Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tatlı Rüyalar
Tatlı Rüyalar

Tatlı Rüyalar

Alper Canıgüz

Türk bir anne ile Fransız bir babadan olma Hector Berlioz –kendisi Türkiye’de yaşayan bir Fransız Türk’üdür- sıradan bir pazar sabahı kahvaltı ederken bir ilan…

Türk bir anne ile Fransız bir babadan olma Hector Berlioz –kendisi Türkiye’de yaşayan bir Fransız Türk’üdür- sıradan bir pazar sabahı kahvaltı ederken bir ilan okur ve “hayatı değişir”… “Hayatımı satıyorum! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor. İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilirler.” Genç yazar Alper Canıgüz’ün ilk romanı yukarıda tırnak içine alınan ilanla başlar. Tatlı Rüyalar, kitabın alt başlığında da belirtildiği gibi, gerçekten ‘psiko-absürd’ ve de ‘romantik komedi’. Zekice kurgulanmış, bir ilk kitaptan -alışıldığı üzere- beklenmeyecek kadar iyi yazılmış, kıvrak dilli, özellikle de saçma, komik ve psikolojik… Gerçek bir serüven, gerçek bir roman… Romana sonundan bakarsanız, matrak bir romantizm de bulabilirsiniz. İşin psikoloji kısmına gelince… Yazarımız her ne kadar 1969 doğumlu genç bir psikolog ise de, burada mesleğini kötü temsil ettiği bile söylenebilir. Binyıl Kitap ekinde yayımlanan söyleşisindeki ifadeleriyle aktaralım durumu: “Tatlı Rüyalar’da psikolojinin kullanımdan ziyade ‘kötüye kullanımı’ mevcuttur. Psikoloji nedir ne değildir, bu konuda çoğunluğun kafasının karışık olduğunu biliyorum. Davranış örüntüleri hakkında büyük bilgi birikimine sahip olmakla birlikte iş, insan ruhunun ne menem bir şey olduğu konusuna gelince psikologların durumu da daha parlak değil diye düşünüyorum. İşte kitaptaki ‘psikoloji parodisi’ bununla ilgilidir.” Tatlı Rüyalar, “uzun süredir keyifli bir kitap okumadım” diyenlere hiç çekinmeden “ aradığınız işte bu” diye tavsiye edebileceğiniz…

HAYATIMI SATIYORUM!
25 yaşında, iyi eğilimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı gene, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor.
ilgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilir.
Hector, Pazar sabahı kahvaltısına renk katan bu dahiyane “ne iş olsa yaparım” ilanını veren kişiyle tanışmak için kalan çayını bir yudumda bitirip heyecanla telefona sarıldı. Tam aradığım adam diye düşünürken karşı taraftan ince bir ses duydu. “Alo?”
Acaba satıcı bir kadın mıydı? “Ben gazetedeki satılık hayat ilanınız için aramıştım,” dedi nezaketle.
“Evet?”
“Evet, ne?”
Beş on saniyelik rahatsız edici bir sessizliğin ardından Hector konuşmaya devam etmesi gerekenin kendisi olduğuna karar verdi. “Hayatını satan kişi siz misiniz?”
“Hayır.”
Hector’un sinirleri bozulmaya başlamıştı. Peki kim?” “‘Üzgünüm, bu konuda size bilgi veremem.” “Bana bakın,” diye çıkışlı Hector. “Oralarda hayalını satan biri var mı yok mu? Varsa işte size yağlı bir müşteri… Daha ne istiyorsunuz?” Birden bir televizyon ya da radyo kanalının o İğrenç şakalarından biriyle karşı karşıya olabileceği aklından geçti. Tam kapatmak üzereyken karşı taraftaki konuştu. “Ne yapmanız gerektiği gazetedeki ilanımızda yazılı.”
Hector sersemlemiş bir halde ne yapması gerektiğini düşündü ama aklı duruvermişti sanki.
“Ran-de-vu,” dedi beriki. “Bir randevu almanız gerekiyor… Alo? Hâlâ orada mısınız?”
“Pekâlâ, bir randevu isliyorum,” diye geveledi Hector.
“Adınız nedir?”
“Û-hm, Berlioz… Hector Berlioz.”
“Siz dalga mı geçiyorsunuz benimle?”
“Hayır. Niçin sizinle dalga geçeyim?” diye kıvrandı Hector. “Ben bir Fransız vatandaşıyım ve adım Hector Berlioz. Büyük bir müzisyenin adını taşımak suç mu yani? Bir Türk olsaydım ve adım Şekip Ayhan Özışık deseydim bana inanmayacak mıydınız?”
“Tabii ki hayır.”
Hector’un içinden telefonu kadının suratına kapatmak geliyordu ama bu küstah sekreter bozuntusu karşısında yenilgiyi bu kadar kolay kabullenemezdi. “Tamam, Şekip Ayhan Özışık biraz tuhaf bir isim. Ama ne bileyim…”
“Tuhaf olan sizsiniz.”
“Neler söylüyorsunuz siz!” diye bağırdı Hector, “Gazeteye verdiğiniz ilanı bir okuyun. Et alors, diğerlerini de okuyun… Sıradan insanlar ev, araba salar ya da iş arar. Sizse hayat satıyorsunuz. Öyle bir ilana tuhaf insanların başvurması son derece normal değil mi?”
“Tamam,” diye iç geçirdi kadın. “Ama sakın beni o lafınızın arasına sıkıştırdığınız Fransızca iki kelimenin ikna ettiğini sanmayın. O kadar aptal değilim ben. Sadece söylediğiniz mantıklı geldi. Size randevu vereceğim.”
Hector buna sevinmesi mi üzülmesi mi gerektiğini bilemedi. “Merci,” diye mırıldandı.
“Sakın bir kelime daha Fransızca konuşmayın yoksa fikrimi değiştireceğim. Bugün öğleden sonra saat üçte burada olun. Adresi veriyorum. Yazıyor musunuz?..”
* * *
Hector saat iki sularında Cihangir’deki evinden çıkıp üç buçuğa doğru Kartal’daki adrese ulaştı. Burası bir apartmanın arka bahçesine inşa edilmiş yıkık dökük bir müştemilatu. Derin bir soluk alıp müştemilata yaklaştı. Kapının açık olduğunu fark etti. Zile bastı ama herhangi bir yanıt alamadı. Birkaç kez daha denediyse de sonuç değişmedi. Hafifçe kapıyı iteledi. Dar bir antre ve karşıda mutfak göze çarpıyordu. “Merhaba,” diye seslenerek içeriye doğru ürkek bir adım attı. Antrenin iki tarafında kapıları kapalı iki oda bulunuyordu. Hector varlığını hissettirmek için hafifçe öksürmeye hazırlanırken birden sağ tarafındaki kapı açıldı ve ortadan biraz uzun boylu, yapılı denebilecek, ince bir bıyığı ve sakalları olan, esmer bir adamla burun buruna geldi. Adam delici ve öfkeli bakışlarını Hector’un gözlerine dikti. Hector bayağı korkmuştu. Birşeyler söylemesi gerektiğini biliyor ama konuşamıyordu.
“Nerede kaldın sen bakayım?” diye gürledi esmer adam.
Hector’un alnında boncuk boncuk terler birikmişti. “Şey, ben bu semte ilk kez geliyorum da… Adresi bulmakta güçlük çektim,” diye geveledi. Adamın inanmaz gözlerle hâlâ onu parçalayacakmış gibi bakmayı sürdürdüğünü görünce kupkuru olmuş dudaklarını ıslatıp yutkunduktan sonra ekledi: “Bir de… Sekreteriniz sokağın adını vermemiş…”
“Sekreterim mi? Sen bisiklet tamircisinin çırağı değil misin?”
“Non. Ben gazetedeki ilan için…”
“A- özür dilerim. Bay Schubert, değil mi? Yoksa Monsieur Schubert mi demeliyim?”
“Berlioz,” dedi Hector derin bir soluk alarak. “Bana Hector diyebilirsiniz.”
“Evet. Sekreterim bana sizin geleceğinizi bildirmişti ama öyle dalgınım ki… Üstelik sabahtan beri bisikletçinin çırağını bekliyorum. Lütfen içeri buyurun.”
Hector cebinden çıkardığı mendille alnındaki teri silerek az önce adamın çıktığı kapıya doğru ilerledi. Demek buralarda bisiklet tamircisi çıraklarının otuz beş yaşlarında olması, beyaz keten takım elbiseler giymesi ve Avrupa”daki modaya uygun açık renk camlı güneş gözlükleri takması beklenebiliyordu. Acaba Kartal denen semt Alacakaranlık Kuşağında mıydı? Tam içeri adım atacağı sırada esmer adam kolunu kirişe dayayarak onu durdurdu. “Ayakkabılarınızı çıkarmıyor musunuz?”
“Özür dilerim,” diye eğildi Hector. Yanağı adamın pantolonuna degiyordu. Beriki ayaklarına kapanmış gibi duran Hector’a şöyle bir baktı. “İsterseniz ayakkabılarınızla da girebilirsiniz. Ben sadece tercihinizden emin olmanızı istedim. Ayakkabıyla girmenizde bence hiçbir sakınca yok.”
Hector bu eve geldiği için kendine lanetler okumaya başlamıştı bile. Ne var ki, o anda oradan ayrılıp gitmek kendine duyduğu saygıyı sıfıra indirecekti; aynı, ayakkabılarını yeniden giymeye çalışmak gibi. Çıplak ayaklarıyla tahta döşemeli odaya girdi. İçerisi derli toplu ama yoksul bir ev havasındaydı. Apartmanın arka kısmına ve bahçeye bakan tek pencerenin önünde küçük bir masa, masanın çevresinde iki sandalye, yerde bir döşek ve karşısında da böyle bir evde
bulunması hiç beklenmeyecek hayli gelişmiş bir müzik seti vardı. Hava hayli sıcak olmasına rağmen ev çok serin ve rutubetliydi. Ev sahibi Hector’un arkasından odaya girip düşmüş kapıyı omuzlayarak kapattı. Sonra sırıtarak Hector’a döndü. “Böylece daha rahat konuşabiliriz.”
“Siz benim adımı biliyorsunuz ama henüz ben sizinkini öğrenemedim,” dedi Hector Fransızlara yakışır bir nezaketle
Karşısındakinin suratındaki ifade Hector’a istesem hâlâ da söylemem, der gibi geldiyse de genç adam kararlı bir tavırla elini uzattı. “Hamit Alemdar.” El sıkışırlarken Hamit diğer eliyle onu masanın kenarındaki sandalyelerden birine buyur etti. Sonra müzik setinin uzaktan kumandasını eline aldı. “Dilerseniz konuşurken müzik dinleyebiliriz. Ben Klasik Batı Müzigi’nden çok hoşlanırım. Siz gelmeden önce de Bitmeyen Senfoninin CD’sini koymuştum. Malum o zaman sizi Schubert sanıyordum. Ama isterseniz Berlioz de var…”
“Yo, yo… Bitmeyen Senfoni’yi ben de severim. Adım Berlioz diye sadece Berlioz dinleyecek değilim ya! Bu biraz tuhaf olurdu, değil mi?”
“Belki de,” diye omuz silkti Hamit. “içecek bir şey ister misiniz?”
“Soğuk birşeyler varsa sevinirim.”
Hamit odaya elinde iki bardak limonlu ve buzlu kolayla girip masanın diğer yanındaki sandalyeye oturdu. “Sekreterinizi kovmakla iyi etmişsiniz,” dedi Hector temkinli bir şekilde gülümseyerek. “Herhalde ilanınıza başvuranlardan biriyle konuşmasını duydunuz.”
Hamit onun imasını anladığını belirtecek kadar gülümsemekle yetindi ama bu konuda herhangi bir yorum yapmadı. Eğilip masanın kenarında duran ince çantadan siyah kaplı bir defter ve bir kalem çıkardıktan sonra Hector’a döndü. “Evet Bay Berlioz, lütfen bana biraz kendiniz hakkında bilgi verin.”
“Ben mi size kendim hakkında bilgi vereceğim?”
“isterseniz ansiklopediden bakayım,” dedi Hamit buz gibi bir sesle.
“‘Hayır onu demek islemedim… Yani bu biraz garip bir durum. Ben şu anda işveren durumundayım. Ve sanki bu işin normali, benim size soru sormam.”
“Telefonda sekreterimle konuşurken, pek de normal bir durumla karşı karşıya olmadığımızı kendiniz de itiraf etmediniz mi?”
“Öyle ama…”
“Bakın,” diye onun sözünü kesti Hamit, “buraya gelip hayatımı satın almak istediğinizi söylüyorsunuz; en azından bir bölümünü. Hayatımı kimin ellerine teslim edeceğimi bilmek islemem çok doğal değil mi? Elbette nasıl bir hayal satın alacağınızı bilmek de sizin hakkınız, bunu biliyorum Ama soru sorma sırası size de gelecek. Sizden biraz daha sabretmenizi ve bana anlayış göstermenizi rica ediyorum.”
Hector yine ağzının kuruduğunu hissetti. Kolasından bir yudum alıp sinirli bir şekilde sağına soluna bakındı. “Pekâlâ,” diye mırıldandı. “Ne bilmek istiyorsunuz?”
“Size önemli gözüken şeyleri. Ben ilişkilerime karşımdakine tam bir güven duyarak başlamayı tercih ederim. Karşımdaki güvenilmez biri olduğunu gösterene kadar da böyle devam ederim. Her seferinde hayal kırıklığına ugramışsam da ahlaken bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum.”
Hamit’in kendi hakkında birşeyler söylemesi Hector’u biraz rahatlatmıştı. “Otuz üç yaşındayım,” diye söze başladı. “Fransa’nın şirin bir kenti olan Cannes’da doğmuşum. Babamın işi gereği on üç yaşıma kadar dünyanın pek çok farklı yerinde bir sürü şehir gezdim. Babamın vampir ısırığından ölmesi üzerine annemle birlikte -ki rahmetli sanırım bu yüzden Amerikan sinemasından nefret ederdiParis’te küçük bir eve taşındık. Annem güzelliğini iyice yitirmeden çok çalışıp para biriktirmesi gerekliğine inanıyordu ve tabii ki en rahat müşteri bulabileceği yer de Paris’ti. Neyse… Ben Tokat’ta askerliğimi yaparken…”
“Siz neler söylüyorsunuz?”
“Tokat diyorum. Tokat Üçüncü Topçu Taburu, ikinci Bölük Topçu Onbaşı Hector Berlioz!”
“Şimdi ya kendimi çimdikleyeceğim ya sizi!”
Askerlik günlerini düşünürken General Patton’u bile kıskandıracak vakur bir ifade takınan Hector bu söz üzerine silkinip kendine geldi. “Nasıl?.. Ah, evet biraz karışık anlattım, değil mi? Pekâlâ bir kez daha deneyeyim.”
“Ve lütfen bu kez tımarhaneden çıkmak için doktorunu ruh hastası olmadığına ikna etmek zorundaki bir insanın hassasiyetiyle anlatın her şeyi.”
Hector boğazını temizleyip parmaklarını alnında iyice seyrekleşmiş saçlarının arasından geçirerek aklını toplamaya çalıştı. Nedense çok heyecanlanmış gibi görünüyordu. “Benim annemin adı Perihan,” diye başladı söze. Sonra açıklayıcı bir tavırla ekledi: “Yani bir Türk.”
“iyi gidiyorsunuz. Lütfen devam edin,” diye onu cesaretlendirdi Hamit.
“Annem küçük bir kentte yaşayan orta sınıf bir ailenin on bir çocuğunun en küçüğüymüş. Çok güzel bir kız olduğu için on iki yaşından itibaren onu istemeye başlamışlar. Ama o sadece güzel değil akıllıymış da… Babasının -yani benim büyükbabamın- kendisine duyduğu zaaftan da yararlanarak liseyi bitirene kadar okumayı başarmış. Ne var ki, ailesini daha fazla oyalamasının olanaksızlığını ve artık ne yaparsa yapsın onu evlendireceklerini biliyormuş. Bu yüzden, yaşıtları artist olmak için İstanbul’a kaçarken, her zaman büyük düşünen bir kadın olduğu için o Cannes’a kaçmış. Amacı oradaki film festivali sırasında yapımcılar tarafından keşfedilmekmiş…” Hector başını iki yana sallayarak kolasından bir yudum aldı. “Sevgili anneciğim umduğu gibi bir aktris olamamış ama bir prodüktörle, yani babamla -ki o bir Fransız idi- tanışmış. İki genç arasındaki ilişki… Gerçi babam annemden tam yirmi yedi yaş daha büyükmüş ama kırk beş yaşında birine genç denebilir, değil mi?”
“Sanının anladım,” dedi Hamit sabırsızca. “İkisi evlenmişler ve siz doğmuşsunuz. Babanızın mesleği de neden birçok şehir gezdiğinizi açıklıyor. Babanızın ölümüne gelelim.”
“Evet bu çok hazin bir öyküdür. Babam Amerikan-Fransız ortak yapımı bir korku filminin yapımcılığını üstlenmişti. Annem bu işten hiç hoşlanmıyordu. Oldum olası vampirlerden nefret ederdi. Ama babam annemin endişelerine gülüp geçiyordu. Ancak sanırım onun hatırı için film setine bir diş sarımsakla gitmeyi kabul etmişti. Sarmısağın kokusu film setindekiteri çok huzursuz ediyormuş, bilhassa da vampirleri… Şımarık Amerikalı aktörlerden biri -yani bir vampir- babama annemin bir salak olduğunu, babamın da, onun aklına uyduğu için ondan da salak olduğunu söylemiş. Gerçek bir şövalye ruhuna sahip olan babam adamı mendiliyle tokatlayarak düelloya davet etmiş. Ama mendil gözüne girip de fena halde canını yakınca adam zıvanadan çıkmış ve kocaman dişleriyle babamı tam buradan ısırmış…” Hector tir tir titreyen elleriyle boynundaki bir parmak şişmiş atardamarı işaret ediyordu.
“Lütfen biraz sakinleşin ve kolanızı için,” dedi Hamit onun bayılmasından endişelenerek, “Hatta isterseniz biraz uzanıp dinlenin, sonra devam ederiz.”
Hector kolasını kafasına dikerken eliyle buna gerek duymadığını belirtecek bir hareket yaptı. “Ben iyiyim. Şimdiye kadar bu anılar yüzünden yeterince acı çektim zaten…” Boşalmış bardağa parmağını sokup dipteki limon dilimine ulaşmaya çalıştı, başaramayınca bardağı çevirdi. Limon birkaç damla kolayla birlikle pantolonuna düştü. Hector limomı alıp ağzına attıktan sonra konuşmayı sürdürdü. “Bildiğiniz gibi sanatçılığa hevesli pek çok kişi şansını denemek için Paris’e gider. Bunların yarısından çoğunu da ressam adayları oluşturur. Elinde güzelliğinden ve aklından başka hiçbir şeyi bulunmayan anneciğim de -nur içinde yatsınbu ressamlara modellik yapmak için Paris’e yerleşti.” Birden Hector’un yüzü aydınlandı. Başını pencereye çevirdi. “Gerçekten müthiş bir kadındı o. Yıllarca evimizi sadece bu işi yaparak geçindirdi. Üstelik tüm o sanatçı bozuntularının ne kadar meteliksiz olduğunu düşünürseniz onun başarısını daha iyi takdir edebilirsiniz.”
“Peki sizin Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu ve Türkçe’yi nasıl bu kadar iyi öğrendiniz? Bunu kısaca anlatırsanız sevinirim.” Hamit bu son cümleyi özellikle vurgulamıştı. Başta ağzından zorla laf çıkan bu adam artık hayatının her ayrıntısını anlatmaya hevesli gözüküyordu.
“Anneciğim benimle evde hep Türkçe konuşurdu. Pek çok Türkçe kitap okudum. Sait Faik’e bayılırım. Hatta hayatımın bir döneminde onun bütün eserlerini Fransızca’ya kazandırmak istiyorum. Her neyse… Annem birkaç ay önce hayata gözlerini yumdu. Ancak ölüm döşeğinde bana çok önemli bazı şeyler söyledi. Benim hemen Türkiye’ye gelmemi gerektiren şeyler… Ama şu anda bunları size anlatamam.”
Hamit hiç önemi yok der gibisinden bir hareket yaptı.
“Zaten annemin ülkesini çocukluğumdan beri çok merak ediyordum. Türkiye’yi o kadar çok hayal ettim ki. Burgaz Ada’yı, Anadolu’yu… Özellikle de, Van Gölü’nü. Sait Faik’in Van Gölü’nü anlattığı harika bir öyküsü vardır, bilir misiniz? Van Gölü’nde geceleri görünmeyen süvarilerin atlarını doludizgin sürdüğünü, peri kızlarının yıkandığını anlatır. Ya da ben böyle hatırlıyorum. Zaten ikisi de aynı şey sayılır değil mi? Her neyse… Maalesef orayı henüz göremedim. Kim bilir, belki ileride bir gün Burgaz Adaya ya da Van…

Eklendi: Yayım tarihi

“Tatlı Rüyalar” için 2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Oğullar ve Rencide Ruhlar ~ Alper CanıgüzOğullar ve Rencide Ruhlar

    Oğullar ve Rencide Ruhlar

    Alper Canıgüz

    Olmak ve de olmamak Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm...

  2. Gizli Ajans ~ Alper CanıgüzGizli Ajans

    Gizli Ajans

    Alper Canıgüz

    “Patronunuz Şeytan Bey’dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim.” Neydi bu şimdi? şaka mı? “Öyle mi?” dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Öyle Bir Uğradım ~ Maral AtmacaÖyle Bir Uğradım

    Öyle Bir Uğradım

    Maral Atmaca

    BİR SABAH VAKTİ SENİ BULMAK, UYKUDAN UYANMAK GİBİYDİ. GERÇEKLİĞİ SORGULATAN, RÜYADA MIYIM DİYE DÜŞÜNDÜREN BİR ANIN BAŞLANGICI GİBİ… RÜYA DEĞİLDİ, ORADAYDIN. SENİ GÖRECEĞİM KADAR...

  2. Bir Delinin Sınav Günlüğü ~ Ercan HarmancıBir Delinin Sınav Günlüğü

    Bir Delinin Sınav Günlüğü

    Ercan Harmancı

    Lütfen, kitabı okumadan arka kapak yazısını okuma! Tüm uyarılarıma rağmen yine de okumaya başladın. Bilmen gereken her şeyi iki kapağın arasına yazınca doğrusu arka...

  3. Dolapta Biri Var ~ Yaprak ÖzDolapta Biri Var

    Dolapta Biri Var

    Yaprak Öz

    “Dolapta biri var.” “Nerede? Ben göremiyorum.” “Göremiyor musun gerçekten?” (…) Bazı sabahlar uyandığımda kendimi aynalı dolabın içinde bulmaya başladım. Gece nasıl olup da uyandığımı,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur