Gogol bu romanı Puşkin’in ona ön bilgiler vermesi üzerine yazmıştır. Bu destan-roman amacıyla yazmaya başladığı eserini Dante’nin İlahi Komedya’sına benzeten Gogol, sağlığında yayımlayabildiği ilk bölümüyle dünya edebiyatına eserini benzettiği “İlahi Komedya” gibi bir başyapıt bırakmıştır. Ölü Canlar, kahramanı Çiçikov’un dolandırıcı kişilği ve onun ilişki kurduğu toprak sahibi ve bürokrat çevresiyel olan ilişkilerini anlatır. Eseri hakkında Gogol, “Kaleminden öyle canavarlar fırlıyor ki, ben de şaşıyorum. Bunu kim görse korkudan titrer” demiştir.
N… kentinin hanlarından birinin avlu kapısından oldukça güzel, küçük, yaylı bir fayton girdi. Bu tip arabalar emekli yarbaylar, kurmay yüzbaşılar, yüze yakın canı olan çiftlik sahipleri, kısacası kent soyluların, orta halli dedikleri kişilerin bindiği basit sade arabalardı.
Faytondaki yolcu ne yakışıklı, ne çirkin, ne şişman ne de zayıftı. Genç sayılmazdı ama yaşlı da değildi. Hanın karşısındaki meyhanenin kapısında duran iki Rus köylüsü yolcudan çok arabayla ilgilendiler.
– Şuna bak! Ne tekerlekler! Sence bu tekerleklerle Moskova’ya kadar gidilebilir mi? Ne dersin? Diye sordu arkadaşına.
– Elbette! Gidilebilir. Ama Kazan’a kadar gidilemez, dedi diğeri.
Araba hana yaklaştığında, sokağın köşesinden genç bir adam göründü. Adam çok dar ve kısa dikilmiş çizgili, beyaz bir pantolon, modaya uygun bir frak, tula işi tabancaya benzer bir iğneyle tutturulmuş bir gömlek giymişti. Genç adam geriye dönerek, arabaya şöyle bir baktı ve rüzgardan ötürü sanki uçacakmış gibi duran kasketini düzelterek yoluna devam etti. Atlar, avludan içeri girince hanın uşağı, yani Rus meyhanelerinde denildiği gibi süpürgesi tarafından karşılandı. Adam, o kadar hızlı, o kadar hare-ketliydi ki yüzünün çizgilerini dahi seçemiyordu insan. Uşak elinde uzun bir peçete, sırtında da yakası sanki en-sesine gömülmüş gibi duran, upuzun bir ceketle müşteriye doğru koştu. Saçlarını geriye savurup, aceleci beyefendiyi ahşap bir holden geçirip yukarıya, kalacağı odaya götürdü. Oda, bilindik bir han odasıydı. Zaten handa, geceliği iki ruble olan öbür hanlar gibi bir handı. İnsan iki rubleye de ancak her köşesinde kuru erikler gibi hamam böcekleri dolaşan, yan odaya açılan kapısı konsolla kapatılmış f bir oda tutabilir. Yan odadaki komşu sessiz, kendi halin-deymiş gibi görünen fakat aksine fazlaca, meraklı, olup bitenleri en küçük ayrıntısına dek öğrenmek isteyen biriydi. Hanın dışı da içi gibiydi. Geniş ve iki kattan oluşuyordu. Birinci kat, sıvası yapılmamış, ilk yapıldığı zamanki kirliliği körü hava şartlarından ötürü daha da artmış, kapkara koyu kırmızı tuğladan inşa edilmişti. Üst kat ise eskiden beri sanya boyanırdı.
Hanın altında ip, eyer, ekmek gibi şeyler satılıyordu. Köşedeki dükkan çay ocağıydı. Penceresinden, kırmızı bakır bir semaverle, kendi yüzü de bakır kadar kırmızı olan çaya görünüyordu. Eğer çaycının katran gibi simsiyah sakalı olmasaydı uzaktan bakılınca iki semaver var sanılırdı. Yeni gelen beyefendi odasını incelerken eşyaları getirildi. Önce, ilk kez yolculuğa çıkmadığı belli olan oldukça yıpranmış beyaz deri bir bavul geldi. Bavulu, eski bol redingotunu giyinmiş, asık suratlı, kocaman ağızlı, iri burunlu bir adam olan uşak Petruşka getirmişti. Bavulun ar- j kasından maun bir sandık, çizme kalıplan ve mavi kağıda s*nlı kızarmış bir piliç geldi. Bu işler bitince arabacı Seli- ~ an’ahıra atlara bakmaya yollandı. Sonra bu bakımsız yere hancıdan güç bela alabildiği, üç ayaklı karyolayı getirerek duvara dayadı, üzerine de pide gibi ince ve sert yatağını serdi.
Uşaklar taşıma ve yerleştirme işleri ile uğraşırken, efendileri de yemek salonuna indi. Bu büyük salonların nasıl yerler olduğunu yolculuk yapan herkes bilir. Yağlı boya duvarların üst kısımları soba dumanıyla islenmiş, alt kısımları ise yolcuların, şöyle bir uğrayan müşterilerin, özellikle pazara gelip çay içmek için altı- yedi kişilik gruplar halinde uğrayan tüccarların sayesinde aşınmıştı. Uşağın elindeki tepsi, içi deniz kıyısındaki kuşları andıran bir yığın fincanla doluydu. İsli tavanda bir avize asılıydı. Duvarda da bir baştan bir başa yağlı boya tablolar vardı. Kısacası bütün hanlarda görünen yemek salonlarından farksızdı. Yalnız diğerlerinden ayrı bir özelliği vardı ki: Duvarda bulunan deniz kızı tablosunda, kızın göğüslerinin büyüklüğü o kadar farklı idi ki okuyucularımın bunun bir benzerini gördüklerini hiç sanmam. Doğanın bu tür cilvelerine, Rusya’ya kimin, ne zaman nasü getirdiği bilinmeyen böyle tarihi tablolarında rastlanır ancak. Kim bilir, belki de italya’ya giden asil sanatseverlerimizin oradaki rehberlerin sözlerine kanarak getirdikleri sanat eserlerin-den(!) birisidir.
Yeni gelen yolcu kasketini çıkardı, atkısını çözdü ve yemek istedi. Ona, bu gibi hanlarda her an bulunan sıradan yemeklerden getirdiler. Yolcular için uzun zamandn saklanan, geçici yolculara verilen lahana çorbası, nohudu beyin, lahanah sosis, kızarmış tavuk, hıyar turşusu, sıradan pastalar…
Yemekleri; kimisi sıcak, kimisi soğuk halde yolcuya verilirken o, han hakkında çeşitli sorular soruyordu. Han’ın eski sahibi kimdi? Şimdiki kim? Geliri ne kadardır? Han sahibi nasü biridir? Dolandırıcı bir adam mıdır? Son soru üzerine uşak hemen cevap verdi.
– Ah! Hem de nasıl, alçağın tekidir! Rusya’da da, Avrupa da olduğu gibi; soylular arasında uçaklarla ahbaplık etmek, onları sorguya çekmek adettir Ama bu yolcunun sorulan anlamsız değildi. Her şeyi, herkesi tek tek soruyor, valinin, mahkeme başkanının, savanın kimler olduklarını, bütün üst mevkide ki memurları ayn ayrı öğreniyordu. Özellikle çiftlik sahiplerinin önemlilerini, daha dikkatlice soruşturuyordu. Kaç cana sahiptiler? Oturduklan yer şehre ne kadar uzaktı? Şehre sık sık gelip giderler mi? Sonra bölgenin sağlık durumuyla ilgi-lendi. aşradaki salgın hastalıkları, bulaşıcı hastalıkları, öldüren sıtmalar, çiçek hastalığı var mıydı? Bu sorulan kayıtsızca sorar gibi bir hali vardı. Sanki ilgi duymuyor da sırf merakından soruyor, başka bir amacı yokmuş gibi davranıyordu.
Bu beyefendinin tavırlan onun ağırbaşlı biri olduğunu gösteriyordu. Burnunu gürültülü bir şekilde silmesi ve sümkürerek boru gibi ses çıkartması bütün dikkatleri üzerine çekiyordu. Bunu nasıl yaptığı ise anlaşılamıyordu.
Yolcumuz yemekten sonra kahvesini içti ve sırtım, içi ancak Rus hanlarında rastlanan, yün yerine tuğla veya kaldırım taşına benzer sert bir maddeyle dolu yastığa dayayarak sedire kuruldu. Hemen esnemeye başlayınca, odasına çıktı ve iki saat kadar uyudu. İyice dinlendikten sonra garsonun ricası üzerine otel fişine mesleğini, isim ve soyadını ve nereye gittiğini yazdı. Garson merdivenlerden serken heceleyerek şunlan okudu. “Pavel İvanoviç Çiçikov, Sivil Danışman, toprak sahibi, işleri için yolculuk ediyor. Garson yazıyı okurken, Pavel İvanoviç Çiçikov kenti dolaşmaya çıktı, ve kenti çok güzel buldu. Öteki kentlerden aşağı kalır yanı yoktu hani.
Taş evlerin sarımtırak boyası parlıyor, ahşap evlerin kül rengi boyası ise çok sönük gözüküyordu. Evler bir, iki ve bazen de taşra memurlarının çok güzel buldukları asma katlarla birlikte bir buçuk katlıydı. Bu evler yer yer geniş, tarla gibi sokaklar ve bitmez tükenmez tahta çitler arasında kaybolurken, bazı yerlerde de birbiri üstüne çıkıyordu. Buralarda kalabalık ve canlılık göze çarpıyordu. Yer yer yağmurdan boyaları akmış tabelâlarda pasta ve çizme resimleri görülüyordu. Bu tabelâlardan birinde, mavi pantolon resmi altında herhangi bir Varşovah terzinin adı yazılıydı. Bir başkasında, şapka ve kasket satan dükkânın üstünde şöyle yazılıydı: “Vasili Federof, yabancı.” Bir diğerinde iki oyuncu resmi ve bilardo masası görülüyordu- Bazı sokaklarda masaların üstünde ceviz, sabun, sabuna benzeyen çörekler diziliydi. Bir başka yerde sırtına çatal batırılmış iri bir balık resmi, bir meyhaneyi gösteriyordu. Tabelâların birçoğunda “İçki Evi” anlamına gelen, kararmış iki başlı kartal armaları kullanılıyordu. Kaldırımların her yeri bozuktu. Yolcu, üçgen şeklinde ve yeşil yağlı boya ile boyanmış desteklerle ayakta durabilen ince fidanlardan meydana gelmiş şehir parkına şöyle bir göz attı. Bu fidanların boyu şeker kamışlarından daha uzun olmamakla beraber, parkın açılışında gazeteler şöyle yazmıştı: “Kentimiz, sayın Belediye başkanımız sayesinde sıcak ve kavurucu günlerde bize serinlik ve gölge verecek koca koca ağaçlarla süslenmiştir. Halkımızın nasıl duygulandığı, gözlerinden şükran gözyaşlarının aktığım görmek çok gu-rurlandırıcı bir tabloydu.”
Bir polis memurundan kiliseye, mahkemeye ve valiliğe nasıl gidileceğini öğrendikten sonra şehrin ortasından akan nehri seyretmeye gitti. Yolda, odasında rahatça okuyabilmek için, duvara asılı olan bir afişi yırttı, dosdoğru kaldığı hana gitti.
Merdivenleri garsonun koluna hafifçe dayanarak çık-tı. Masasının başına geçip cebindeki afişi çıkardı ve muma yaklaşıp, sağ gözünü taşarak okumaya başladı.
Afişte pek de önemli bir şey yoktu. Bay Kotsebu’nun bir piyesinin ilânıydı. Piyeste Rola’yı Bay Popliyovin, Ko-ra’yı Bayan Zyablova oynuyordu; diğer sanatçılar pek tanınmamış kişilerdi. Fakat o hepsini okudu, yerlerin fiyatı-na baktı, sonra arkasını çevirerek orada bir şeyler var mı diye baktı. Fakat hiçbir şey göremeyince gözlerini ovuşturdu, yine afişi katlayarak eline geçen her şeyi içine atmaya alışık olduğu çekmecesine koydu. O gün, bir porsiyon soğuk dana eti, bir şişe ekşi ve köpüklü kvas ile sona erdi, sonra büyük Rus imparatorluğunun her yerinde olduğu gibi horlamalar başladı.
Ertesi günü sabahtan aksama kadar ziyaretlere ayırarak, şehrin bütün ileri gelen memurlarım görmeye gitti. Vali, Çiçikov’a benzeyen, boynunda ikinci derece Anna nişanı taşıyan biriydi. Üstelik en yüksek memurlara verilen nişana da aday olduğu söyleniyordu. Vali pek temiz kalpli biriydi, boş vakitlerinde tül üstüne nakış işliyordu. Daha sonra vali yardımcısına, savcıya, mahkeme başkanına, polis müdürüne, serbest iş yapanlara, devlet fabrikalarının müdürüne gitti. Yazık ki dünyanın bütün yüksek mevkilerini akılda tutmaya imkân yok. Fakat şunu söyleyebiliriz ki Çiçikov, bu ziyaretler konusunda büyük bir titizlik gösteriyordu. Hatta sağlık müfettişiyle mimarlara bile saygıllarını sundu. Bundan sonra yine arabasında uzun süre oturarak başka kimlere gidebileceğini düşündü, ama baş-ka kimse kalmamıştı. Gittiği bütün memurların hepsini büyük bir ustalıkla övmeyi beceriyordu. Valiye, şehre girerken sanki cennete giriyor gibi bir his duyduğunu, yolların kadifeye benzediğini, memurların bilgisinin, çalışkan lığının övülmeğe değer olduğunu belirtti, Polis müdürüne, zabıta memurlarını göklere çıkardı, vali yardımcısıyla mahkeme başkanına, hoşlarına gideceğini bilerek, iki kere “ekselans” sözünü kullanmak gafletinde (!) bulundu. Bunun sonucu olarak vali onu akşam vereceği ziyafete davet etti. Öteki memurlar da ya öğle yemeğine, ya kâğıt oynamaya, ya da bir fincan çay içmeye çağırdılar.
Yolcu, kendisi hakkında konuşmaktan özellikle kaçınıyordu. Beylik sözlerle, büyük bir alçak gönüllülükle kitap satırlarım andıran konuşmasıyla şöyle diyordu; “Ben, elinden hiçbir şey gelmeyen dünyanın en önemsiz solucanıyım. Zamanmda çok acı çektim, görevimde doğruluktan ayrılmadım, hatta hayatıma kasteden düşmanlarım bile oldu. Sonunda yaşamak için sakin bir yer arıyorum. Bu şehrin iyilik sever kişilerine en derin saygılarımı sunmayı mutlak bir borç bilirim.” İşte böylece kısa zamanda kendini valinin dostları arasında gösteren bu yeni gelen kişiyi şehirde duymayan kalmadı.
Valinin ziyafetine hazırlanması da iki saatten fazla zaman aldı. Yolcu, giyimine şimdiye kadar hiç görülmedik bir itina gösterdi. Kısa bir öğle uykusundan sonra elini yüzünü yıkamak için sıcak su istedi, yanaklarını diliyle şişi-rerek uzun süre iyice sabunladı yüzünü, sonra garsonun omzundan havluyu aldı ve bütün yüzürlü -kulaklarından başlayarak iyice yıkadı. Bundan sonra aynanın önüne geçip gömleğini giydi, burun deliklerinden taşan iki kılı kopardı ve kırmızı parlak elbisesini giydi. Giyindikten sonra arabasma binerek ziyafetin verileceği yere gitti.
Valinin konağı bir baloya hazırlanmış gibi ışıl ışıl parlıyordu. Kapının önünde iki jandarma eri bekliyor, arada bir fenerli arabalar görülüyor, uzaktan arabacıların sesleri duyuluyordu. Çiçikov salona girdiğinde mumların….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÖlü Canlar
- Sayfa Sayısı415
- YazarNikolay Vasilyeviç Gogol
- ISBN9789758414819
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKUM SAATİ YAYINLARI / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Diriliş ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Diriliş
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoyun en önemli üç romanından biri olan Diriliş, bir insanın geçirdiği sarsıcı değişimin romanıdır. Zengin Prens Nehlüdov, hizmetçi Maslovayı baştan çıkarıp terk ederek hırs...
- Ölüm Tanığı ~ Nora Roberts
Ölüm Tanığı
Nora Roberts
BİRİNCİ BÖLÜM Konu cinayetse, mutlaka izleyici olurdu. İnsanoğlunun suçların bu en büyüğüne karşı beslediği derin ilgi ve merak hayatta da sanatta da kendine yer...
- Şilili Şair ~ Alejandro Zambra
Şilili Şair
Alejandro Zambra
“Dünya parçalanıyor, her şey kötüye gidiyor, neredeyse daima sevdiklerimize zarar veriyoruz ve onlar da onulmaz biçimde bize zarar veriyor, belki de herhangi bir umut...