Bir Çerkez beyinin kızıydı o. Bir deli rüzgar, bir özgür kuştu. Kah göklere yükseldi, kah yerlere vurdu kolu kanadı kırılarak…
Sevdiğine kavuşamadı. Kendisinden kırk yaş büyük bir nazırla evlendi, saray protokolünde ikinci kadın oldu. Sonra kader onu yıkık bir odun kulübesine kadar savurup attı.
Acıların en büyüklerini yaşadı. Ve yavrularının bir bir elinden kayıp gitmelerini izledi çaresizce…
Zamana ayak uydurmaya çalıştı yılmayarak. Şaşırdı, korktu, üşüdü. En zorlu acıları, büyük zenginlikleri benimsediği kolaylıkla kabullendi itirazsız…
19. yy.’ın son çocuklarındandı o. Kaybolan bir neslin son çocuklarından…
‘Yüz Yılın Masalı’ Nüveyre Menemencioğlu’nun gerçek yaşamöyküsüdür.
Can bedende durmaz, uçar Dünya bir han, konan göçer Düğiin olur, bayram geçer Dostlar beni hatırlasın…
ÂŞIK VEYSEL
Penceremin önünde nedense acı acı havlayan köpeğin sesi, anılar dünyasından gerçek dünyaya dönmemi sağladı. Sanki saydam bir duvardan sessizce geçermiş gibi. Bir an kendimi hoşlukta yüzüyor, yerçekimi olmayan bir yerlerde fakat kesinlikle yeryüzünde, ağırlığımdan kurtulmuş olarak sahnıyorken buldum.
Ne kadar da hafiflemiş yüreğim.
Düne, geçmişime, acısı da tatlısı da hana ait olan günlere kısa yolculuklar yaparım sık sık. Belki bazen pek de kısa olmuyordur yolculuklarım. Farkında olabildiğimden daha uzun süreli dalıyorumdur belki o eski, güzel günlere, kimbilir? Adaanı sen de… Nasılsa artık benden bir şeyler bekleyen hiç kimse kalmadı dünyada. Benden bekleyebilecekleri tek şey, bir an ünce bu dünyayı terk ederek varlığımın çok uzun zamandır yaratmakta olduğu gereksiz sıkıntıyı yok etmeni olabilir ancak.
Yavaşça yerimden kalkıyorum. Yavaşça… Çünkü yıllardır belkemiğini ve bacaklarım, ağırlığımı taşımakta ve bana hizmet etmekte zorlandıklarını hissettiriyorlar. Nasıl zorlanmasınlar ki? Bu bencil beden tanı seksen dört yıldır tüm acımasızlığıyla hizmet bekliyor onlardan. “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek,” değil mi? Hanginiz bir şeyleri bunca yıl yük olarak taşıdıktan sonra güçlü ve canlı kalabilirsiniz?
Ayaklarım, sanki onlar hakkında düşündüklerimi doğrulamak ister gibi, köşedeki aynanın önüne getirmişler beni. Aynada yıpranmışlıgımı, yılların yüzümde ve saçlarımda bıraktığı izleri
görebileyim, zavallı yorgun bacaklarımın, canlılığını kaybetmiş tek varlığım olmadıklarını fark edeyim diye getirmişler. Ayna da benim gibi yıpranmış, bulanık, silinmiş… Ama yine de yok olmamış, kırılıp gitmemiş, benim gibi…
Aslında ne kadar olduğunu hatırlayamadığım kısa ya da uzun bir süre önce camın önünde oturmuş, torunumun denizden dönüşünü beklemeye başlamıştım. Evet, gerçekten de artık yaşadığını sürelerle ilgili bazı karışıklıklar içinde okluğumun farkındayım. Güneşin bulutlarla kaplanarak kendini benden sakladığı zamanlarda, günün hangi saatinde olduğumu çıkaramıyorum. Kısaca, itiraf etmek gerekirse, güneşsiz, sonbahar ve kış günlerinde, sabah kahvaltısı mı yoksa öğlen yemeği mi konulacak önüme, bilemiyorum. Oğlum ve gelinim, söylemekten utanıyorum ama bunamaya başladığımı düşünüyorlar. Aklım gidip gidip geliyormuş. Geçmiş zaman ile şimdiki zaman arasında karmakarışık oluyormuşum.
“Bugün ne yediğini bile hatırlamıyor ama kırk yıl önce kurban bayramında kaç tane koç kestiklerini sor, söylesin…” diyor gelinim komşularına.
İşte gençlerin anlayamadıkları şey bu… İnsan hafızası genç ve güçlüyken, bulabildiği gerekli gereksiz her şeyi beynin her köşesine yerleştirdiğinden, yaşlandıkça yeni şeyleri sığdıracak yer azalıyor. Fakat beynimiz anlatılamaz ve anlaşılmaz bir güçle kendisine doldurulanları sakladığından, bir şeyler hatırlamak istediğimizde ancak eski depoladıklarımız bîr bir gelebiliyor önümüze. Uzun zamandır yeni anılar depolayacak yeri kalmamış ki zaten…
Evet, sevgili dostlar… Şu anda, seksen dört yıllık bir ömrü acısıyla tatlısıyla, inişleri çıkışlarıyla, dolu dolu ve bir o kadar da boş yaşamış bir ihtiyarcık var karşınızda. Ben bir cicianneyim. Torunumun kızı Kardelen öyle çağırıyor beni. Saçlarım, bembeyaz ve minik bir topuz halinde ensemde toplanmış duruyor. Yüzümde yılların yarattığı izler yanında, mimiklerimin yarattığı garip çizgiler de var. Sözgelimi, rahmetli annem bana her zaman, “‘Kibar hanımlar ağızlarını yayarak gülmezler,” demiş olduğu için dudak kenarlarımda büzülmekten doğan bir yığın ilave çizgi de taşıyorum.
Fakat aynamda gördüğüm gözlerim pırıl pırıl… Sarkmış ve ağırlaşmış göz kapaklarımın arasında iki gri renkli boncuk gibi parlıyorlar. Küçülmüşler, yorulmuşlar ama yine de patlıyorlar. Babamın gözleri de bu renkti, hatırlıyorum. Gözlerinden dolayı köylü ona ‘Çakır Ağa’ der, gerçek adını hatırlamaz hatta bilmezdi bile.
Sevgili babam, namı Gönen’den, Bandırma’dan istanbul’a kadar yayılmış Çerkez Beyi ‘Çakır Ağa’… Her aynaya bakışımda, gözlerim gözlerimle karşılattığında hatırlarım onu.
Daha neler neler hatırlamam ki! Neler hatırlamam, nelere yanmam, nelere ağlamam ki! Fakat her zaman kederlenirim sanmayın. Bazen de gülerim. Kendi kendime, gözlerimden yaşlar gelene dek gülerim. Gözlerini, gözlerim…”Felek bana neler etti!” derim; hem ağlarım, hem gülerini.
Neyse, daha fazla karıştırmayayım aklınızı, geleyim sadede… Torunum birazdan denizden dönecek. Onun ıslak uzun saçları, sırtında havlusu, ellerinde terlikleriyim koşa koşa bahçe kapısından girip, hoplaya zıpla ya merdivenleri çıkarak evimizin önündeki verandaya dalışına bayılırını, biliyor musunuz? Ne kadar genç, ne kadar coşkulu ve ne kadar saftır. On bcş-on altı yaşlarındaki genç kızlarda görülen o çocuksu ama çok bilmiş yüzü, o duygulu ama pervasız gülüşü, o meraklı ama aktırmaz bakışı bana gençliğimi hatırlatır hep. Gençliğimin aydınlık ve güzel günlerini, yaşayacağı acıları bilmeden mutlulukla çarpan sevgi ve umut dolu yüreğimi…
‘Verandamız’ deyince deniz kenarında kocaman bir evimiz var sanmayın. Oğlum, gelinim ve ben Değrmendere’nin dışında, denize çok yakın, eski, küçük ama sevimli bir evde oturuyoruz. Dört yıl önce Erdek’ten buraya naklettik evimizi. Küçücük bir de bahçemiz var. Kendimi bildim bileli, ufak da olsa istediğim gibi çiçekçikler, bazen de sebzecikler yetiştirebileceğim bir toprak parçası bulmuşumdur ben. Yetmiş yıl önce babamın ahşap “bey konağı “nda da, altmış yıl önce kocamın Kalamış’taki kırk odalı köşkünde de, otuz yıl önce oğlum Cem’iıı Adana’daki çiftlik evinde de, sekiz on yıl önce tek başıma yaşadığım Erdek’teki ahırdan bozma tek göz kulübede de ekecek toprak bulmuşundur.
“Toprakla uğraşan beden eskimez!” derler. Ben eskidim. Eakat bu yaşımda yavaş yavaş da olsa hâlâ dimdik yürürüm. Küçük adımlar atarını ama karnım içerde, sırtım düz, başım diktir yürürken. Torunum beni yıllanmış bir pınara benzetiyor. Doğrudur; sanırım pek yakında içim öldüğü zaman bile gövdem dik duracak benim…
‘Torunum, torunum’ dediğime bakmayın; Kardelen benim kızımın torunudur. Koklamaya duyamadığım, kısacık ve karmakarışık yaşamı otuz beş yaşında sona eren, avuç içinden bile küçük bir böbrek parçası yüzünden elimden uçup giden Neyyirem’in torunu… Yüzü, bakışları, gülüşü, canlılığıyla Neyyirem’in tıpkısı olan, göremediği torunu… Dilerim Tanrı’dan, yazgısı kızımın yazgısına benzemesin!
Biraz sonra sokak kapısı paldır küldür açılacak ve birkaç saniye sonra da gümbürtüyle kapanacak. Ve sonra az önceki gürültüyle dolan kulaklarımı şaşırtan bir zarafetle kapım hafifçe tıklatılacak: “Orda mısın cicianne, gelebilir miyim?”
Buradayım elbette! Başka nerede olabilirim ki? Bahçeden geçerken beni görmediğine, sokak kapısından girildiğinde de küçücük evimizin gidebileceğim her köşesi gözünün önünde tiyatro sahnesi gibi belirdiğine göre, odamdan başka nerede olabilirim? Uzun süredir evden dışarı çıkamadığıma, şu koca dünyada ömrümün son günlerini geçirebileceğim başka hiçbir yer kalmadığına göre, nereye gidebilirim?
Odamın kapısı da kapalı durur her zaman. Bahçemin ve kuşların seslerini daha iyi duyabilmek için odamın penceresini her zaman açık tuttuğumdan, ihtiyar kemiklerimin ufacık bir esintiden bile sızım sızım sızlamamaları için odanım kapısını kapalı tutmaya dikkat ediyorum. Hem galiba benim için bir korunak, bir sığınak, belki de hemen hemen bir mabet olan bu odada anılarımla baş başa yaşayıp giderken, birilerinin beni hatırladığını gösteren o kapı tıkırtıları ve “Orada mısın, iyi misin?” sesleri gizliden gizliye hoşuma gidiyor-
Hatırlanmak ve hatırlatmak gereksinimi insan ömrünün her döneminde, değişik biçimlerde kendini gösterir. Benim içimde de bu yaşlardayken hafif ve gizli bir hınzırlığa dönüştü galiba. Bazen, hiç sesimi çıkarmasam, kapımı da kilitlesem, kapımı çalıp çalıp meraktan deliye dönseler diyorum. Gerçekten deliye dönerler mi acaba? Oğlumun da gelinimin de beni sevdiklerini bilirim ama bunca yıldır benim yüzümü görmekten, sayemde evlerinde dilediklerince baş başa kalamamış olmaktan dolayı varlığımdan usanmamışlar mıdır artık? Ömrümün bu son yıllarında, belki de son günlerinde ‘Çeker mi? Çektirir mi?’ korkusunu gizlice ve ümitsizce içlerinde taşımaktan doğan gizli bir rahatlama mı duyarlar yoksa bir gün kapıyı açmadığımda?
Ben bu yaşam ve ölüm, çekme ve çektirme, var olma ve yok olma felsefelerine fazlaca dalmışken Kardelen geliverecek ve benim de aklım başımdan gidecek. Henüz çoraplarını giymemiş, saçını bile gözden geçirmemiş bir durumda, burnu pudrasızlıktan pırıl pırıl, cildi kremsizlikten kupkuru, kırış kırış bir haldeyken sevdiği birine yakalanmayı hiçbir hanım istemez. Yaşım seksen dört olduysa ne olmuş! Torunuma güzel olmasa bile temiz pak ve bakımlı görünmek istemem doğal değil inidir sanki? Hem benim yaşımda bile olsalar büyüklerin küçüklerine örnek olmaları gerekmez mi?
Evet, örnek olmak demişken, gerçekten de benim hu haşan kıza biraz hanımlık öğretmem gerekiyor, Bir kere kapılar öyle paldır küldür açılıp kapatılmaz!
“Bir genç kızın bir yerlerden geçip gittiği, ancak arkasında bıraktığı hafif lavanta kokusundan anlaşılmalı, ayak seslerinden ya da çıkardığı gürültüden değil!” derdi rahmetli annem.
Fakat Allah için torunumun da hakkını yememem gerekir. Odamın kapısını çalışındaki o incelik, “Orada mısın?” diyen sesindeki o tatlı melodi… Zaten bizim ailemizden hiçbir dişi yaratık, kaba demiyeyim de, zarafetten yoksun olamaz. Özellikle aileden gelen görgü ve terbiye, insanın tüm yapısına damgasını vuran bir özel mühür gibidir. Dikkatle bakarsanız, görmüş geçirmiş bir ailede yetişen bir genç kızla’sonradan görme’bir ailenin kızı arasındaki farkı hemen görebilirsiniz. Rahmetli annemin bana söylemekten bıkmadığı bir sözü, ben de yıllarca kızıma ve torunuma söylemekten bıkmamışındır hiç:
“Kenarın dilberi nazik olsa da nazenin olamaz!”
Gerçi zamane gençleri ‘nazik’ten ‘nazenin’den falan anlamıyorlar pek ama pantolon giyip, ayağına o kamyon tekerleği tabanlı botları geçiriyor olmak, ‘nazenin’ olmamak değildir elbette… Kardelen de aslında benim anlayışla karşılamaya kendimi zorladığım zamane kızlarına o kadar benzemese de sonuçta bir zamane kızı işte… Pantolonlar, postallar, erkek gömlekleri giyiyor, bacak bacak üstüne atarak oturuyor ve en önemlisi de gülerken ağzını ekmek fırını kadar açıyor.
Ve tüm bunlara rağmen ben kıızucııgumun, bizim ailemiz tarafından yetiştirildiğinin belli okluğunu iddia ediyorum her zaman. Bizim soyumuzdan, bizim kanımızdan o. Kızımın kızının kızı, canımın canının canı…
Şu derlemiş yaşımda en büyük zevklerimden biri, belki de en büyük zevkim, anılarımı onunla paylaşmak, yaşadıklarımı onun büyülenmiş bakışları altında yeniden, yeniden yaşamak oldu. Yaz tatillerinde annesi onu bana gönderiyor, daha doğrusu getirip bırakıyor. Birkaç hafta söyleşelim, dertleşelim diye.
“Kardelen her yaz birkaç hafta seni görmeden olamıyor cicianne,” diye göstermelik bir serzenişle bulunuyor. Aslında ben onun bu durumdan ne kadar büyük bir mutluluk duyduğunu, ev bark sorumluluğu içinde yitip gitmiş pek çok ev kadını ve anne gibi kendisi uzun süreli gelemediğinden, kızını yanıma göndermekle ne kadar mutlu olduğunu biliyor, hissediyorum. Gerçekten de aralarında kan bağı bulunan kadınlar arasında böyle sessiz ve gizli bir anlayış, bir çeşit duygu bağı vardır. Bizler bir diğerimizin ne hissettiğini kilometrelerce uzakta bile olsalar anlar, hissederiz.
Kardelen’in evimize gelişi her yaz yaşama yeniden başlamama, geçmişimin ve bugünümün anlam kazanmasına neden oluyor, ü kadar canlı, o kadar duygulu ve en tatlısı o kadar meraklı ki… Ömrümün yetmiş-seksen yılını o kısacık yaz tatiline sığdırmamı, her şeyi, her şeyimi anlatmamı istiyor. Minicik tatili bittiğinde ise,
“Devamını bir dahaki yaz anlatırsın cicianne! Beni bekleyeceksin, söz mü?” diyerek bir yaz yağmuru gibi akıp gidiyor.
Bazen, “Ne yapacaksın kızım bu ihtiyar kadının anılarını?” diyerek kendimce nazlanıyorum. O kor gibi yanan gözleriyle,
“Yazacağım cicianne! Göreceksin, üniversite derdini hallettikten sonra istediğimi yapmakta özgür olacağım. İşte o zaman senin tüm yaşamını bir roman haline getireceğim. Herkes benim ciciannemin yaşadıklarını okuyacak, öğrenecek,” diyor.
Tatlı yavrum benim! Benim gibi ihtiyar bir kadının anılarını kim ne yapsın? Yaşantımda cinayet, intikam, vahşet, kan davası gibi şeyler ya da sizin yeni deyişinizle ‘sansasyon yaratacak olaylar’ yok ki! Biz XIX. yüzyılın son çocukları savaşlar, seferberlikler arasında büyüdük; Osmanlılık’tan Cumhuriyet’e geçiş dönemlerinde olgunlaştık; XX. yüzyılın ikinci yarısında biz de hızla kimlik değinirdik. Kimimiz çağa ayak uydurdu, kimimiz uyduramadı. Kimimiz ayakta kaldı, kimimiz öldü… Ve bizler bir asra yaklaşan ömrümüzü değişiklikler, çalkantılar, yenilikler, parlayışlar ve çöküşler içinde yitirdik, bitirdik… Kim ne yapsın bizim anılarımızı?
Yine de yavrum, istediğin her şeyi sana anlatacağım. Çevreye nam salmış bir bey kızıyken küçücük yaşta Osmanlı saray protokolüne sadrazam eşinden sonra gelen ikinci kadın olarak girişimi, üzümle görevlerim arasındaki çelişkilerin nasıl üstesinden gelebildiğimi, savaş günlerini, barış günlerini, en sevgili varlığımın, ilk oğlum Cem’in nasıl Marsilya hapishanelerinde telef olduğunu, sevgili yavrum Neyyirem’in küçücük bir böbrek parçası için nasıl kumlara karışıp yittiğini, küçük oğlum Tuğrul’un şu koca dünyada nasıl tutunacak bir dal bile bulamadan, hiçbir varlık gösteremeden oradan oraya silkelenip, savrulup durduğunu, sevgilerimi, acılarımı, sevinçlerimi, her şeyi, hepsini…
Ve sen henüz pek gençsin yavrum. Gençliğinin tüm heyecanıyla beni dinliyor ve ne yazık ki kalbinle dinlemenin yeterli olduğunu sanıyorsun. İnsan hafızası nankördür; sabun köpüğü gibi sulara karışır gider aklındakiler. Anlattıklarımı nefesini tutarak fakat not almadan, bir yerlere bir şeyler kaydetmeden dinliyorsun. Biraz daha büyüdüğün zaman yalnızca dinlemenin yeterli olmadığını göreceksin. Ve uzun, çok uzun yıllar sonra bunları yazmaya karar vererek yola çıktığında, anlattıklarımın pek çoğunu, tarihleri, yerleri, isimleri hatırlayamadığını görecek ve arşivlere, kütüphanelere saldıracaksın. Hayır yavrum! işte O zaman, yalnızca aklında kalanları yazmanı istiyorum senden. Anlattıklarımı detaylandırmaya, belgelendirmeye, gerçek isimleri bulmaya çalışma! İstemeyerek de olsa, o zaman çoktan dünyayı terk etmiş olan bazı ruhları rahatsız edebilirsin. Yalnızca aklında kalanları, yalnızca benim senin hayalinde yarattıklarımı yaz! Ve bu, yüzyılın masalı olsun…
Nisan 1999
Sevgili Ciciannem,
Sen bu dünyadan göçüp gideli meğer ne kadar uzun yıllar olmuş. Neredeyse boyuma yaklaşan oğlum Cankut’u görünce anladım sensiz nice uzun günler, yıllar geçirdiğimi. Oğlumu görmedin sen hiç… Evlendiğimi de görmedin. Ama geçen bu süre içinde seni unuttuğumu, birlikte dolu dolu geçirdiğimiz o güzel yaz günlerini anımsamadığımı sanma sakın. Benimle birlikte o günleri yaşadın biliyorum; kalbimde ve yanımdaydın çünkü bu uzun yıllar boyunca…
Bir taneciğim, şu anda neredesin, ne durumdasın, ne yapıyorsun bilmiyorum. Var mısın, yok musun? Mutlu musun, yoksa mutsuz mu? Benim varlığımın farkında, bilincinde misin? Uzakta mısırı, yoksa yanı başımda mı? Bilmiyorum! Bildiğim şey, sana ve anladıklarına duyduğum sonsuz sevgi ve hasretimdir.
Anlattıklarının önemini kavrayabilecek, verdiğin mesajları taşıyabilecek olgunluğa gelebilmek çok uzun yıllarımı aldı ve hâlâ o seviyeye gerçek anlamda gelebilmiş saymıyorum kendimi. Önce benim de acılar görmem, mutluluklar ve yenilgiler tatmam, var olmam için gerekli her şeyi tırnaklarımla kazıyarak bulabilmem gerekti.
Beni uyarmıştın!… Gerçekten de anımsayamadığım pek çok şey oldu ama yine de sanıyorum ki senin düşündüğün kadar çok değiller; çünkü sana bir türlü açıklayamadığım ve kendimce notlar aldığım küçük anı defterim yardımcı oldu bana. İsteğine uyuyor ve, ailemiz dışındaki isimleri değiştirerek, bazı ruhların rahatsız edilmemelerine dikkat ediyorum.
İşte yüz yılın masalı bir taneni! Senin masalın,.. Umutları…
“Nüveyre/ Yüz Yılın Masalı” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarihi Roman
- Kitap AdıNüveyre/ Yüz Yılın Masalı
- Sayfa Sayısı439
- YazarFunda Kalaycıoğlu
- ISBN9751409584
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviRemzi Kitabevi / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Enver Paşa ~ İsmail Bilgin
Enver Paşa
İsmail Bilgin
Mefkûrem sevgili vatanımım büyüklüğü ve refahıdır. (…) Eğer bu, memleketi kurtaracaksa mutlu olurum. Ölürsem; vazifemi yapmış kabul ederim kendimi. Allah’a dua ediyorum; eğer projem...
- Sivastopol Ağustos 1855 ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Sivastopol Ağustos 1855
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Çarlık Rusyası Osmanlı Imparatorlugu’nun tebaası olan Ortodoksların haklarını temsil etme yetkisinde ısrar edince, Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilan etti. Dünya tarihinin o zamana kadar...
- Cengiz Han / Bozkırın Kanlı Kılıcı ~ Vasilie Yan
Cengiz Han / Bozkırın Kanlı Kılıcı
Vasilie Yan
“İşte bana neşe veren bir türkü! Bu çocuk söylüyor, ağlar gibi! Büyük Cengiz Han gülünce bütün dünya ağlamalı!” Asya steplerinde bir kabile reisinin oğlu...
Çok çok severek okuduğum bir kitaptır.Hatta elimden bırakamadığım için okula geç kalmıştım yıllar önce:)kesinlikle okumanızı tavsiye ederim..
Guru ile okudum guldugum yerler oldu agladigim yerler. Babamin kucuklugunu okudum Babaannemin baskasi ile olmasi ve Cem dedimi aldatmasi. Gercekten okunmaya deger bir kitap.