Moskova’da her şey sessizliğe gömülmüş, bomboş sokaklar soğuğa teslim olmuştu. Sessizliği bozan tek şey, nadiren geçen arabalar ve onların tekerlek gıcırtılarıydı. Sıkıca kapalı pencerelerdeki ışıklar artık kaybolmuş, sokak fenerleri söndürülmüştü. Her şeyin ve herkesin uyuduğu bu saatlerde, kilisede tam tersi bir hava hakimdi. Sessizliğe kafa tutan çanlar çahyor, yaklaşan sabahı müjdeliyordu. Evet, birazdan sabah olacak ve yeni bir gün başlayacaktı. Caddeler boştu. Ara sıra, bir arabanın kızaklarıyla kumlanmış karları yararak, bir arabacının iş beklerken uyuyakaldığı köşeye doğru yaklaştığı görülüyordu. Sokağın başında, altmışım devirmiş bir kadın ağır adımlarla kiliseye yaklaşıyordu. Kilisede ikonlann altın yaldızlı kabartılan rastgele yerleştirilmiş birkaç mumun dalgalanan kırmızı alevlerini yansıtıyordu. İşçiler uyanmış, uzun kış gecesinin sonunda, yeni bir iş günü için kalkmaya başlamışlardı.
Oysa soylular için akşam hâlâ sürüyordu. Bu saatte yasak olmasına rağmen, Şövalye’nin odasmdan ışıklar sokağa taşıyordu. Kapının önüne birkaç araba çekilmişti ve arabacılar iliklerine kadar Moskova’nın ayazım hissediyor, birbirlerine sokuluyorlardı. Bekleyen arabalar arasmda üç atlı bir de posta arabası vardı. Boynuna atkısını iyice dolayan bekçi, üşümekten yüzü kızarmış bir hâlde, binanın köşesine sinmiş soğuktan korunmaya çalışıyordu.
Girişte oturan ve yorgunluğu yüzünden okunan bir garson “Nedir bu saçmalıklar?” diye düşünüyordu. “Hep ben nöbetteyken böyle oluyor!…” Yandaki odada yemek yiyen üç genç adamın sesi duyuluyordu. Sofra savaş alanını andırıyordu; kadehlerin ve şarap şişelerinin dibindeki kalıntılar, akşam yemeği artıkları hâlâ üzerinde duran bir masanın et-rafindaydılar… İçlerinde zayıf, hasta görünüşlü ve ufak tefek olanı, nazik ve yorgun gözlerle, bir yolculuğa çıkma telâşın-daki arkadaşım süzüyordu. Uzun boylu olan, ikinci genç adamın yanındaki bir kanepeye uzanmış, saatinin anahtarıyla oynuyordu. Üçüncüsü masadan kalkmış, kalın, kürklü bir palto giymişti. Odanın içinde dolanıyor, bazen duruyor, bir badem alıp kabuğunu kırıyordu. Güçlü, oldukça büyük ve bakirdi tırnaklara sahip parmakları vardı. Sürekli bir şeylere gülüyor gibiydi. Yanakları ve gözleri ışıl ışıldı. El hareketleri yapıyor, heyecanla konuşuyordu; ancak aradığı sözcükleri bulamıyor, bulabildikleri de gönlünden geçenleri anlatmasına yetmiyordu.
– Dinleyin, dedi yolculuğa çıkacak olan. Kendimi haklı göstermeye çalışmıyorum ama en azından beni anlamanızı istiyorum. Benim kendimi anladığım gibi; geri kafalı, sıradan insanların olaya baktıkları gibi değil. O kıza kötü davrandığımı mı söylüyorsunuz?…
Bunu söylerken ufak tefek olanı destek olurcasına,
– Evet, haklısın, diye karşılık verdi. Bunu söylerken gözleri her zamankinden daha çok dostça bakıyordu.
Yolcu olan genç adam,
– Neden böyle düşündüğünü anlıyorum, dedi. Çünkü sevilmenin sevmek kadar büyük bir mutluluk olduğuna inanıyorsunuz. Ve bir kere sevilince, insanın ömrü boyunca bununla yerineceğine inamyorsunuz.
Kısa boylu adam,
– Elbette, gerçekten öyle, sevgili dostum, dedi sırıtarak. Yola çıkacak olan genç adam arkadaşlarını düşünceli
gözlerle süzerek,
– Peki ama neden, erkek sevemez mi? Neden? İnsan zorla sevemez de ondan. Sevilmeden sevmek ise tam bir şanssızlıktır; çünkü insan buna aynen karşılık vermezse, âşık olmaya güç yetiremezse kendinizi suçlu hissedersiniz.
Kollarını salladı.
– Keşke bütün bunlar mantıklı olabilseydi fakat hepsi karmakarışık… Yaşadıklarımız bizim isteğimize bağlı değil, birbirine zıt ve karmakarışık gelişiyor. Kendimi sanki sevgi hırsızı gibi hissediyorum. Siz bile böyle düşünüyorsunuz. Bunu inkâr etmeyin, böyle düşünüyor olmalısınız. Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, hayatımda yapmış olduğum tüm aptalca, aşağılık şeyler içinde sadece bundan pişmanlık duyamayacağım, hatta duymayacağım. Şimdiye dek ve daha sonra, ne onu aldattım, ne de kendimi. Başlangıçta gerçekten âşık olduğumu sanmıştım ama daha sonra kendimi bilinçsizce aldattığımın ayırımına vardım. Bunun adı sevmek olamazdı ve böyle sürmemeliydi fakat o beni anlamadı ve direndi. Sevemiyorsam, suçlanmalı mıyım? Ne yapabilirdim ki?…
Arkadaşı sızmamak için bir sigara yaktı. Gözlerini açık tutmaya çabalayarak,
– Her neyse, olay artık kapandı, dedi. Anlaşılıyor ki, sen hiç sevmemişsin ve gerçek aşkın ne olduğunu da bilmiyorsun!
Yola çıkmak üzere olan genç adam, başını ellerinin arasına alarak,
– Evet, hiç sevmedim. Haklısın fakat sevmek istiyorum! Bundan daha güçlü bir istek olamaz ama gerçekten aşk var mı? Ben daima bir şeylerin eksikliğini hissederim. Tamam, reddetmenin faydası yok. Hayatımı bir keşmekeşe çevirdim ve senin de dediğin gibi, olay kapandı. Yeni bir hayata başlamalıyım…
Kanepeye uzanmış, saatiyle oynayan uzun boylu adam,
– Sen onu da altüst edersin, dedi. Yola çıkacak olan bu sözü umursamadı.
– Ayrıldığım için hem üzgünüm, hem de mutluyum ama neden üzüldüğümü bilmiyorum.
Yolculuğa çıkmak üzere olan adam, konunun diğerlerini ilgilendirmediğini fark etmeksizin kendisi hakkında konuşmayı sürdürdü:
– Zaten her insan kendini kusursuz kabul etmiyor mu? Kendisini ulaşılmaz ve etkileyici saymıyor mu? Dahası, kendini beğenmiş bir bencil değil mi? İşte o da hep kendini böyle kabul ediyor, aklamaya çabalıyordu.
Bu sırada üzerinde koyun derisinden bir palto giymiş, başında atkı sardı uşak içeri girdi.
– Arabacı daha fazla beklemeyeceğini söylüyor, efendim! diye uyardı genç adamı.
Dmitri Andreyeviç Olenin, uşağı Vanyuşa’ya baktı. Van-yuşa’nın basma sardığı atkı, keçe çizmeleri ve uyku ile boğuşan yorgun gözleri, efendisini sanki çilekeş, çok şeyden yoksun bir hayata çağırıyordu; çünkü dışarıda soğuk ve büyük bir zorluk hüküm sürüyordu.
– Evet, veda zamanı geldi, diyerek paltosunun düğmelerini ilikledi.
Arabacıya bir bahşiş daha vermesi için yapılan öneriye kulak asmadan şapkasını giydi, odanın ortasında durdu. Arkadaşlar birbirlerini defalarca öptüler, kucaklaştılar. Olenin masaya yaklaştı, orada gördüğü bir bardak şampanyayı içti ve sonra ufak tefek adamın elini sıkıca tuttu. Bunu yaparken nefesi sıklaşmış, kızarmıştı.
– Ne olursa olsun, söyleyeceğim… Seninle açık konuşmalıyım; çünkü seni seviyorum… Onu seviyorsun, değil mi? Zaten her zaman böyle olduğunu düşünmüştüm. Haksız mıyım?…
Arkadaşının yüzünde ince bir tebessüm belirdi.
– Evet, seviyorum, dedi.
Konuşmanın bir bölümünü dinlemiş olan ve soyluların neden böyle davrandığına bir türlü akıl erdiremeyen bir garson odaya girdi.
– Bağışlayın efendim, mumları söndürmek için emir aldım, dedi. Kime söyleyeceğini bilen bir tutumla, uzun boylu genç adama dönerek, hesabı size yazmalarını söyleyeyim mi, efendim? diye sordu.
Uzun boylu adam,
– Evet, tabiî, dedi. Ne kadar?
– Yirmi altı ruble.
Uzun boylu adam bir an hesap pusulasına baktıktan sonra, cebine koydu. Diğer ikisi hâlâ konuşuyorlardı. Ufak tefek ve çirkin olan, yola çıkacak olanı yumuşak bakışlarla süzdü.
– Elveda! Sen iyi bir insansın, dedi.
Sundurmaya çıkarken her ikisi de ağlamak üzereydiler. Yola çıkmak üzere olan sanki birden hatırlamış gibi, uzun olanına dönerek,
– Şövalye’deki hesabımı ödeyip bana bildirir misin? dedi. Yüzü kızarmıştı.
– Tabiî, elbette! diye cevap verdi uzun boylu adam eldivenlerini giyerken. Sokağa çıktıklarında da sana nasıl özeniyorum bir bilsen, diye ekledi.
Olenin arabadaki yerine oturdu, paltosuna iyice sarındı ve yana doğru kaydı. Sanki, kendisine imrenen uzun boylu adama yer açmak istermiş gibiydi.
– Sen de gel, dedi.
Uzun boylu adam yalnızca,
– Güle güle Mitya. Tanrı seninle olsun. Keşke sen… dedi ve sustu. Aslında tek isteği arkadaşının bir an önce oradan uzaklaşması olduğu için, sözünü yarım bırakmışta.
Bir süre sessiz kaldılar. Sonra içlerinden biri,
– Güle güle, dedi ve arabacıya hareket etmesini söyledi. Sonra, hadi Elizar, arabayı getir, diye bağırdı.
Arabacılar atlarının dizginlerini çektiler, arabalarını yaklaştırdılar. Donmuş tekerlekler kar üstünde çatardayarak döndü.
– Olenin iyi bir genç, dedi arkadakilerden biri. Fakat neden Kafkaslara gitmeye karar verdi, bunu hiç anlayamadım. Ben hiçbir şey uğruna bunu yapamazdım. Bu arada, yarın akşam yemeğini kulüpte mi yiyorsunuz?
– Evet! Ayrıldılar.
Olenin arabanın içinde bunaltıcı bir sıcaklık hissetti Arabanın köşesine doğru kaydı ve paltosunun önünü gevşetti. Uzun tüylü üç at tarafından çekilen kızak karanlık sokaklara girip çıkıyor, yoluna devam ediyordu. Olenin’in daha önce hiç görmediği evlerin önünden geçtiler. Olenin’e göre böyle sokaklardan, ancak uzun bir yolculuğa çıkanlar geçebilirdi. Hâlâ şafak sökmemişti. Çevredeki her şey karanlık, sessiz ve iç sıkıcıydı. Olenin bir süre sonra çevresinden kopup kendi iç âlemine yöneldi. Anılar, sevgiler, pişmanlıklar ve gözyaşlarının geçit resmiydi artık gördükleri.