“Bir yandan yüreğinizi burkacak, diğer yandan içinizi ısıtacak.” –Economist
“Yılın en iyi İtalyan romanı.” –Huffington Post
2017 PREMIO CAMPIELLO KAZANANI
WASHINGTON POST ve KIRKUS REVIEWS’ta YILIN KİTABI
Ben Arminuta’ydım, yani geri verilen. Konuştuğum dil başka bir dildi ve kime ait olduğumu bilmiyordum…
On üç yaşındaki bir kız, sevgi dolu, kitaplarla çevrili güvenli dünyasından koparılır ve hiç tanımadığı bir gerçekliğe, beş çocuklu öz ailesinin yanına bırakılır. Bu geri verilişin nedenleri ondan sır gibi saklanır. Yoksulluğun ve sertliğin hüküm sürdüğü kırsal bir hayatın parçasıdır artık. İki anne, iki farklı hayat ve iki kimlik arasında savrulurken, tüm bu zorlukların içinde, bir ışık parıldar: Küçük kız kardeşi Adriana’nın saf, sarsılmaz sevgisi. Adriana, bu sert dünyada ablası için hem bir sığınak hem de direnişin simgesi olacaktır.
Di Pietrantonio’nun ödüllü kitabı Geri Verilen Kız, terk edilişin acısını, aidiyet arayışını ve ayakta kalmanın kırılgan dengesini anlatan derin ve sarsıcı bir roman.
“Donatella Di Pietrantonio, hassas ve güçlü anlatımıyla anneler ile kızlarının, kız kardeşliğin ve kendini keşfetmenin gelgitli hikayesini anlatıyor.” –World Literature Today
“Di Pietrantonio’nun anlattıkları dokunabileceğiniz kadar gerçekçi [ve] incelikli örülmüş.” – Washington Post
Bugün bile hâlâ, bir şekilde, o çocukluk yazıma takılıp kaldım. Ruhumun tıpkı kör edici lambanın çevresinde dolanan sinek gibi, etrafında dönmeye ve çarpmaya devam ettiği o çocukluk yazıma…
–Elsa Morante, Menzogna e sortilegio [Yalan ve Büyü]
1
On üç yaşındaydım ve gerçek annemi tanımıyordum. Bir elimde valiz, diğer elimde içi ayakkabı dolu çantayla merdivenleri zar zor çıktım. Merdivenin orta sahanlığında dumanı üzerinde kızartma kokusunu duyunca durakladım. Kapı açılmıyordu, içeriden birisi kapıyı ittiriyor, kapının kilidini zorluyordu. Ağının ucunda asılı halde boşlukta çırpınan örümceğe baktım.
Anahtarın dönmesiyle kapı ağzında bir kız belirdi. Saç örgülerinin gevşekliğinden günler önce örüldüğü anlaşılıyordu. Daha önce hiç görmediğim kız kardeşimdi o. İğneleyici bakışlarını üzerimden çekmeden, içeriye gireyim diye geri adım attı. O zamanlar yetişkin halimizden daha çok benziyorduk birbirimize.
2
Beni doğuran kadın yerinden kalkmamıştı. Kucağındaki bebek, ağzının bir kenarından başparmağını emiyordu; muhtemelen o taraftaki dişi kaşınıyordu. İkisi de bana bakıyorlardı. Sonra bebek başka yöne çevirdi başını. Bu kadar küçük bir erkek kardeşim olduğundan haberim bile yoktu.
“Demek geldin,” dedi kadın. “Eşyalarını bıraksana.”
Bakışlarımı, oynattığım an içinden ayakkabılarımın pis kokusunun yükseldiği çantaya çevirdim. Dipteki odanın aralık kapısından gürültülü bir horlama sesi geliyordu. Bebek yeniden mızmızlanmaya başladı. Salyalarını annesinin rengi solmuş penyesinin terden ıslanmış çiçeklerine silerek memeye yapıştı.
“Kapıyı kapatmayacak mısın?” diye azarlayarak sordu hareketsiz kalan kızına.
“Bunu getirenler gelmeyecek mi?” diye sordu annesine çenesiyle beni işaret ederek.
O anda içeriye amcam girdi. Ona böyle seslenmeyi öğrenmem gerekiyordu. Merdivenleri tırmanmaktan soluk soluğa kalmıştı. O bunaltıcı yaz gününde, elinde benim bedenimde bir kaban tutuyordu.
“Karın gelmedi mi?” diye sordu asıl annem, kucağındaki bebeğin iniltisini bastırmak için sesini yükselterek.
“Yataktan kalkamıyor,” diye yanıtladı. “Dün alışverişe çıkmıştım. Birkaç parça da kışlık aldım.” Bana aldığı kabanın etiketini gösterdi.
Açık olan pencereye yöneldim ve elimdekileri yere bıraktım.
Uzaklarda, bir kamyonun yük boşaltmasına benzer bir gürültü koptu.
Evsahibesi nihayet misafirlerine kahve ikram etmeyi akıl edebildi. Kocasını bir tek kahve kokusunun uyandırabileceğini söyledi. Kucağındaki bebeği ağlar halde beşiğine bıraktı ve eşyasız, boş yemek odasından mutfağa geçti. Bebek, beşiğinin filesindeki üstünkörü atılmış bir düğümle onarılmış deliğe asılarak kendini yukarı çekmeye çalıştı. Ben yaklaşınca daha da çok bağırmaya başladı. İyice kızmıştı. Ablası, yani her gün görmeye alıştığı ablası, onu beşiğinden güçlükle dışarı çekti ve mozaik zemine bıraktı. Mutfaktan gelen seslere doğru emekledi. Kız kardeşim, koyu bakışlarını hiç yukarı kaldırmadan bebekten bana çevirdi. Gözlerini yeni ayakkabılarımın yaldızlı tokalarına dikmişti. Sonra gözleri henüz kat izleri bile geçmemiş pilili mavi elbiseme kaydı. Başının üzerinde bir karasinek uçuyordu. Arada bir duvara çarpıyor, çıkış için bir delik arıyordu.
“Bu elbiseyi de mi o adam aldı sana?” diye sordu usulca.
“Evet, buraya gelirken giyeyim diye aldı dün.”
“Kim ki o adam?”
“Uzaktan bir aile dostu. Bugüne kadar onunla ve karısıyla yaşadım.”
“Peki hangisi gerçek annen?” diye sordu çekinerek.
“Benim iki annem var. Birisi senin de annen.”
“Bahsi geçerdi, bir ablamın olduğunu söylerdi ama ben onun lafına pek inanmam.”
Birdenbire parmaklarını elbisemin kolunu geçirerek çekiştirdi.
“Bu elbise yakında sana dar gelir. O zaman bana verirsin. Dikkatli kullan da yırtma sakın.”
Evin babası esneyerek yalınayak çıktı yatak odasından. Gövdesi çıplaktı. Başını kahve kokusuna doğru çevirirken beni fark etti.
“Ha, geldin demek,” dedi kuru kuru. Tıpkı karısı gibi.
3
Mutfaktan gelen fısıltılar tekdüzeydi. Kaşıkların fincanlara çarpan sesi yükselmiyordu artık. Sandalyelerin çekilirken çıkardığı sesi duyunca boğazımda bir yumru hissettim. Amcam vedalaşmak için bana yaklaştı, alelacele yanağımı okşadı.
“Kendine dikkat et,” dedi.
“Arabada kitabımı unuttum, seninle ineyim aşağıya,” dedim.
Peşi sıra merdivenlerden indim. Ön konsolun altında kitabımı arama bahanesiyle yolcu koltuğuna yerleşiverdim. Kapıyı kapattım ve kilitledim.
“Sen ne yapıyorsun böyle?” diye sordu. Çoktan yerine oturmuştu.
“Seninle eve dönüyorum. Sizi hiç rahatsız etmeyeceğime söz veriyorum! Annem hasta, bana her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Burada kalmak istemiyorum, o insanları tanımıyorum bile.”
“Lütfen başlamayalım yine. Mantıklı olmaya çalış. Gerçek ailen seni bekliyor ve seni çok seviyorlar. Yaşıtlarınla dolu bir evde yaşamak inan çok hoşuna gidecek.” Konuştukça kahve kokan nefesi yüzüme çarpıyordu.
“Ben kendi evimde yaşamak istiyorum, sizinle beraber. Eğer bir hatam olduysa söyle. Bir daha tekrarlamam. Yeter ki beni terk etme!”
“Üzgünüm, seni daha fazla barındıramayız evde. Sana bunu daha önce de açıkladık. Lütfen artık kapris yapmaya bir son ver ve arabadan in,” diyerek sözlerini tamamladı. Donuk bakışlarını boşluğa sabitlemişti. İki günlük sakalının altından çene kaslarının seğirdiğini görebiliyordum. Öfkelendiği zamanlarda hep böyle olurdu.
Sözünü dinlemedim ve direnmeye devam ettim. Direksiyona bir yumruk sallayarak aşağı indi. Korkudan titreyerek koltuğun önündeki boşluğa pustum. Kapıyı anahtarıyla açtı, kolumdan çekerek beni dışarı çıkardı. Daha bir gün önce aldığı elbisenin omuz dikişleri söküldü. Kolumu öyle acıtıyordu ki daha o sabaha kadar babam bildiğim, birlikte yaşadığım adamı artık tanıyamıyordum.
Meydandaki asfaltta tekerlek izlerini ve beni bıraktı. Yanık lastik kokusu havada asılı kaldı. Başımı kaldırdığımda ikinci kattaki evimin penceresinden birilerinin bana baktığını gördüm.
Yarım saat sonra geri döndü. Kapıyı çaldı. Sesi merdivenlerden geliyordu. Onu hemen affediverdim. Valizimi ve çantamı yüklendim. Evin kapısına vardığımda o binayı terk etmişti. Kız kardeşimin elinde bir kutu dondurma vardı, hem de vanilyalı, en sevdiğim. Sırf bunun için geri gelmişti. Dondurma getirmek için, beni eve geri götürmek için değil. 1975 Ağustos’unun o gününde benden başka herkes yedi o dondurmayı.
4
Akşama doğru evin büyük çocukları geldi. Biri beni ıslık çalarak selamladı, diğeri varlığımı fark etmedi bile. Masada yer kapmak için birbirlerini itekleyerek mutfağa koştular. Annem mutfakta akşam yemeğini hazırlamakla meşguldü. Tabaklara birer kepçe yemek koydu, benim payıma sadece bir tane süngerimsi, içi bayat ekmekle doldurulmuş köfte düştü. Et parçaları mikroskobikti. Ekmekli köfteleri yemeğin suyuna ekmek banarak yedik. Maksat mideyi doldurmaktı. Sonraki günlerde yemek için mücadele etmeyi ve yemek tabağımı olası çatal saldırılarından korumayı öğrenecektim. Neyse ki o gün kaybım çok olmadı. Annem tabağıma bir kepçe daha ekledi.
Evde bana özel bir yatak olmadığı ta yemekten sonra akıllarına dank etti.
“Bu gece kız kardeşinle uyursun, nasılsa ikiniz de ip gibisiniz,”
dedi babam, “yarın bir çaresine bakarız.”
“Yatağa sığmak için ayaklı başlı yatmamız lazım,” dedi Adriana. “Birimiz ayağımızı diğerinin başının yanına uzatacak,” diye açıkladı. “Yatağa girmeden herkes ayaklarını yıkayacak ama!”
Banyoya girdik, beraber leğenin içine oturduk. Adriana parmak arasındaki kirlerini temizlemekle epey bir uğraştı.
“Suya bak, simsiyah,” diye güldü. “Hepsi benim kirim. Seninkiler zaten temizdi.”
Benim için bir yastık buldu getirdi bir yerlerden. Işıkları hiç yakmadan odaya girdik. Diğerlerinin uyudukları, nefes alıp vermelerinden anlaşılıyordu. Odayı kaplayan ter kokusu buram buram ergen kokuyordu. Fısıltıyla konuşarak yatağa yerleştik. Şilte koyun yününden yapılmıştı ve kullana kullana aşınmıştı, hatta ortası kayık gibi çöküktü. İçine idrar sinmiş şilteden keskin amonyak kokusu yayılıyordu. Hiç alışık olmadığım için bana çok tiksindirici geliyordu. Sivrisinekler emecek kan arıyorlardı. Kendimi daha da örtmeye çalıştıkça Adriana da pikeyi kendine doğru çekiyordu.
Birden irkilerek yerinde sıçradı. Rüyasında düştüğünü gördü belki de. Yanağımı yeni yıkanmış ayaklarının ucuz sabun kokusuna yasladım. Burnumda kavlamış ayak derisi, neredeyse bütün gece kımıl kımıl bacaklarına maruz kaldım. Parmaklarımı ayaklarında gezdirince yamuk yumuk kesilmiş ayak tırnaklarını hissedebiliyordum. Valizimde tırnak makası vardı. Sabah olunca ona vermeyi düşündüm.
Hilal şeklindeki ay, yüzünü ardına kadar açık pencereden gösterdi ve usulca gözden kayboldu. Gökyüzünde sadece kuyrukluyıldızlar kaldı, kenar mahalledeki boş evlerin üzerinde uçan minik talih kuşları misali.
Babam ertesi gün bir çaresine bakacağını söylemişti ama unutuldu gitti. Adriana da ben de bir daha sözünü etmedik. Her akşam ayaklarını suratıma dayamaya devam etti Adriana. Zaten o karanlıkta, o horantaların arasında sahip olduğum başka da bir şey yoktu.
5
Kaburgalarımın altına ve kalçalarıma doğru ıslak bir sıcaklık yayıldı. Birden yerimde doğruldum. Apış aramı yokladım, kuruydu. Sere serpe yatan Adriana bir ara karanlıkta kıpırdandı. Ardından bir köşeye büzüşüp ya yeni bir rüyaya daldı ya da gördüğü rüyaya kaldığı yerden devam etti. Bir müddet sonra ben de elimden geldiğince kıvrıldım bir köşeye, büzüşüp yattım. Çiş gölüne dönmüş yatağın iki ayrı köşesine çekilmiş iki vücuttuk.
Koku yavaş yavaş buharlaştı, hareket ettikçe kendini hissettiriyordu sadece. Gün ağarırken, hangisiydi bilmiyorum, oğlanlardan biri uykusunda inleyerek kıpırdandı.
Adriana, sabah olunca gözlerini açtı ama yerinden kalkmadı, gözleri açıktı ama başını yastıktan kaldırmadı. Sonra tek laf etmeden bana bir bakış attı. Kucağında bebekle annem girdi odaya bizi uyandırmak için. Havadaki pis kokuyu aldı.
“Yine mi altına kaçırdın? Aferin sana! İlk günden kendini belli etmesen olmazdı.”
“Altına kaçıran ben değilim,” diye cevap verdi Adriana yüzünü duvara doğru dönerek.
“Tabii tabii. Şehir terbiyesi almış kız kardeşin yapmıştır kesin. Elini çabuk tut, geç oldu,” dedi ve mutfağa yöneldi.
Adriana kadar hızlı hazırlanamadım tabii. Hem kılımı kıpırdatacak mecalim yoktu. Orada öylece dikildim. Banyoya girecek cesareti kendimde bulamıyordum. Erkek kardeşlerimden biri yatakta doğruldu, olduğu yere oturdu, bacaklarını ayırdı. Külotunun kabarık yerini bir eliyle düzeltti, bir yandan da ağzını ayıra ayıra esnedi. Odada olduğumu fark ettiğinde çatık kaşlarla gözlerini üzerime dikti. Bakışlarını yavaş yavaş aşağı indirdi, bunaltıcı sıcak yüzünden pijama yerine giydiğim atletle örtülü göğüslerime gelince durdu. Kollarımı yeni yeni çıkan memelerimin üstünde kavuşturdum çabucacık. Koltuk altlarım boncuk boncuk terlemeye başlamıştı.
“Orada mı uyudun sen?” diye sordu yeniyetme erkek sesiyle.
Mahcup bir edayla, “Evet,” diye yanıtladım. Utanıp sıkılmadan beni sorguya çekmeye devam etti.
“On beşinde misin?”
“Hayır, daha on dördümü bile doldurmadım.”
“Ama on beş gösteriyorsun. Hatta daha büyük… İyi serpilmişsin.”
“Ya sen kaç yaşındasın?” diye sordum sırf kibarlık olsun diye.
“Ben neredeyse on sekiz oldum. Kardeşlerin en büyüğüyüm.
Elim ekmek tutmaya başladı bile. Ama bugün izinliyim.”
“Niye ki?”
“Patron izin verdi, ihtiyaç oldukça çağırır beni.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Duvarcıyım.”
“Okul bitti mi?”
“Okul da ne? Orta ikiden terkim. Çift dikiş gidiyordum zaten.”
Duvar örmekten şekillenen kaslı kollarına, geniş omuzlarına baktım. Güneşte bronzlaşmış göğsünde yeni yeni biten tüyler, oradan yüzüne yayılıyordu. O da benim gibi erken serpilmişti. Gerindiği zaman vücudundan süzülen koku tıpkı bir yetişkininki gibiydi, hoştu. Sol şakağında bir yara izi duruyordu, iyi atılmamış bir dikişin izini andırıyordu.
Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Arada bir bana çaktırmadan cinsel organını düzeltiyordu. Bir yandan da beni inceliyordu. Üzerimi giyinmek istiyordum ama varır varmaz valizlerimi boşaltmak gelmemişti içimden. İkisi de dışarıda kalmıştı. Dışarı çıkmak için sırtımı ona dönerek birkaç adım atmam gerekiyordu. Bir şeyler olsun diye beklemeyi yeğledim. O ise gözleriyle beyaz çarşafla örtülü kalçalarımdan çıplak bacaklarıma, gergin ayaklarıma iniyordu. Kılımı kıpırdatamadım.
O sırada annem içeri girdi ve ondan derhal pantolonunu üzerine geçirmesini istedi. Komşulardan birinin tarlada yardıma ihtiyacı varmış. Karşılığında da kasa kasa domates verecekmiş, şu sos yapılan olgun domateslerden.
“Kahvaltı yapacaksanız sen de kardeşinle süt almaya git,” diye emir verirken sesinin tonunu yumuşatmaya çalıştı ama cümlenin sonunda sesi yine doğal halini aldı.
Diğer odada ise bebek emekleyerek ayakkabı dolu çantaya varmış ve içinde ne var ne yok etrafa saçmıştı. Ayakkabı teklerinden birini almış suratını ekşiterek kemiriyordu. Adriana ise mutfak masasının sandalyelerinden birinin üzerinde dizüstü dikilip öğle yemeği için fasulye ayıklamaya başlamıştı bile.
Azar gecikmedi: “Baksana! İyi fasulyeleri yine çöplerin arasına karıştırmışsın!”
Annem yüzümüze bile bakmadan geçti gitti yanımızdan.
“Elini yüzünü yıka da süt almaya gidelim, ölüyorum açlıktan,” dedi Adriana.
Banyoyu kullanma sırası en son bana gelmişti. Oğlanlar banyonun zeminine su sıçratmışlar, bir de pis ayaklarıyla basıp geçmişlerdi. Geriye birbirine karışmış çıplak ayak izleri bırakmışlardı. Kendi evimde hiç böyle kırık dökük fayanslar görmemiştim. Hiçbir yerimi kırmadan ıslak zeminde profesyonel bir dansçı gibi kaydım. Evdeki bu imkânlar sayesinde gelecek sonbahar dans okuluna da yüzme okuluna da gitmeme gerek kalmayacaktı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİtaat Etüdü
- Sayfa Sayısı192
- YazarDonatella Di Pietrantonio
- ISBN9786051983646
- Boyutlar, Kapak15 x 23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kolay ~ Tammara Weber
Kolay
Tammara Weber
Onu uzaktan izliyordu ama tanışmıyorlardı. Bir gün kurtarıcısı oldu… Aralarındaki çekim inkâr edilemezdi. Ama birinin unutmak için çok çaba sarf ettiği geçmiş… diğerinin çok...
- Sadece Seninim ~ Susan Andersen
Sadece Seninim
Susan Andersen
Catherine MacPherson’ın beklediği son şey, kaba bir ödül avcısının gözetiminde, kız kardeşinin minicik kıyafetlerinden oluşan bir bavulla, Greyhound otobüs şirketine ait bir otobüste yolculuk...
- Dune: Makinelerin Seferi ~ Brian Herbert, Kevin J. Anderson
Dune: Makinelerin Seferi
Brian Herbert, Kevin J. Anderson
Paul Atreides’in cihadına kadar süren binlerce yıllık yolculuğun başlangıcını anlatan Dune Efsaneleri üçlemesi, Dune: Makinelerin Seferi’yle devam ediyor! İlk savaş zaferle sonuçlandı. Ama savaş...