“Aşk, davaya benzer, cefa çekmek de şahide: Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki…”
Mevlana
Henüz küçük bir kızken herkes tarafından farklı olduğu anlaşılan Kimya, ruhunun hep aradığı boşluğu ailesinden kopup uzaklardaki Mevlana’ya ulaşmasıyla dolduracaktır. Aşkın yuvasında, kaderinin çizdiği çizgi üzerinde düşmeden yürümesi gerekmektedir. Sonra kendini gizemli Şems’e doğru, ateşe çekilen bir pervane gibi çekilirken bulur. Onunla evlendiğindeyse ruhunun ateşe doğru gerçek bir yolculuğa çıktığını keşfeder.
Aşkın sustuğu yerde cefanın konuştuğu, bu cefanın aşkı yoğurduğu eve, Mevlana’nın evine davetlisiniz…
“Büyüleyici, tutkulu bir hikâye. Güzel bir dille ve yalın bir şekilde anlatılmış. Ayrıca sıra dışı bir bilgelik taşıyor.”
-Sunday Telegraph
“Genç bir kadının ruhsal uyanışına dair harikulade bir eser. . . Bir dağ pınarındaki su kadar saydam ve taze bir hayal gücünün şiirsel armağanı.”
-Anne Baring, yazar
“İnsanın ruhuna hitap eden güzel bir kitap. Mevlana ile Şems’in dünyası, yalın bir merak ve bilgelikle dolu Kimya’nın gözlerinden anlatılıyor. Bu hikâye her birimizin içindeki kutsal çocuğa ve bilgeye dokunuyor.”
-Lwellyn Vaughan-Lee, yazar
“Psikolojik ve ruhsal dönüşüme dair, insanın içine işleyen bir roman. . . Akılda kalan, ilham veren bir eser.
-Self and Society
***
Yol gitgide dikleşiyordu. Şimdi etrafındaki ağaçlar seyrekleşmiş yerlerini kaftanına takılıp duran dikenli çalılar almıştı.
Kuru dal destesini yere bıraktı. Belki de yol bölündüğünde Aysel’i beklemeliydi. Bir dürtüyle, daha dar bir yola girmişti ve şimdi merak ediyordu: Aysel diğer yoldan mı gitmişti? Geri mi dönmeliydi?
Mor sıradağların uzayıp gidişini ve üzerlerinde tembelce sürüklenen beyaz bulutları görebileceği bir bayıra ulaşmıştı Aysel’in ayak seslerine kulak kabartmak için durdu. Solunda bir yerde bir kuş cıvıldadı. Etrafında, böcekler sabah sıcağında vızıldıyordu. Ama ona ablasının yaklaşmakta olduğunu belli edecek sesler; kırılan dalların çıtırtısı, ölü yaprakların hışırtısı duyulmuyordu.
Aysel’i beklememekle mantıksız mı davranmıştı? Anneleri daha birkaç gün önce ondan yarı gülümser, yarı ciddi bir tavırla bir ricada bulunmuştu: ‘Artık yedi yaşma bastığına göre makul davranmalısın.” Kimya, Evdokia’nın “yitiklikler” dediği şeyden, Kimya’nın geçen zamanın ve bulunduğu mekânın izini yitirdiği anlardan söz ettiğini biliyordu. Kimya kendisine o anlarda ne olduğunu da, o anların ne zaman geleceğini de bilmiyordu. O halde Evdokia ondan nasıl “makul davranmasını” isterdi?
içini çekti, sonra yüzüne vuran havanın serinliğinin tadını çıkararak gerindi. Bir süre sonra, kendini yalnız olduğu için memnun hissederek bir kayanın üzerine oturdu. Sonra o şey yine oldu: Bir kuvvet, bir güç onu yerine mıhlıyor, kıpırdamasına izin vermiyordu. Şimdi etrafındaki her şey daha canlı görünüyordu. Çalılar, kayalar, sürüklenen bulutlar… her şey canlı gibiydi ve konturları daha netti; bu sırada aynı güç damarlarında nabız gibi atıyor, onu muazzam sessizliğiyle sarıp sarmalıyordu. Bu tecrübenin yoğunluğuna karşı koyamayarak gözlerini kapattı. Kulaklarında tek, tiz bir ses titreşiyordu, sonra bu ses kesildi ve kız, parlak, sessiz bir neşenin içine düştüğünü hissetti.
Başta zayıf, sonra daha yüksek bir sesin adım söylediğini duydu. Böceklerin yemden vızıldamaya başladığım, yaprakların esintide hışırdadığım duydu. Kayalar, çalılar, bulutlar; hepsi netliklerini kaybetmişti. O anda-Aysel başının üzerinde büyük bir dal bohçasıyla yolun dirseğinde belirdi.
“Kimya! Seslendiğimde neden cevap vermedin?” Kimya’nınkilere çok benzeyen koyu renk gözleri öfkeyle parlıyordu. “Biliyorum, biliyorum,” dedi, “beni duymadın. Ne olduğunu bilmiyorsun. Ama zaten ne olduğunu hiç bilmezsin ki!”
Kimya bunun doğru olduğunu, hiç bilmediğini söyleyecekti. Bildiği tek şey şimdi kendisini üzgün, ama bir yandan da mutlu hissettiğiydi. Bu “makul” değil miydi? Ama düşüncelerini kendisine sakladı.
“Kızma. Benim suçum değil…”
“Peki, kimin suçu?”
Kimya cevap vermedi. Bohçasını yerden aldı ve yolda sessizlik içinde, köylerine doğru yürümeye başladılar. Yıl 1239’du.
Evdokia çatı terasında ayakta duruyor, sabahın daha erken saatlerinde kurumaları için astığı giysileri topluyordu. Otuzlarının başında, iri cüsseli bir kadındı; yüzü açık havada çalışmaktan bronzlaşmış ve çizgilerle kaplanmıştı. Üç çocuğu vardı ve onlara sahip olduğu için şanslıydı. Sayıları hiç de az olmayan, ölen çocuklarını hâla hatırlıyordu: Bîri yalnızca birkaç haftalıkken o sıralar köydeki çoğu kişiyi kırıp geçiren tuhaf bir ateşe yakalanmıştı ve yürümeye henüz başlamış olan sevgili oğlu Bahram bir sabah yatağında ölü bulunmuştu. Kadın iç çekti. Bütün bunları hatırlamak iyi değildi. Şikayet etmemeliydi. Üç çocuğu da sağlıklıydı ve Duyuyorlardı: Tahir şimdi on altı, Aysel on İki yaşındaydı; en küçükleri olan Kimya ise yedi yaşına henüz basmıştı ve kadın onun için endişelendiğini itiraf etmeliydi. Ah, çok güzel bir çocuktu, ama diğer ikisinden o kadar farklıydı ki! Tahir’le Aysel düşmüşler, ağlamışlar, yemeklerini Üstlerine dökmüşler, toz toprağın içinde yuvarlanıp giysilerini kirletmişlerdi; kısacası çocuk gibi davranmışlardı ve hala öyle davranıyorlardı. Ama Kimya öyle miydi! Hiçbir çocuğa benzemezdi. Canı yandığında bile ağlamazdı. Zaman zaman o garip hallere kapılır, hayat içinden akıp gidiyormuş gibi görünürdü. Çok uzaktan gelen bir sesi ya da insan sesini dinliyormuş gibi, etrafında olup bitenlerin farkında değilmiş gibi görünerek hareketsiz kalırdı ve arkadaşları onunla oynamanın hiç eğlenceli olmadığını söyleyip yakınırdı.
Evdokia kızını sevmiyor değildi. Kimya çok tatlı; iri, koyu renk gözleri, soluk teniyle çok güzeldi ve kendisini köyün kadınlarının bir gün çok güzel olacağına dair sözler söylemesine sebep olan bir şekilde taşırdı. Ama bunlar Evdokia’nın içini rahatlatmıyordu. Daha birkaç ay önce Kimya’yı gözyaşları içinde, sebze bahçesinin yakınında bir ağacın kovuğuna sığınmış halde bulduğu günü hatırlıyordu.
“Ne oldu? Neden ağlıyorsun?” Kimya ona gözlerinde öyle büyük bir üzüntüyle bakmıştı ki Evdokia’nın da içinden ağlamak gelmişti.
“Çok mutlu olduğum bir yerdeydim…” Çocuk bir an için kendisine bir ışık huzmesi dokunmuş gibi görünmüştü. “Sonra her şey bitti,” diye ağlamıştı Kimya.
Evdokia kendisini tuhaf bir biçimde yetersiz hissederek onu kollarının arasına almıştı ve bir süre çevreleri ağaç kabuklarının ve ilk sonbahar yağmuruyla ıslanmış toprağın kokusuyla sarılmış halde, öylece kalmışlardı.
Kimya o günden beri daha da içine kapanık olmuştu ve o yitiklik hallerine o kadar sık düşer olmuştu ki sonunda arkadaşları onunla oynamayı reddetmişti. Ama Kimya bunu umursuyor gibi görünmüyordu. Oturup arkadaşlarına çok uzaklardaymış gibi bakmakla yetiniyordu. Bir de sorup durduğu sorular vardı,
“Neden yaşıyorum? Doğmadan önce neredeydim?”
Evdokia basını sallardı. Bu çocuğun aklına böyle sorular nereden geliyor? diye düşünürdü. Kimya nasıl büyüyecek? Akıbeti ne olacak?
Aslında Kimya yaradılıştan üzgün değildi. Hayat doluydu, gülmeye, kendisinden yardım istendiğinde fırlayıp kalkmaya her zaman hazırdı. Ama mutlu olduğunda bile diğer çocuklardan farklıydı. Bazen öyle sevinç dolu şarkılar söylerdi ki Evdokia irkilerek, o şarkıları daha önceden duyduğuna dair tuhaf bir hisse kapılarak dinlerdi.
Bu çocuk beni altüst ediyor. İç çekti. Ama ne yapılabilirdi? Kimya Kimya’ydı, o kadar. Nasıl benim çocuğum olabildi? dîye sordu Evdokia kendine. Kimya buraya ait değil gibiydi. Sanki yabancı topraklardan gelmişti. Kocası da endişeliydi. Faruk itiraf etmese de Kimya en sevdiği çocuğuydu. Ama her gece, günün son öğününden sonra, Kimya gözlerini açık tutmak için mücadele ederken, Faruk’un küçük kızına beslediği hisleri bütün kelimelerden daha açık bir biçimde ifade eden bir ayin vuku bulurdu. Adam kızı kollarına alır, kız da kollarını onun boynuna sarar ve babası onu yatağına taşırken, “Baba, baba, seni seviyorum,” diye mırıldanırdı. Faruk dönüp koltuğuna oturduğunda yüzünde huzur dolu bir tebessüm olurdu.
Evdokia bazen onunla alay ederdi. “O çocuk seni büyülüyor!”
“Belki gerçekten de bir tür büyücüdür,” dedi Faruk bir gece yataklarında yatar, yine Kimya’dan bahsederlerken.
Evdokia donakaldı. “Öyle şeyler deme! Zaten onun için yeterince endişeleniyorum.” Sekiz yıl önceki gezginin hatırası yeniden aklına geldi.
Mevsimlerden kıştı ve hava çoktan kararmıştı. O sıralar gebeydi. Köy kara gömülmüş, rüzgâr ulumasına esiyordu. Aklı başında olan kimse dışarıda dolaşmazdı, ya da Öyle düşünmüşlerdi. Aile akşam yemeği için ateşin başında toplanmışken köpekler havlamaya başlamıştı. Sonra buzun, birinin ayağı altında çıtırdadığını duymuşlardı. Faruk kandili almış ve kapıya gitmişti, içeride buz gibi bir rüzgâr dolaşmıştı.
“Kim o?” diye bağırmıştı Faruk, rüzgârın sesini bastırmaya çalışarak.
“Selamın aleyküm.” Ses boğuktu.
“Aleyküm selam,” diye cevap verdi Faruk. “Bu, dışarıda dolaşılacak bir gece değil, arkadaşım. İçeri gel.”
Adam paltosundaki karı silkeleyerek içeri girdi. Kösele tabanlarını bağlayan İpleri ağır ağır çözdü, sonra geniş keçe paltosunu üzerinden çıkardı. Altında kürkü ters yüz edilmiş keçi derisinden bir ceket vardı. Saçı, sakalı gibi kırdı, yüzünde derin kırışıklar vardı ama gözleri genç bir adamın keskin, uyanık gözleriydi.
Çocuklar yabancıya yer açtılar ve adam rahatladığını gösteren bir iç çekişle ateşin kenarına oturdu; bu iç çekişi boşluklarla dolu ağzını sergileyen bir esneme izledi.
“Adım Mahsud,” dedi, ama nereden geldiğini de, nereye gittiğini de söylemedi.
“Buyurun, çay için,” dedi Evdokia, “biraz da ekmekle zeytin yiyin.”
Adam bir süre konuşmadan yedi; başı göğsüne düştüğünde ve adam horlamaya başladığında hâlâ yemek yiyordu.
Yabancı ertesi sabah duvardaki, şömine görevi gören deliğe odun yerleştirmeye yardım etti. Hareketleri ağır ve kesindi;bir gece Önceden kalan közler çok geçmeden parlak, turuncu alevlere dönüştü.
“İşte oldu,” dedi adam tatmin olmuş bir şekilde.
Çay ve bir gece önceden kalan yemekler vardı. Adam sessizlik içinde yemek yedi, sonra Evdokia’ya baktı.
“Bu bebek,” dedi başıyla kadının karnını işaret ederek, “bu bebek kız olacak. Adı Kimya olacak.” Önce sustu, ardından sonradan hatırlamış gibi, “Onu muhteşem bir gelecek bekliyor,” dedi.
Faruk’la Evdokia birbirlerine baktılar. Ne diyeceklerini bilemediler. Herkes gezginlerin sağının solunun belli olmadığını bilirdi, ama bu farklıydı. Bu gezgin adı konulmamış bir kuralı İhlal etmiş, hayatlarına bir şekilde izinsiz girmişti. Adam hiçbir şey olmamışçasına yemek yemeyi bitirdi. Sonra ağzını elinin tersiyle sildi ve ayağa kalktı.
“Yola koyulmalıyım,” dedi. “Şam’a gidiyorum. Misafîrperverli’ğiniz için teşekkür ederim.” Yeniden keçe paltosuna sarındı ve ardından Evdokia’ya dönerek, “Unutmayın, çocuğun adı Kimya,” diye ekledi.
Evdokia bu anıyı hatırlayıp titredi. Bu, uzun zaman önce olmuştu ama adamın yüzü hâlâ zaman zaman aklına musallat oluyordu.
Yanında yatan Faruk hâlâ uyanıktı. “Ne yapmalıyız?” diye sordu kadın ona.
Faruk başını karısına çevirdi. “İmama sorsak? Belki onun bir fikri vardır. Sonuçta âlim olarak biliniyor ve Allah’la konuşuyor.”
Evdokia imamın Allah’la konuştuğundan emin değildi, ama iyi bir adamdı. Gerçekten de, neden ona sormuyorlardı?Faruk imamı görmeye gitti, imam da ona dua edeceğini söyledi ve, “Her şeyi bilen O’na güvenmelisin,” diye ekledi Ama tavsiyede bulunmadı.
Kimya şimdi sekiz yaşındaydı. Yine kış gelmişti ve yollar çok geçmeden kalın kar tabakası altına gömüldü. Faruk her sabah kapıyı açtığında dışarı çıkabilmeleri için karı küremek zorunda kalıyordu. Birkaç gün sonra eve buzdan İki duvarın arasındaki daracık bir yoldan girer olmuşlardı. Çocukların yanakları kırmızrydı ve yokuşlardan aşağı kayıyor, konuşurken beyaz bulutlara dönüşen nefeslerini görünce gülüyorlardı. Kimya da gülüyor ve kayıyordu, ama aynı zamanda uzun anlar boyunca öylece durup uzakta mavi ve mor görünen, gün batımında pembe ve kızıla dönüşen dağlara bakıyordu. Sonra o şey başladı.
Aysel bir gün Kimya’yla çıktığı yürüyüşten yalnız döndü. Üzgün ve kızgındı.
“Asmaların olduğu kuzey vadisinden inerken arkasından yürüyordum,” dedi. “Kimya önümde koşuyordu, sonra birden onu göremedim. Etrafa baktım, ona seslendim ama hiçbir yerde yoktu.”
“Yani onu arkanda mı bıraktın!”
“Ben… onu aradım. Ona seslendim.” Aysel nerdeyse ağlayacaktı.
“Tam olarak nerede kayboldu?” diye sordu Faruk.
“Asmaların yakınındaki İki büyük kayanın orada, biliyorsun onları. Kayaların etrafına, hatta aralarındaki boşluğa bile baktım. Seslendim durdum.” Aysel şimdi ağlıyordu. “Ama hiçbir yerde yoktu.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşkın Kimya'sı
- Sayfa Sayısı272
- YazarMuriel Maufroy
- ÇevirmenBilge Gündüz
- ISBN6054456543
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tetikçi ~ Jefferey Deaver
Tetikçi
Jefferey Deaver
Sadece adalete uygun olduğunu düşündüğü görevleri kabul eden ve işini inanılmaz bir ustalıkla yerine getiren Alman kökenli tetikçi Paul Schumann bir gün yakalanır. Onu...
- Demir Dul ~ Xiran Jay Zhao
Demir Dul
Xiran Jay Zhao
Huaxia’nın erkek çocukları, Çin Seddi’nin ötesinde gizlenen mekanik uzaylılarla savaşabilecek dev dönüşümlü Krizalitlere pilotluk yapmak için karşı cinsleriyle eşleşmenin hayalini kurardı. Genç kızlardan beklenen ise,...
- Hobbit ~ J. R. R. Tolkien
Hobbit
J. R. R. Tolkien
Bir İngiliz Edebiyatı Profesörü olan J.R.R. Tolkien bundan yaklaşık yetmiş yıl kadar önce dünyaya bir kitap hediye etti. Bu kitapla birlikte insanlar ilk defa...