu büyük soru işaretinde yattığını, Matteo bir gün anlayacaktır…
Sonsuza Kadar kimi zaman yok eden, kimi zaman da arındıran içimizdeki ateşi anlatıyor…
***
Dağda yaşıyorum ve buralara çıkanları karşılıyorum.
Kiminin bir hedefi oluyor, kimiyse sadece ormanlarda geziniyor. Tepeye tırmanmak için pek çok yol var; benim buradan geçeni, pek çok yoldan biri, hatta en farklısı. Kimisi yüzüme bile bakmadan yürüyüp geçiyor, kimisi de merakla duruyor:
“Nedir burası; bir sığınak mı, yoksa tarım turizmiyle ilgili bir yer mi?”
Anlamıyorlar.
Onlara sudan sonra şarap da ikram edersem, “Bir şey ödemek zorunda mıyım?” diye sormadan edemiyorlar.
“Ev sahibinin armağanı,” yanıtım veriyorum.
Kimi gülümsüyor, anlamaya çalışıyor; kimi de şarabını telaşla içip görünmeyen bir tehlike tarafından kovalanıyormuşçasına, arkasına bile bakmadan uzaklaşıyor.
Bazen de geri geliyorlar. Dağ için değil, ocağındaki ateşin dumanının tüttüğü bu oda için dönüyorlar. Pek azı özellikle geldiğini itiraf ediyor; ötekiler bahaneler uyduruyorlar: “Şöyle bir geçiyordum… Az Ötede mantar topluyordum… Ötedeki yamaca tırmanıyordum, yolu şaşırdım.”
Geri gelenlerin büyük çoğunluğu suyu ve şarabı gülümsemeyle kabul etmiş olanlar oluyor. Kaçarak uzaklaşanları bir daha pek görmüyorum, olur da gelirlerse mazeretler uydurmak için çok uğraşıyorlar. Hatta bir tanesi bana çıkışmıştı: “Benim yitirecek zamanım yok!”
“Neden geldiniz o halde?” diye sormuştum ona. “Burası zamanın durduğu yerdir.”
Bazıları da geliyorlar ve yüreklerinde ne var, ne yoksa döküyorlar.
Bir keresinde içini döken bir hanım, uzun uzun anlattıktan sonra, “Avutun beni peder,” dedi.
“Ben rahip değilim,” dedim ona.
Yerinden firlayıverdi. “Neden anlattım bütün bunları o halde?”
“Bilmem.”
“Siz belki de düzenbazm tekisiniz!”
“Ne olmamı bekliyordunuz ki?” dememe kalmadan sözlerim çarparak kapanan kapıya asılı kaldı.
Yazları koyunlarımı görenler, “Peynir satıyor musunuz? Hani şöyle saf ve leziz olarımdan?” diye sormadan “Leziz midir bilmem ama,” diye yanıtlarım onları, “isterseniz tattırırım size.”
Sadece kendim için peynir yaptığımı söyleyince bozulurlar. Gönüllerini almak için evlerine götürebilecekleri bir parça peyniri hediye ederim.
“Tamam ama parasını ödeyeceğim,” der pek çoğu. “Gerek yok.” “Israr ediyorum.”
“Peki, kendinizi daha iyi hissedecekseniz öyle olsun.” “Ama siz çobana benzetiliyorsunuz.” “Koyunlarımın yanındayken bir çobanım “Tamam ama kamınızı bu işle doyurmuyorsunuz. ” “Peynirimi yediğimde, karnımı bununla doyurmuş oluyorum.”
“Peki, çobanlık yapmadığınızda ne yapıyorsunuz, ne işle uğraşıyorsunuz?”
“Yaşamama yardım eden şeyler üretiyorum.” “Hepsi bu mu?” diye yorum yapıyorlar şaşkınlıkla.
“Ama bu gerçek bir iş sayılmaz ki!” Kimisi de gülümsüyor: “Ne mutlu size! Ben de bu tepelerde yaşayabilmeyi ne çok isterdim!”
Dünyanın dışında yaşayınca, kırılgan insanların hayallerine konu olmak hiç zor değil.
İlk zamanlarda buraya sık sık gelen bir emekli vardı. Hızlı adımlarla gelir, aynı hızla konuşurdu. Selam vermez, eve bile girmezdi. Beni görür görmez bağırmaya başlardı: “Kim olduğunuzu biliyorum; sîz bir Sapıksınız; cümbüşlerinizi düzenlemek için burada yaşıyorsunuz! Ben yutmam bu numaraları, yutmam! insan domuzun teki değilse, neden başka insanlardan yalıtır kendini? Normal insanların karısı, çocukları olur; ormanda oturup kurban beklemez! Utan, pis domuz!” diye sövüp saplantılı düşüncesinin iblisîyle ormanın içine dalardı.
İlk zamanlar bu sürekli tanım bulma çabasını kabullenemiyordum. Seni sınıflandıracak bir sıfat yoksa sen de yoksun, anlamına geliyordu. Sonra alıştım, sınıflandırma yapmanın insanoğlunun doğasının bir parçası olduğunu anladım. Eğer kim olduğunu bilirsem seninle nasıl bir ilişki kurabileceğimi de bilirim, ama eğer sen bağlantıların ve rollerin olmayan bir kişiysen, senin hakkında ne düşünebileceğimi bilemem. Sen çıplaklık anlamına geliyorsun ve kendini bu çıplaklıkla koyuyorsun ortaya. Ve çıplaklık, rezalet anlamına geliyor.
Hepimiz, varoluşumuza izin veren bir tanıma sahibiz ve bu tanım öyle bir sal ki, onun sayesinde fırtınalı günlerin çalkantısına dayanabiliyor, onun sayesinde delirmeden nehrin sonuna kadar varabiliyoruz.Sevgili Nora, dün ilk kez lapa lapa kar yağdı.
Öğleden sonra çıktım ve ormana yürüdüm. Kar yağınca her şey değişiyor, doğa bir tür hayrete gömülüyor. En yakındaki gürültü bile uzaklardan gelir gibi oluyor. Gürültüden çok canlıların yankılan ve onları yaratanların gizemli hayatı aşikâr oluyor.
Şuracıkta iki tavşan birbirini kovalamış, az ötede sincap koşmuş, şu çamın altında bir sansar durmuş ve yolunu değiştirmiş.
Dört bir yanda izler var, hayvanların ve benim izlerim. Bir an için, benimkilerin yanında senin bıraktığın izlerin de olduğunu hayal ettim.
Dağda yaptığımız o ilk uzun gezintiyi hatırlıyor musun? Zirveye yakın bir kayalığın tam altındaki düzlüğe çadır kurmuştuk – biriktirdiğim ilk parayla aldığımız, ağır bir Çekoslovak çadırıydı. Çevremizde dağ çamları ve ormangülleri vardı. Eylül ayıydı. Uyuyacağımız yerde, geceyi konuşarak geçirmiştik. Gökyüzü olağanüstü bir berraklık içindeydi; dolunay tam tepemizdeydi. Seherin ilk ışıklarıyla çıkmak istemiştin. Bir kartal çığlığı duyar gibi olmuştun ve hayatının ilk kartalını görme fırsatını kaçırmak istememiştin.
Peşinden gelmiştim ve bir kayaya oturmuştuk. Yırtıcı kuş karşımızda belirivermişti. O buz gibi şafağın temiz ışığında, geniş kanatlarını açmış, arada sırada haykırışını yineleyerek havada süzülüyordu. Sonra yukarıya doğru esen bir hava akımından yararlanarak hızla yükselmiş ve bakışlarımızın eriminden kaybolmuştu. O anda buz kesmiş burnun, donmuş ellerinle, zirvelerin ötesinden ihtişamlı ışıltılarıyla yükselen güneşin ilk ışıkları altında bana sarılmıştın.
“Sonsuza kadar’ var mıdır?” diye sormuştun.
Sana daha sıkıca sarılmıştım. Kazakların, hırkaların ve rüzgârlığın altından narin bedeninin canlılığını ve sıcaklığını hissetmiştim,
“Sadece ‘sonsuza kadar’ vardır,” demiştim.
Gece burada her şeyi yutan kara bir mürekkep misali; ağaçlar görünmez oluyor, vadinin ufku kayboluyor, ahır, kızak, bostanın çitleri kayboluyor. Şekiller yok oluyor, sesler değişiyor, Kızılgerdanlar, karatavuklar, saksağanlar, kuzgunlar buzlu dalların arasına çekiliyorlar. Kuzular melemeden, samanların arasında annelerine sokuluyorlar; solukları onları birbirlerine bağlıyor -iki minik soluk bulutçuğu- ve yünlerinden yükselen ısı, mart ayında karın eridiği, göğün her şeyi ısıttığı günlerin toprağı gibi havada tütüyor. Gecenin de kendi canlıları var ve bunlar yüzleri olmayan canlılar. Baykuşun ısrarlı çağrısı, puhunun keskin sesi. Uzaklardan arada sırada gelen yalnız kurtların uluması, evlerin çevresindeki tilkilerin kuru havlamasıyla kesiliyor. Sonra karanlık seyrelmeye başlayınca donmuş toprakta geyiklerin ayak sesleri yankılanıyor ve çiftleşme öncesi böğürtüleri duyuluyor.
Tan yeri ağarır ağarmaz sobanın üstünde su ısıtıyorum ve sıcak çaydanlıkla ağıla gidiyorum. Isınmak için birbirlerine sokulmuş koyunlar hâlâ samanların arasında uyuyor oluyorlar. Yıllardan beri benimle yaşıyorlar, her birinin bir adı var ve sesimi uzaktan bile tanıyıp çağrıma uysal melemelerle yanıt veriyorlar. Kuzular -tüyleri bembeyaz oluyor- annelerinin ayakları arasında dinleniyorlar, minik sürati arıyla annelerini dürtüyorlar ve anneleri de başlarını yalayarak yanıtlıyor onları. Daha sonra kapıyı açtığımda dışarı koşacaklar ve koşa koşa oyuna dalacaklar, avlunun ortasında ters duran el arabasına tırmanıp inecekler.
Evden getirdiğim kaynar suyla yalaktaki donmuş suyu eritiyorum ve yemliği yiyecekle dolduruyorum. Hâlâ uykulu olduklarından yaptıklarıma pek ilgi göstermiyorlar. Bunun üzerine sağma taburesine oturuyorum ve sessizce yanlarında oluyorum.
Bir yerlerde samanların arasından bir fare fırlıyor, pencereden üşümüş bir kızılkuyruk bakıyor. Camlar buzdan tabakaları andırıyor ve koyunlarınla gibi benim soluğum da buhar buludan oluşturuyor.
Burada, hayvanların arasında durmak bana büyük bir huzur veriyor. Saman ve sıcaklıkta özen ve güven duygusu hissediyorum.
Sana hiç söylememiş olabilirim ama hayvanlarla olmak, çocukluğuma ilişkin ilk arzumdur. Bir gün annemlere, “Büyüyünce bir ahırım olacak!” demiştim. Odaya beklenmedik bir sessizlik çökmüştü – çocuklar genellikle otomobiller, uçaklar isterler ya da kahraman olmayı hayal ederler. “Besicilik mi yapmak istiyorsun?” diye sormuştu babam şaşkınlıkla. Annem ise, hayret dolu bakışlarla, “İnek ahırı mı?” deyivermişti.
“Evet, bir inek, bir dana ve hatta koyunlar istiyorum.” Annem ve babam bir daha bu konuya dönmemişler, ben de pek İlgi çekmemesi üzerine arzumu yüreğimin sessizliğine gömmüştüm.
Büyükbabamın evinde kaldığımda, bisikletle kırlarda gezerken aslında harabeyi andıran bir yere girdiğimi ve orada bir inekle burun buruna geldiğimi anlatmamıştım onlara. Birkaç saat önce doğurmuş olmalıydı, ayaklarının dibinde başka bir dünyadan geldiğini belli eden bakışlarıyla yavrusu yatıyordu. Beni görünce anne burnundan güçlü bir soluk çıkarmış ve sanki, “Benden uzak dur, yavruma yaklaşma, bak ama dokunma!” demek istemişti. Bakışlarında tehdit yoktu; daha çok heybet, gurur, kararlılık vardı. Bumu ıslaktı, uzun kirpiklerin çevrelediği gözleri kara, parlak ve derindi.
İçeride yalnızca üçümüz vardık ama sanki üçümüzün bakışlarında bütün evren bir araya gelmişti ve paramparça hayatım bir an için toparlanmıştı.
Hayret, şaşkınlık ve güç vardı.
Armağan, özen ve sıcaklık vardı.
Sorular ve yanıtlar vardı, hepsi tek bir nefeste toplanmıştı,
Bu nedenle on yaşımın saflığıyla eve döndüğümde, büyüyünce bir ahır sahibi olacağımı bir zafer nidasıyla bildirmiştim büyüklerime.
Kendimle ilgili sana anlatmadığım ne çok şey var! O kadar gençtik, yaşamakta olduğumuz günlerin heyecanıyla öylesine coşkuluyduk ki! “Şimdiki zaman” vardı sevgimizin zamanı- ve birlikte oluşturacağımız günler anlamına gelen “gelecek zaman” vardı: İş, ev, çocuklar, dünyayı bulduğumuzdan daha iyi bir şekilde bırakma arzusu duyuyorduk. Geride kalan hiçbir şeyin önemi yoktu, tutkumuzun ve aşkımızın her türlü engeli aşacağından emindik. Hayatımızı suyun akışıyla karşılaştırmak hoşuna gidiyordu. “Şimdi bir dağ çağlayanıyız,” diyordun, “coşkunca, kayalar arasından geçerek, şelaleler oluşturarak akıyoruz; akışımızın gürültüsü vadilerden tepelere bütün havayı dolduruyor. Ama bir gün ovada akan nehirlere dönüşeceğiz -durgun, şişkin, tembel- ve salkımsöğütleri okşayan rüzgârınkînden başka ses duyulmayacak.”
“Can sıkıcı mı olacak?” diye soruyordum
“Hayır, doğal olacak.”
Böylece, geceleri yatakta bakışlarımızı tavana dikerek, “Hangi nehir olmak istersin?” oynuyorduk. “Dora Baltea olmak ister misin?” diye soruyordum sana ve sen battaniyeyi tekmeleyerek bağırıyordun. “Hayır! Asla Dora Baltea olmam!” Bu akarsu sana çok küçük, mütevazı geliyordu ve Po Nehri’ne dökülme fikrinden nefret ediyordun.
“Ben çay olmak istemem,” diyordun, “ben doğrudan denize dökülen bir ırmak olmalıyım.”
Senin tutkun Amazon1ardaki Rio Nehri’ydi. Akarken seyrettiğin olağanüstü faunayı saatlerce anlatıyordun: kelebekler, papağanlar ve sularında yüzen pembe yunuslar.
Öte yandan benim Volga olma arzum seni eğlenceli bir biçimde korkutuyordu. “Nasıl yaparsın? Orada sadece stepler, kar ve buz var.” Sonra da beni didikliyordun. “Yoksa sen aslında bir buz adam mısın?”
Seni kucaklıyor ve, “Bir Afrika nehrini mi yeğlerdin?” diye soruyordum.
Sadece bir keresinde sana Timavo Nehri’ni önermiştim de yüzün kararıvermişti. “Timavo olmaz! O Carso bölgesinde. Yok olan şeyleri sevmem.”
“Ben de. İyi ama neden yok olasın ki?”
“Belki de canını sıktığım için!” demiş ve kahkahalara gömülmüştün.
“Gün gelecek, sen bıkacaksın.” Hayal gücünün en ufak bir kırıntısına bile sahip olmadığımı biliyordum,
“Bütün erkekler can sıkıcıdır!” diye söyleniyordun. “Bu Âdem’den beri böyledir. Üstelik yaşlandıkça daha da
“O halde ne olacak?”
“Ben senin can sıkıcı olmana asla izin vermeyeceğim.”
“Ya pazar günleri el ele yürürken bir yandan da radyodaki maçı dinlersem?”
“O zaman kaçar giderim, nehir değil buhar olurum. Günün birinde uyanır ve benim yerimde boş nehir yatağını bulursun.”
Uzun ve ıssız kışlarda kendime sık sık hâlâ senin gözlerinle görülebilseydi çevremde nasıl bir dünya olurdu diye sordum. “Can sıkıcı bir adamım,” derken aslında gerçeği söylüyordum. Sen benim yılan oynatıcımdın; kavalını çalıyordun, ben sepetten çıkıyordum. Senin ezgin olmayınca, benim düşüncelerim bir süriingeninki kadar sınırlı oluyordu.
Öyle bir hayal gücün vardı ki, en sıradan olay bile olağanüstü hal alırdı. Bense tam tersine hep araştırıcı bir bakış açısına sahip oldum. Gerçekliği kurgulamak yerine içine gömülmeyi, toprağı hareket ettirmeyi, kazmayı, el yordamıyla derlemeyi ve günlerin sıradanlığının altında neler gizlendiğini keşfetmeyi yeğlerim. Sanırım iyi bir hekim olmamın altında yatan neden buydu. Belki de gene bu nedenle dağda hiçbir zaman tam anlamıyla yalnız olmadım, bir böcekbilimcinin titizliğiyle her şeyi açımlayan düşüncelerim bana arkadaşlık etti.
İki ağacın arasından vadide insanların yaşadığı geceyi seyrediyorum. Bazı evler tepenin yamaçlarına uzanıyorlar – arada sırada otomobil ışıklanılın da eklendiği minik parıltılar görüyorum. Daha aşağıda ise ışıklar yoğunlaşıyor, sokak lambalarınınkilere karışıyor. Geceleri insanların yarattığı gürültü azalıyor. Bir koma, bir fren sesi ya da uzaktaki bir kilise çanının yankısı duyuluyor. Kışın, haftanın günlerini sadece buraya yükselen sesler sayesinde ayırt edebilirim. Beş gün boyunca otomobillerin aralıklı homurtusu günbatımıyla kesiliyor; cuma ve cumartesi günleri ise akşam yemeğinden sonra -tek tük gümbürtülerle- yoğunlaşıyor ve seherle kesiliyor. Bir arabaya doluşan insanlar ovadaki diskoteklere ve eğlence mekânlarına iniyorlar. Boş zaman deyince akla gelen tek şey, eğlenmek oluyor.
Noel’e bir ay kaldı. Köyün anayoluna asılmış olan en büyük kuyrukluyıldızı ve başka yıldızlarla birleşmek üzere onun ardına dizilmiş öteki beyaz lambaları buradan da görebiliyorum. Farklı renkli ışıklar evleri, villacıkları, çiftlikleri de ışıl ışıl nakşediyor. Köknarlar, minik lambalarla süslenmiş sıradan çalıların, güllerin, elma ağaçlarının arasında, karanlıkta delirmiş trafik ışıkları gibi yanıp sönüyorlar. Ağacı olmayan korkuluğunu, parmaklığını, pencere önünü ışıklandırıyor. Genellikle karanlığa gömülen her köşe, böyle gecelerde çevresindeki bütün mekânları aydınlatarak ışıl ışıl ışıldıyor.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSonsuza Kadar
- Sayfa Sayısı168
- YazarSusanna Tamaro
- ÇevirmenEren Cendey
- ISBN9750713514
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi ~ Rachel Vincent
Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi
Rachel Vincent
KEDİLER HER ZAMAN DÖRT AYAK ÜSTÜNE DÜŞMÜYORMUŞ… Bunu herkesten iyi bilmem gerekir. Yeniden Gurur sürüsüne katıldığımdan beri büyük kararlar aldım ve belki de bu...
- Paris’te Balayı ~ Jojo Moyes
Paris’te Balayı
Jojo Moyes
Jojo Moyes’in merakla beklenen kitabı Ardında Bıraktığın Kadın’la tanışmak için küçük bir başlangıç. Âşıklar şehri Paris’te yeni evli iki çift… Genç ve güzel Liv,...
- Disiplinli Güzel Günler ~ Fleur Jaeggy
Disiplinli Güzel Günler
Fleur Jaeggy
Savaş sonrasının İsviçre’sinde geçen bu tekinsiz romanın başlangıç cümlesi alabildiğine basit ve saftır: “On dört yaşındayken Appenzell’de bir okulda yatılı öğrenciydim.” Gelgelelim söz konusu...