Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kırk Yıl: I. Cilt
Kırk Yıl: I. Cilt

Kırk Yıl: I. Cilt

Halit Ziya Uşaklıgil

“Hatıralar arasında bu seyranı nasıl düşündüm ve niçin buna başlıyorum. İnsanların hisleriyle kararları ve hareketleri arasındaki bağlar o kadar dolaşık ve karışık bir yumaktır…

“Hatıralar arasında bu seyranı nasıl düşündüm ve niçin buna başlıyorum. İnsanların hisleriyle kararları ve hareketleri arasındaki bağlar o kadar dolaşık ve karışık bir yumaktır ki bunu çözmeye, bilmem, daima imkân var mıdır?

Bir uyuşukluk içinde sakit bir matemle düşündüm, hayır düşünmek değil… Kendiliğinden, hep beraber uyanan düşüncelerin, hayallerin, hatıraların ortasında ezilmiş, bunalmış gibiydim. Bütün çocukluğuma, gençliğime, hayatımın bazen gülen, ekseriya ağlayan bütün hengâmelerine ait simalar, takım takım, el ele, karmakarışık bir deveranla etrafımı sarıyorlardı. Ben bu izdihamın ortasında yol açmaya çalışan ellerle, birçoğunu tekrar görmek istemeyerek, birçoğunun yanından geçerken irkilerek, tevakkuf ederek, daha sarih temaslarla telakilerimde geçirmek arzusuyla titrerken meçhul bir rüzgârın müstebit sevkiyle başkalarına sürüklenerek dolaştım. Neler, neler vardı; hayat önüme yığınlarla ne büyük kümeler yığmıştı! Bunları ayıklamak, ayıklananları daha vuzuhla görmek mümkün olmaz mıydı?”

Kırk Yıl, 1865 doğumlu Halid Ziya Uşaklıgil’in yaşamının ilk dönemini anlattığı bir anı kitabı. Başta II. Abdülhamid dönemi olmak üzere II. Meşrutiyet ve sonrasında yaşananları kendi deneyim ve tanıklıkları üzerinden anlatan Uşaklıgil, edebiyattan sanata, devrin İstanbul’undan kültürüne kadar birçok konuya dair düşüncelerini açık sözlülükle dile getirir. Dönemin edebiyat çevreleri ve saray erbabını da işin içerisine dahil eden kitap, geç dönem Osmanlı’ya dair sunduğu panoramayla dikkat çeker.

*

Halid Ziya’nın Edebî Hatıraları

“Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar
Zaman sanki bir rüzgâr ve bir su gibi aksın.”
Enis Behiç Koryürek

İnsanların başlarından geçen yahut şahit oldukları olayları belirli bir zaman geçtikten sonra edebî bir üslupla yazıya döktükleri eserlere “hatıra” denir ki hatıralar –tıpkı günlükler, gezi yazıları, otobiyografiler ve mektuplar gibi– gerçeğe yakınlığı ile ön plana çıkarak roman, hikâye, tiyatro gibi kurmaca eserlerden ayrılırlar. Hatıralarını kaleme alan yazar, hafızasının gücü nispetinde zihninde kalan şeyleri kaleme döker ve tarihe bir not düşer. Hatıralar, şahit olunan acı olayları “unutmak” için kaleme alınabileceği gibi gözlemlenen şeyleri “hatırlamak” ve “ebedileştirmek” için de yazılabilir. Hayattan edinilen tecrübeleri okurla paylaşmak gayesiyle yazılan hatıralar olduğu gibi kendinden sonraki kuşaklara çeşitli mesajlar vermek isteyen hatıralar da vardır. İnsanın anlatma ve paylaşma ihtiyacının bir neticesi olarak ortaya çıkan hatıralar, yazanın şahsi tarihine dair önemli vesikalar olmalarının yanı sıra ele aldığı dönemin sosyal, kültürel, ekonomik atmosferini anlamamız açısından da birinci derece kaynaklardır. Genellikle birinci tekil şahıs ağzından kaleme alınan hatıralarla ilgili üzerinde durulması gereken meselelerden biri, hatıraların “öznel” bir bakış açısıyla yazıldıkları için kesin lik arz eden, hakikati mutlak bir şekilde dile getiren metinler olmamalarıdır. Bu sebeple hatıralar değerlendirilirken yazarın bazı bilgileri ve belgeleri yanlış/eksik hatırlayabileceği veya bile isteye değiştirebileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Edebî bir tür olarak “hatıra”nın gelişimi asırlar öncesine dayanır. Orhun Kitabeleri’nin yanı sıra Caesar’ın Gallia Savaşı ve Babürşah’ın Babürnâme adlı kitapları ilk hatıra örneklerinden bazıları olarak ön plana çıkarlar. Çok defa devlet adamlarının yazdıkları bu ilk örnekler, daha ziyade siyasi ve tarihî karakterli hatıralardır. Batı edebiyatlarında 16. yüzyılda özel bir tür halinde ilk örnekleri görülen hatıralar, Doğu milletlerinde genellikle tarih, seyahat, tezkire, menakıp gibi daha yaygın türlerin içinde yer almıştır.1 Batılı manada bir edebî tür olarak hatıra ile tanışmamız Tanzimat sonrasında gerçekleşir. Ziya Paşa’nın Defter-i Âmal’i (1881), Akif Paşa’nın Tabsıra’sı (1884) ve Muallim Naci’nin Medrese Hatıraları (1886) modern anlamda hatıraya karşılık gelen ilk eserlerimiz olarak anılmalıdır. Hatıra türünün bugünkü anlamda edebî bir tür olarak gelişmesinde Halid Ziya Uşaklıgil’in önemli bir etkisi vardır. Halid Ziya, edebiyat tarihimizde ilk kez ömrünün neredeyse bütün safhalarını yazıya döker ve bu türden yazılarını önce gazetelerde tefrika eder, ardından da kitaplaştırır. O, adeta, “İnsan hatıralarla yaşar,” sözünün canlı bir timsalidir. Yayımladığı romanlarla haklı olarak “Türk romancılığının babası” unvanını kazanan Halid Ziya; Kırk Yıl, Saray ve Ötesi ve Bir Acı Hikâye kitaplarıyla da hatıra türünde çığır açar. Halid Ziya’nın hatıra kitaplarını bir bütün halinde okumak; çocukluğundan gençliğine, yetişkinlik devrinden ihtiyarlığına Halid Ziya’yı yakından tanımamızı sağlar. Kırk Yıl’ın ilk baskısının birinci cildinin iç kapağında “Bu kitap, kırk yaşına kadar olan hayatımın kuşbakışı bir görünüşünden ibaret olduğu için ona bu adı koydum. O yaştan sonraki yıllara ait hatıraları yazmak fırsatını bulacak mıyım?” cümlesi yer alır. Nitekim yazar, Saray ve Ötesi’nde hatıralarını yazmayı sürdürmüş, Bir Acı Hikâye’yle ise evlat acısını yazıya dökerek son hatıra kitabını neşretmiştir. Kırk Yıl, Halid Ziya’nın hatıra türünde kaleme aldığı eserlerden ilki, en kapsamlısı ve edebiyat hatıralarını da içermesi hasebiyle en önemlisidir. Yazar, Kırk Yıl’da çocukluğundan başlayarak kırk yaşına kadarki hayat hikâyesini anlatır. Bir buçuk yaşında bir çocuğun zihninde kalan hatıra kırıntılarıyla başlayan eser, Halid Ziya’nın V. Mehmet Reşad döneminde Saray’a mabeyin başkâtibi olarak atanmasıyla noktalanır. Halid Ziya, yazdıklarının bir “tarih” olmadığını, amacının “hatıralarını kaydetmek” olduğunu 4. ciltte 116. bölümünün başında şu cümlelerle vurgular:

Edebiyat âlemine ait intibaları burada biraz tevkif ederek diğer bir âleme, memleketin umumi âlemine ait intibalarımdan bahsetmek isterim. Tarih yazmak için kendimde ne bir heves, ne de kâfi bir liyakat görmüyorum. O senelerin vukuatını muhtelif cephelerden tetkik ve telhis edenler var, bu vazifeyi büyük bir liyakat ve kifayetle görüyorlar; ben de yazdıklarını büyük bir istifadeyle, kendi hatıralarımı ikmal ve tevsi edecek surette okuyorum. Ben ancak bir kuşbakışıyla memleketin o zamana ait hayatına seri bir göz gezdirmekle iktifa etmeye ve bir hamlede Meşrutiyet’in ilanına kadar olan seneleri aşıvermeye muvafık bir usul nazarıyla bakıyorum.

Halid Ziya, Kırk Yıl’da ele aldığı olayları genel itibarıyla kronolojik bir sırayla sunmaya özen gösterir. Ne var ki hatıralarıyla baş başa kalan yazarın zaman zaman zihnî sıçrayışlarla geçmiş yıllara döndüğü, başka olay ve kişilere değindiği de görülür. Nitekim onun gayesi vakaları belgelerle ortaya koymak değildir. Kitabının belgelerden yoksun oluşunu da 4. ciltte elindeki vesikaların bir yangında kurban gidişine bağlar. Mehmet Deligönül, Edebiyat-ı Cedide dönemi hatıralarını değerlendiren makalesinde Kırk Yıl’ın olabildiğince objektif bir bakış açısıyla ve samimi bir üslupla kaleme alındığına dikkat çeker:

Edebî anılar, öteki türlerde verilen yapıtlara göre özelliği gereği, yazarlarınca çoğunlukla daha sonra yazıldıkları için, yazarlarının ustalık dönemlerinin ürünleri olmak gibi bir genel nitelik taşırlar. Halid Ziya’nın ölçülü, dengeli, dürüst yaşamının olabildiğince gerçeğe uygun bir biçimde, yan tutulmaksızın yansıtılmış kırk yıllık bir diliminin öyküsü olan Kırk Yıl’da da bu özellik göze çarpmaktadır.

Şüphesiz ki Kırk Yıl’ı edebiyat tarihimizde önemli kılan özelliklerinden biri Halid Ziya’nın hayat hikâyesine dair önemli bilgiler içermesinin yanı sıra ele aldığı dönemin sosyal, siyasi ve kültürel atmosferini de samimi bir üslupla tasvir etmesidir. Kırk Yıl’ı okurken başta Edebiyat-ı Cedide topluluğunun ortaya çıkışı, gelişmesi ve temsilcileri başta olmak üzere II. Abdülhamid döneminde İstanbul ve İzmir’deki edebiyat hayatı, tiyatrolar, edebiyat mahfilleri, dönemin şairleri, yazarları vb. hakkında ayrıntılarla karşılaşırız. Bu sebeple Kırk Yıl, yayımlanışının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen Ede biyat-ı Cedide dönemi üzerine çalışanlar için önemli bir kaynak olarak önemini korumaktadır. Kırk Yıl, önce 29 Ocak 1931 tarihinde Vakit gazetesinde “Hatıralar Arasında” adıyla tefrika edilmeye başlamış, 8 Teşrinisani (Kasım) 1931 tarihine kadar bu tefrika yetmiş iki sayı devam etmiştir. Kırk Yıl’ın ikinci tefrikası, 26 Ekim 1933 tarihinde Faruk Nafiz Çamlıbel’in çıkardığı Anayurt mecmuasında “Kırk Yılın Hikâyesi” adıyla neşredilmeye başlar. Anayurt’taki bu tefrika, toplam on sayı sürer ve 1 İkincikânun (Ocak) 1934’te derginin kapanmasıyla noktalanır. Kırk Yıl’ın üçüncü tefrikası ise “Eski Andaçlardan” başlığı altında 24 Nisan 1935-15 Mart 1936 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde neşredilmiştir. Cumhuriyet’teki tefrikanın bitişinin ardından Kırk Yıl, beş cilt halinde kitap olarak yayımlanır.2 Yazar, Kırk Yıl’ın her cildini, işlediği konuları da göz önüne alarak 146 bölüme ayırmış, tefrikalarda olduğu gibi her bölümün başına o bölümde işlenen konuları açıklayan kısa başlıklar koymuştur.

Edebiyatımızda hatıra türünün en güzel örneklerinden biri olan Kırk Yıl’ın elinizde tuttuğunuz edisyonunu yayına hazırlarken eserin Matbaacılık ve Neşriyat T.A.Ş. tarafından 1936 yılında yapılan baskısı esas alınmıştır. Kitabın bu edisyonunda sadeleştirme yoluna gidilmemiş, eserin özgün dili ve üslubu korunmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte eser yayına hazırlanırken günümüzün dilbilgisi ve yazım kuralları da göz önünde bulundurulmuştur. Kitapta bazı şahıs, olay ve terimlere ait bilgiler dipnotlarla açıklanmış, kitabın sonuna bir sözlük hazırlanarak günümüzde anlamının bilinmesinde zorlanılacak kelimelerin karşılıkları verilmiştir. Ayrıca kitabın sonuna özel adlar dizini hazırlanmış, daha sonra çalışma yapacaklar için kolaylık sağlanmaya çalışılmıştır. Kırk Yıl’ın elinizdeki edisyonunu benzerlerinden farklı kılan bir diğer özelliği kitabın çeşitli fotoğraf ve resimlerle zenginleştirilmesidir. Bu bağlamda gazete ve dergi koleksiyonlarının yanı sıra Taha Toros, Emine Uşaklıgil, Atatürk Kitaplığı ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi arşivlerinden yararlanılmıştır. Bu vesileyle Halid Ziya Uşaklıgil’in aile ilgili fotoğraflarını bizimle paylaşan Sayın Emine Uşaklıgil’e şükran borçlu olduğumu belirtmeliyim. Kitabın özenli bir baskıyla yayımlanması hususunda her türlü desteği veren kıymetli editörüm Mustafa Çevik doğan’a ve Can Yayınları çalışanlarına da teşekkür ederim.

Necati Tonga
Kırıkkale, 2023

KIRK YIL

Bu kitap, kırk yaşına kadar olan hayatımın kuşbakışı bir
görünüşünden ibaret olduğu için ona bu adı koydum.
O yaştan sonraki yıllara ait hatıraları yazmak fırsatını
bulacak mıyım?

1. KİTAP

Halid Ziya Bey’in hatıraları büyük ehemmiyeti haizdir! Niçin?

Vakit bugün yeni bir tefrikaya başlıyor. Bu tefrika Ede biyat-ı Cedide’nin kıymetli üstatlarından Uşşakizade Halid Ziya Bey’in hatıralarıdır.1 Halid Ziya Bey zarif ve kudretli kalemi, geniş malumatı, tertemiz şahsiyeti ile memleketimizde tanınmış müstesna simalardandır. Bu itibar ile Vakit’te bugünden itibaren neşredilmeye başlanan “Hatıralar Arasında” tefrikasının başına sadece Halid Ziya Bey ismini koymak bu yazıların kıymeti hakkında herkese bir fikir vermeye kâfi gelir. Bununla beraber “Hatıralar Arasında”nın daha başka bir meziyeti vardır. Bu da Halid Ziya Bey’in kendi hayatına ait samimi tahassüslerini, yaşadığı muhitlere ait hususi intibalarını kendi kalemiyle bize nakletmektedir. Halid Ziya Bey’in hatıraları tabii olarak çocukluk devrinden başlayacaktır. Edebiyat üstadımız hayatının ilk senelerini nasıl geçirdi? Nasıl bir muhit içinde yaşadı? Uşşakizadeler ailesi arasında kimlerle münasebette bulundu? Bu hususlara dair olan intibalar yalnız bizim için meraklı bir hayat-ı hakikiye sahnesi olmaktan ibaret kalmayacaktır; yalnız muharririn güzide şahsiyetini doğru mütalaa etmeye yaramayacaktır; aynı zamanda bundan yarım asır evvelki içtimai hayatımızın bir nevi tahlili olacaktır. Toprağa attığımız bir çiçek tohumu bir müddet sonra filizlenir. Bu filizden çıkan küçük dallar küçük ve yeşil yapraklar ile yavaş yavaş bezenir. Bu dallar ve yapraklar topraktan ve havadan emdiği gıda, güneşten aldığı hararet ve ziyayla beslenir. Nihayet yeşil dallar ve yeşil yapraklar renk renk çiçeklenir. Toprağa atılan bir çiçek tohumunun geçirdiği bütün bu tekâmül devrelerini seyretmek bile insan için büyük ibret levhasıdır. Halid Ziya Bey gibi bir sanat üstadının nasıl yetişmiş olduğunu kendi ağzından dinlemek, kendi kaleminden okumak hepimiz için büyük bir zevk ve faide değil midir? Fakat unutmamak icap eder ki Halid Ziya Bey’in şahsiyeti bir edebiyat üstadı olmaya münhasır değildir; o, aynı zamanda bir idare ve iş adamı olmuştur. Bu sıfatları itibarıyla mühim mevkilerde bulunmuştur. Bilfarz Meşrutiyet’ten sonra bir müddet mabeyin başkâtibi olmuştur. Bu vazifesinde bulunurken büyük ve heyecanlı hadiseler vuku bulmuştur. Halid Ziya Bey bu hadiseleri o zamanki vazifesinin ve mevkisinin verdiği salahiyet ile çok yakından görmüştür. Bugün hemen hepimiz için içyüzleri meçhul olan bu büyük ve heyecanlı hadiseleri Halid Ziya Bey’in kaleminden okumak mühim bir fırsat değil midir? Bir milletin hayatı yalnız resmî vesikalar içinden çıkarılmış kuru tarih sahifelerinden anlaşılamaz. Herhangi bir devri anlamak için o devirde yaşamış olanların yazacakları hatırat bu nokta-i nazardan pek mühimdir. Maalesef bize gördüklerini ve duyduklarını tarihe hizmet edecek şekilde yazanların çok nadir olması milli ihtiyaçlarımız için büyük bir noksandır. Halid Ziya Bey’in hatıralarını tespit ve zapt etmesi ile bu nokta-i nazardan millet ve memleket hesabına ayrı bir hizmet yaptığını bilhassa kaydetmek isterim.

Mehmet Asım

 

1

Acı Bir Rüya – Daima Aranan Yâr – İki Hatıra

Hatıralar arasında bu seyranı nasıl düşündüm ve niçin buna başlıyorum. İnsanların hisleriyle kararları ve hareketleri arasındaki bağlar o kadar dolaşık ve karışık bir yumaktır ki bunu çözmeye, bilmem, daima imkân var mıdır? Bir gece derin bir acıyla uyumuştum ve daha derin bir acıyla uyandım: Rüyamda annemi arıyordum. İşte, ona iltihak etmek için önümde kat olunacak pek az mesafe kalan ben, kırk seneyi çoktan geçmiş bir zaman oluyor ki hep böyle dertlerle dolu uykularımın içinde onun arkasından koşar, onu ararım. Gene koşuyordum, gene onu arıyordum. O ölmemiş miydi? Galiba ölmemişti, fakat galiba ölecekti. Rüyanın meşkûkiyeti içinde benliğimin, biri “ölmüştü” diyen, diğeri “hayır, hâlâ yaşıyor” iddiasına kandırmak isteyen iki mütekellimi vardı ve bu mübahasenin tezadı arasında, hep İzmir’in Yokuşbaşı’na doğru tırmanan; evimizi, evimizde hasta döşeğinde yatan annemi bulmak için karanlıkları yararak bir türlü kapıyı bulamayan ben vardım. Sonra birdenbire, uzun senelerin bana yabancılaştırdığı bir odada, bir yatağın kenarında kendimi buluyor ve orada onu görüyordum. Ölmüş müydü, ölmemiş miydi?.. Hep öyle çukurlaşmış yanaklarıyla, şakaklarına yapışan lepiska saçlarıyla, yeşil gözlerinin sevdalı nazarlarıyla işte o, orada yatıyordu. Galiba yaşıyordu, fakat kilitlenmiş ve hararetten kavrulmuş dudakları açılmıyor ve onların arasından bana ümit verecek bir ses çıkamıyordu. Bir saniye oldu ki onun ölmüş olduğuna kanaat ettim, birden, zihnimin içinde yırtılan bir bulutun arasında hakikatin, kırk seneden fazla bir zamandan beri hep bana onu aratan, onun tesliyet verici, şifa verici sesini işitmek için müthiş bir ihtiyaçla beni hırpalayan acı hakikatin zehriyle dinledim ve gözlerimin ucunda toplanan birer damlayla uyandım. Yeniden uyumak mümkün değildi. Bir uyuşukluk içinde sakit bir matemle düşündüm, hayır düşünmek değil… Kendiliğinden, hep beraber uyanan düşüncelerin, hayallerin, hatıraların ortasında ezilmiş, bunalmış gibiydim. Bütün çocukluğuma, gençliğime, hayatımın bazen gülen, ekseriya ağlayan bütün hengâmelerine ait simalar, takım takım, el ele, karmakarışık bir deveranla etrafımı sarıyorlardı. Ben bu izdihamın ortasında yol açmaya çalışan ellerle, birçoğunu tekrar görmek istemeyerek, birçoğunun yanından geçerken irkilerek, tevakkuf ederek, daha sarih temaslarla telakilerimde geçirmek arzusuyla titrerken meçhul bir rüzgârın müstebit sevkiyle başkalarına sürüklenerek dolaştım. Neler, neler vardı; hayat önüme yığınlarla ne büyük kümeler yığmıştı! Bunları ayıklamak, ayıklananları daha vuzuhla görmek mümkün olmaz mıydı? Sanki eski bir evin, senelerden beri istimalden düşmüş kırık dökük eşyasını yığdıkları bir tavan arasına çıkmıştım, burada çatının yarıklarından kayan korkak ziya hatları, bu kümelerin şurasını burasını yalayarak az çok tanılmış bu köhne şeylerin hazin uykularını, hâlâ tebessüme çalışan sakit dudaklarını gösteriyordu. Burada dolaşmak… Elimde bir mumun titrek ziyasıyla bir kırık çerçevenin, silik bir resmin, topal bir iskemlenin, kemikleri çözülmüş bir dolabın, ötede dağınık mektep kitaplarının, beride küme küme sararan didiklenmiş ceride kümelerinin yanında durmak; bunlara muhteriz ellerle dokunmak ve her dokunuşta gelecek sesin ifadesini almak, bazen bunların tozlarını silkerek o nisyan tabakasının altında mevcudiyetlerinin unutulmuş esrarını dinlemek… Sonra, bu serseri ziyaretten yorulunca, onun devamı zamanında inşirahtan ziyade elem toplamaktan usanınca, mumu söndürmek, bütün bu eski şeyleri tekrar derin uykularına terk ederek yavaş yavaş, kendi gürültüsünden ürken ayaklarla geri dönüp bu tavan arasını karanlıklara teslim etmek için kapağını çekmek…Ve merdivenden inerken: “İşte ben de merdivenin son basamaklarını iniyorum, ben de biraz sonra kapağı çekeceğim, karanlıkların içinde sakin, müsterih, hatta mesut bir uykunun derinliklerine dalacağım…” demek… İşte elimde bir mumla dolaşmaya başlamak kararını bu gece yarısında, o acı rüyadan sonra aldım. O zayıf ziyanın altında silkinerek muvakkat bir hayatla tekrar dirilecek şeylerden öyleleri var ki ben onları, evet, hâlâ bu yaşta, bu bembeyaz saçlarla, annemin dizi dibinde, tıpkı küçücük bir çocuk gibi söylemek isterdim. Hayatın öyle dakikaları var ki uzun senelerin mihnetleri arasından insanın çocuk ruhunu ihya eder ve ona yegâne bir tesliyet Kâbe’si gibi annesinin hayalini tavaf ettirir. Ne zaman ona en uzak hatıralarımı teşkil eden iki silik şeyden bahsetsem, bana tebessüm ederek, “Yanılıyorsun, o zaman pek küçüktün. Bir yaşında mıydın, bir buçuğunda mıydın, herhalde ikisini tamamlamamıştım. O kadar küçük çocuk bunları zapt etmiş olamaz. Belki başkalarından, sonra dinlemişsindir de kendin tahattur ediyorsun zannındasın!” derdi. Ben ısrar ederdim, o imkân vermezdi. Aramızda bu mesele halledilemeyerek öyle kaldı. Bunlardan birincisinde kendimi dadımın kucağında görüyorum. İzmir’de herkes sofradaydı. Kimlerdi, bilmiyorum. Ne sofrayı, ne oradakileri görmüyorum. Yalnız biliyorum ki dadımı tekdir etmiş, bu yaramaz çocuğu niçin sofra başına getirmiş diye kovmuş olacaklar. Ben başımı dadımın omuzuna koyarak, o beni uzaklaştırırken, ağlıyorum. İşte bunu pek vazıh görüyorum. Yalnız o kadar; dadısının omuzuna başını koyarak ağlayan ben… Hatta bu ağlayışın manasını bile tevsi ederek tercüme edebiliyorum. Belki bütün bu hatırayı ben sonra, dimağımın, kim bilir nasıl gizli oyunlarıyla icat etmişimdir. Bu ağlayan küçük –bir, bir buçuk, belki iki yaşında?– demek istiyor ki: “Niçin sanki beni kovuyorsunuz? Sizin sofranıza oturmak istemedim, sadece, uslu uslu bakıyordum ve bu temaşayı tuhaf buluyordum. Benim minimini yüreğimi kıracak ne vardı? Beni bu eğlencede serbest bıraksanız ne kaybederdiniz?..” Bu mazlumane serzenişi o levhanın içinde sarahatle okuyorum. İkinci hatıra vapurda… Evet, biliyorum ki bu; vapurda cereyan etti. İzmir’den İstanbul’a avdet ediyor olacağız ki bana içlerinde telle dondurulmuş türlü hayvan ve insan resimleri, birçok şekerler vermişlerdi. Yanımda kim vardı, bilmiyorum. Fakat karşımda bir kocakarı vardı, bize yabancı çirkin bir kocakarı… Birer birer, yanımdakinin dalgınlığından istifade ederek ve beni aldatarak –bunları farz ediyorum– şekerlerimi aşırıyordu. Ben kendimi, kocakarıyı, aşırılan şekerleri görüyorum. Bu, o derece vazıh ki bugün o levhayı tersim edebilirim. Fakat annemle beraber bütün büyükler, ben bundan bahsettikçe, hep gülerler ve böyle bir şeyin vaki olmadığında, vaki olsa bile o tarihte İzmir’den İstanbul’a dönüşte benim bunu tahattur edemeyecek kadar küçük olduğumda ısrar ederlerdi. İşte hayatımın en eski iki hatırası: Birinde kalabalık bir sofrada temaşakâr olarak bile kabul olunmuyordum, ikincisinde şekerlerimi çirkin bir kocakarı çalıyordu.

2

Ailenin Menşei – İstanbul Kolu – Eyüp’teki Ev – Hesap Etmeye Gelmez – Siyah Delik

En uzak hatıralarımdan, fakat ilk ikisine nispetle epeyce uzun bir mesafeyle ayrılan, üçüncüsünü anlatacağım. Yalnız mukaddeme olarak bir nebze ailemin tarihini icmal edeyim: Uşşakizade… Evet, ta Türklüğün göbeğinden, karışıksız, bulanıksız halis Türk kanından, ta Uşak’tan geldik. O Uşak’tan ki ben ona uzaktan âşığım. Uzaktan diyorum ve bunu derken hicabımdan kızarıyor ve azabımdan kıvranıyorum. Dünyanın dört ucunu dolaşmaya fırsat bulan, merak ve tecessüs arzularını diyar diyar dolaştıran ben, henüz kanımın membasına, ta şuracıkta Uşak’a kadar gitmeye vakit bulamadım. Bunu itiraf ederken bu itirafın yanına konacak bir mazeret bulamıyorum. (Bu yazıdan sonra o günahı tamir ettim.) Uşak’tan gelen bu ailenin daima Uşşakizade ismini taşımamış olduğunu söylemeye lüzum yok. Asıl ailenin ismi: Helvacızade. Uşak’ın vaktiyle en büyük ticaretlerinden birini teşkil eden helvacılığın en büyük ocağına malik olan Helvacızadeler yalnız bununla iktifa etmeyerek başka işler arasında bilhassa halıcılıkta da büyük bir mevki işgal ederlerdi. Uşak’ın en eski ve en zengin ailelerinden biri olan Helvacızadelerin zamanla kâh ikbal kâh idbardan mürekkep tahavvül silsilesini takip etmeyerek yalnız kaydedeceğim ki bu ailenin bir uzvu İzmir’e gelip de orada yalnız halıcılıkla iştigale başlayınca Helvacızade unvanını taşımakta devam etmekle beraber nas arasında Uşaklılar… Uşaklıgil… diye yâd edile edile nihayet, Uşaklılar unvanından pek küçük bir mesafeyle ayrılan Uşşakizadeler unvanıyla anılmakta gecikmemişler. Fakat bir zaman, hatta o zamanın ben şahidi oldum, İzmir ve havalisinin belki bütün Türkiye’nin en büyük halı ticaretgâhı, bütün Avrupa sergilerinde en yüksek mükâfatı alan büyük pederimin halı ticarethanesiydi. Başta Uşak olduğu halde Gördes’in, Kula’nın, Demir ci’nin tezgâhları hemen kâmilen bu ev için işlerdi ve evin resmî imzası, Helvacızade idi. Hâlâ gözümün önündedir, Paris’in 1869 Umumi Sergisi’nde1 altın madalya için verilen şehadetnamede bu unvan garip bir imlayla “Elvagi-zade” diye yazılıydı. Anadolu’nun birçok yerlerinde olduğu gibi İzmir’de de aile isimleri hemen kâmilen denecek raddede ecdadın sanat ve ticaretinden alınmıştır. Salepçizadeler, İplikçizadeler, Limoncuzadeler vesaire daha salim bir Türkçe ile Salepçi oğulları, İplikçilerinkiler, Limoncularıngil diye yâd edilmeye başlayarak nihayet son şekillerini almışlardır. Büyük pederimin elinde ticaretgâhı öyle büyük bir ehemmiyet almış ve işlerine öyle bir vüs’at gelmiş ki inkişafı dairesine daha geniş bir zemin vermek için İstanbul’da bir şube açmaya lüzum görülmüş ve bu şube sermayesiyle beraber babama, Hacı Halil Efendi’ye verilmiş. İşte Uşak’tan İzmir’e sarkan Helvacızadelerin bir kolu da büyükbabamın en büyük oğlu olan babamla İs tanbul’a gelmiş oluyor ve ben, babamın üç çocuğundan en küçüğü, ailenin bu kolu İstanbul’a uzandıktan sonra İstanbul’da doğuyorum. Eyüp’te Balcılar Yokuşu’nda…1 Bir kere büyüklerimden biri beni ta oraya kadar götürerek, “İşte doğduğun ev…” diye göstermişti. O zaman eski, siyahlanmış cephesiyle, yıkılmaya mahkûm görünen bu ev hâlâ orada mıdır, hatta Eyüp’ün Balcılar Yokuşu hâlâ o isimle duruyor mu? Bilmiyorum. Burada ne kadar zaman kaldık, onu da bilmiyorum. Herhalde pek az kalmış olacağız ki asıl evimizin inşası tarihine kadar ailenin kiracı olarak ikametgâhını teşkil eden Sepetçiler’de kain konakta geçen ilk seneleri bile tahattur etmiyorum. Tevellüdümün en sahih tarihi olarak ailece 12842 senesi mazbuttur. Şu halde, demek oluyor ki bugün… Yok, bu hesabı yapmamak daha doğru olur. İzmir’den gelince babamı Eyüp’e sevk eden sebebi onun kalbî temayüllerinde aramak lazımdır. O, daha sonraları sabit oldu, bir işadamı olmaktan ziyade bir fikir ve his adamıydı. Zamanında yegâne tahsil zeminini teşkil eden Arap ve Acem lisanlarıyla iştigal edilmiş, henüz çocukken babasının yanında hacca gitmiş, Farisi ile ziyade uğraşmasından Mesnevi3 ve Hafız-ı Şirazi4 ile fazla ülfeti husule gelmiş, onların telkinleri kendisini tasavvufla iştigale sevk etmişti. Babamın Eyüp’te eski bir muhibbi vardı ki Mehmet Bey namında vakur, asil, kibar, her suretle muhterem bir zattı. İşte Eyüp’te ikamete bais olan bu olacak. Ben doğunca babamın pek derin hislerle taziz ettiği muhibbinin kucağına verilmişim, kulağıma o ezan okumuş ve parmağını dudaklarıma bastırarak bana, Mehmet Halid Ziyaeddin ismini vermiş. Sonraları bu zatı gördüm; o hakikaten, hissiyatının ulviyet ve halisiyeti ilahî bir nurla parıldar gibi münevver görünen simasından taşan, daha ilk nazarda insana derin bir hürmet ihsas eden yüksek boylu, geniş nasiyeli bir zattı. İsmimi ondan almış olmaya, ilk defa ondan kulaklarıma manevi bir sesin gelmesine daima mesut bir fal hükmünde baktım. Burada aileye ait malumatı tevkif ediyorum. İleride icap ettikçe avdet olunacak bu bahse şimdilik bir mukaddeme olmak üzere temas ettim. Babamın kiracılıkta gecikmeyerek yaptırdığı ev Saraçhanebaşı’nda,1 kapısı bir çıkmazın içinde münferit bir binaydı. Öyle tahmin ediyorum ki bugün Fatih Parkı’nda Tayyare Şehitleri Abidesi’nin bulunduğu sahayı işgal ederdi. İnşaat bitinceye kadar o civarda Sepetçiler’den Zey rek’e giden caddede bir konakta oturuyorduk. Sepetçiler… Bu isim hâlâ mevcut mu, Sepetçiler hâlâ orada mıdır? Kaç kere onların önünde uzun uzun temaşayla kendimi unutmuştum. Benim bu konağın tenha bir tarafında dadımla beraber işgal ettiğim bir odam vardı ve bu odanın bilmem neden, tavanında ancak bir baş sığacak kadar karanlık, korkunç bir deliği vardı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı
  • Kitap AdıKırk Yıl: I. Cilt
  • Sayfa Sayısı616
  • YazarHalid Ziya Uşaklıgil
  • ISBN9789750765445
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Aşk ı Memnu ~ Halit Ziya UşaklıgilAşk ı Memnu

    Aşk ı Memnu

    Halit Ziya Uşaklıgil

    Aşk-ı Memnu yirminci yüzyıl başında İstanbul’da, Batılı yaşam tarzını benimsemiş bir toplum katında geçen gönül macerasını konu edinir. Her bir karakterin özel bir hayat...

  2. Nakil ~ Halit Ziya UşaklıgilNakil

    Nakil

    Halit Ziya Uşaklıgil

    Türk edebiyatının usta kalemlerinden Halid Ziya Uşaklıgil, henüz çocukken Gedikpaşa Tiyatrosu’nda seyrettiği oyunlar vesilesiyle Fransız kültürü ve edebiyatıyla tanışır; bu tanışıklık İzmir Rüşdiyesi’nın sıralarında...

  3. Edebiyatımız Ne Halde ? ~ Halit Ziya UşaklıgilEdebiyatımız Ne Halde ?

    Edebiyatımız Ne Halde ?

    Halit Ziya Uşaklıgil

    Mai ve Siyah’ın sizdeki tesiri ne yoldadır? “Her sahib-i sanatın âsârından biri hakkında bir zaaf-ı mahsusu vardır. Bende de bu zaaf Mai ve Siyah...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Yaşamak ~ Cahit ZarifoğluYaşamak

    Yaşamak

    Cahit Zarifoğlu

    Yeni Türkçe’deki hatıra türünün en yetkin örneklerinden biri olan Yaşamak, toplumsal olarak bir ışığa dönüştürmek istediğimiz acıya, bireysel bir dünyada aydınlık sağlamaktadır. Zarifoğlu, çevremizde...

  2. Yaşamak Hatırlamaktır ~ Ülkü TamerYaşamak Hatırlamaktır

    Yaşamak Hatırlamaktır

    Ülkü Tamer

    Ülkü Tamer’in anılar kitabı Yaşamak Hatırlamaktır’da okuyacağımız şairin yaşamöyküsü değil; yaşamından kesitler ve ayrıntılar, anı parçaları, his kırıntıları. Bir ömrün taslak çizgileri değil de...

  3. İbn Munkız Haçlılara Karşı ~ Üsame İbn Munkızİbn Munkız Haçlılara Karşı

    İbn Munkız Haçlılara Karşı

    Üsame İbn Munkız

    Haçlı savaşları sırasında Kahire, Musul, Şam üçgeninde olup bitenlere birinci elden ışık tutan bu kitap, Prens Üsâme İbn Munkız’ın anılarından oluşuyor. Daha önce Fransızca,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    ×
    Yukarı
    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur