Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çulluk
Çulluk

Çulluk

Mahmut Yesari

Mahmut Yesari’nin en ünlü romanı olan Çulluk, 1927’de Milliyet gazetesinde tefrika edildikten sonra 1928’de kitaplaştırılmıştır. Mahmut Yesari, Çulluk’u yazabilmek için bir hafta Cibali Tütün…

Mahmut Yesari’nin en ünlü romanı olan Çulluk, 1927’de Milliyet gazetesinde tefrika edildikten sonra 1928’de kitaplaştırılmıştır. Mahmut Yesari, Çulluk’u yazabilmek için bir hafta Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışmış, tütün işçilerinin sağlıksız çalışma ortamlarına ve kötü yaşam koşullarına tanık olmuştur. Romanın ilk bölümünde, köyünden İstanbul’a gelip tütün fabrikasında çalışmaya başlayan Murat’ın yaşadıkları anlatılır. İşçi sınıfının sorunlarının yanı sıra Murat’ın iş arkadaşı Münevver’le olan kararsız aşk hikâyesi, etnik ve kültürel çeşitliliğiyle İstanbul’un sosyal yaşamı, Beyoğlu meyhanelerindeki hovarda hayatlar gibi birçok renkli konuya da değinilir. İkinci bölüm ise Murat’ın geri dönmek zorunda kaldığı köy hayatına uyum sağlayamaması, İstanbul’a gitmeden önce âşık olduğu Esma’yla kavuşmasının önündeki engeller, tütün kaçakçıları, kent-köy farklılığı gibi çatışmalar gerçekçi bir yaklaşımla işlenir. Türk edebiyatında ilk işçi romanı kabul edilen Çulluk, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki modernleşmenin köyden kente uzanan yansımalarını, toplumsal adaletsizliği, çalışma koşullarının çetinliğini, kadın-erkek ekseninde insani ilişkileri işlemesiyle de öne çıkan bir yapıttır.

Mahmut Yesari (1895-1945) 18. yüzyıldan itibaren sanatçı yetiştiren Yesarizade ailesinin bir ferdi olarak İstanbul’da doğdu. Soyadını büyük dedesi ünlü hattat Yesari (solak) Mehmet Esat Efendi’nin lakabından aldı. Burhan-ı Terakki Mekteb-i İbtidaisi’nden sonra İstanbul Sultanisi’ni (İstanbul Erkek Lisesi) bitirdi. Resme yeteneği dolayısıyla devlet tarafından Avrupa’ya gönderilmek istendi ancak I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Sanayi-i Nefise Mektebi’ne (Güzel Sanatlar Akademisi) kaydoldu. Bir süre sonra askere alındı ve yedek subay olarak Çanakkale Cephesi’ne gönderildi. Matbuat dünyasında ilk olarak Gıdık ve Diken dergilerindeki karikatürleriyle görülen Yesari, askerlikten sonra gazetecilik ve yazarlığı meslek edindi. Mütareke yıllarından itibaren çeviri, adapte ve telif olmak üzere kaleme almaya başladığı tiyatro eserleriyle Türk tiyatrosunun gelişmesine büyük katkılar sundu. 1923-24 yıllarında Reşat Nuri Güntekin’le Kelebek adlı edebi mizah dergisini çıkardı. Bu dergide yazıları, hikâyeleri ve ilk romanı Bir Namus Meselesi yayımlandı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan yoğun yazı hayatı, 1945 yılında veremden vefat edene kadar aralıksız devam etti. Dönemin pek çok dergi ve gazetesinde hikâye, tefrika roman, tiyatro, fıkra, deneme, eleştiri ve hatıra yazıları yazdı. Erken Cumhuriyet döneminin popüler romancılarından olan Yesari, onlarca yapıt ve yüzlerce hikâyeden oluşan eserlerinde aşk, evlilik, yalnızlık, yoksulluk, yozlaşma ve sosyal adaletsizlik gibi konuları sade bir dil ve realist bir üslupla kaleme almıştır.

*

Mukaddime

Gökyüzünde soluk bir dilim ay, uçları salkım salkım buz tutmuş iri çam dallarına takılıp sallanarak yükseliyordu. Çamların gölgeleri sırtlarda, yamaçlarda uzayıp kısalıyor, beyaz karlar üzerinde kâh yıkık sakıflı,2 kırık sütunlu bir mabet harabesinin hayali canlanıyor kâh stalagmit3 mağaralarını hatırlatıyordu.

Dar boğazı örten çığları, yalnız dağ başlarında esen keskin bıçak gibi rüzgârlar sert, buzlu kamçılarıyla dağıtıp savuruyordu.

Ormana yaklaşırken tereddütle bakındık. Konağında misafir kaldığımız yerli arkadaş, “Galiba erken geldik,” dedi. “Ay tepeye yükselmeli, tekeler o zaman birer ikişer görünür. Bir kere de Geyikçi Hoca’ya soralım.”

Yola çıktığımızdan beri karlar üzerindeki hayvan izlerini koklaya koklaya önümüzden giden kuru, esmer yüzlü köylüye seslendi: “Hoca, sen ne dersin, erken mi?” Köylü, başını çevirdi, gülümsedi: “Öyle Ağam, vakit erken daha.”

Rüzgâr tutmayan kuytu bir köşe bulmuştuk. Dona çekmiş kalın kar tabakaları üstüne kebelerimizi4 attık. Çiftelerimize dayanarak oturduk. Yerli, misafir, sekiz on avcıydık. Hepimizin kılığı başka şekildeydi. Kimimiz dolak sarmıştı, kimimiz ayaklarına çarık, telatin1 çizme geçirmişti. Bacaklarımızda aba pantolonlar, sırtlarımızda beli kemerli, önü ilikli yün, deri ceketler vardı. Boyunlarımıza kıl tüylü2 atkılar dolamıştık. Yalnız gözlerimiz, burunlarımız üşüyordu.

Köpekler kesik kesik soluyor, hiç ses çıkarmıyorlardı. Kimi başını sahibinin dizine dayamış onun gözlerine bakıyor kimi karları eşiyor, vakit vakit yalanıyordu.

Çantasından çıkardığı küçük şişedeki konyağı bir nefeste içen beyaz saçlı bir arkadaş, “Bu beklemek fena,” dedi. Ötekiler alay ettiler: “Galiba sende konyak sıfırı tüketti.” O, boynunu bükmüştü. Geyikçi Hoca’ya eliyle işaret etti: “Hemşerim, çok mu bekleyeceğiz?”

Hoca rüzgârların çam ormanında çıkardığı mehip3 uğultuyu dinledi, “Yarım saat sürer sürmez. Bakalım ne taraftan sökün edecekler? Yerleri yurtları belli olmaz ki üzerlerine varasın. Keçinin geçtiği yerden insan geçemez,” dedi.

O civarda ilk defa avlanıyorum, yerli arkadaşa yavaşça sordum:

“Neden Geyikçi Hoca diyorsunuz? Bu bir lakap mı?”

“Hayır, bu da bir sanattır. Geyikçi Hoca dişi keçinin sesini taklit eder, hem o kadar güzel taklit eder ki tekeler çok defa aldanır. Teke, sesin geldiği tarafa yürür fakat koklaya koklaya. Çünkü keçi geçtiği yere siyer.4 Teke, dişisinin kokusunu alamazsa hemen geri dönüverir.”

Kopaylardan biri ince ince aksırıyordu, sahibi merakla hayvanı çağırdı: “Ne o Sarıkız, üşüdün mü?” Köpek sokulmuştu. “Artık tekaüdün yaklaştı kızım. Ayrılık demi çattı.” Yanındakilere dönmüştü. “Sizlerden iyi olmasın, bir arkadaşımın yadigârıdır. Ölürken ailesine emniyet edemedi, bana gönderdi. Bu kadar senelik avcıyım, çok cins köpek besledim, yetiştirdim, yanımda çok kopay bulundu, bunun kadar hassasını görmedim. Aç mıyım, tok muyum, susuz muyum hatta kederli mi, neşeli miyim, hep bilir vallahi. İnanmazsınız, bazı sabahlar yataktan kalktığım zaman yüzüme bakacak olsa, iyi rüya mı gördüm, fena rüya mı gördüm derhal anlar.”

Köpeğinin sırtını okşayan bir avcı kahkahayla gülmeye başladı:

“Mübalağa etme! Köpek rüyadan ne anlar?!”

“Siz o kadar bilirsiniz!”

Geyikçi Hoca’nın yanına gitmiştim, bir cigara verdim:

“Teke avına daha yeni çıkıyorum, nasıldır?”

Köylü, başını çarpıtarak dudak büktü:

“Efendi, bu zorlu avdır… Öyle şehirlerdeki bıldırcın, tavşan, karaca avına benzemez.”

Geyikçi Hoca’nın yarı istihfafla1 verdiği cevap Ambarlı’da, Kalitarya’da,2 Angurya Çiftliği’nde,3 Gardan köyünde avlanmaya alışmış İstanbullu avcıları coşturmaya kâfi gelmişti:

“Karaca avı kolay mıdır sanki? Teneke, davul çalarak ürkütmek eğlencelidir ama bazen de avcı avcıyı vurur.”

“Bıldırcın da rasgeledir. Bir elinde manduka,5 sürt yere, vur çalılara. Bakarsın bir küme kalkar, silahı tam vaktinde nişanlayamadın mı ağzını havaya aç artık.”

“O, senin gibi teripacılara göredir.”

“Eyvah, ben Kirk Mantar’ı7 mangacı8 bilirdim, demek terakki, var.”

“Ben hiç boşa kurşun atmadım. Avdan ne vakit eli boş döndüğümü gördünüz?”

“Kurşun saçmanın vuramadığını, gümüş saçmaya1 aldırırsın da ondan.”

“Vurulmuş av eti satılmayan yerlerde de avcılık ettim, asıl Kırk Mantar sizsiniz.”

“Üst tetikte kurulu çifte horozu gibi kabarma, anladık, nişancısın.”

“Av, deyip geçmeyelim, hepsi güçtür vesselam. Sade insanlar mi kurnaz, hayvanların zekâsı bildiğin gibi değildir. Tavşanın hilelerini bilmez misiniz? Çıktınız ava, başlıyorsunuz iz aramaya. Tavşan, avcının kokusunu almıştır, şaşırtmacaya kalkar, bir gittiği yolun üzerinden birkaç kere geçer, sonra ileriye geriye sıçrar. Kopay muallem2 olmazsa dünyada keşfedilmez.”

“Hele fazla karladı mı bir çalının altına siner, birkaç gün hatta karlar tamamen eriyinceye kadar yerinden kımıldamaz.” “O zaman iş kolaydır, tepeleri karsız çalıları arar, elinle canlı canlı tutarsın.”

“Keyif ehlidir de kâfir! Mehtap oldu mu dayanamaz, tavşanotu aramaya çıkar.”

“Toylar3 çok hassastır.”

“Bilirim.”

“Peki ama hiç avladın mı? Onların teşkilatları şayan-ı hayrettir.4 Sürülmemiş kırların, tarlaların ortasında, beşer onar bir hat teşkil ederek otururlar. İçlerinden biri yüksekçe bir noktada bekçilik eder. Biçimine getirip de vuracak olsan rüzgâr altından vurabilirsin, rüzgâr üstü vurulmaz. Nedense yüklü öküz arabalarından korkup kaçmazlar. Bunun da hilesi budur.”

Avcılar kızışmışlardı; biri hakikaten süvari tavşan avına çıkmış gibi, elleriyle ayaklarıyla durduğu yerde çırpınırken “Yatur!” diye bağırıyor, sonra “Ha! Ha!” feryadıyla güya avı takip ediyordu. Bir başkası da yabani ördek avında kokorozsuz, çeltik tarlalarında mühresiz nasıl avlandığını anlatıyordu.

Beyaz saçlı avcı, köylüye sordu: “Buralara kuş düşmez mi?”

Geyikçi Hoca parmağıyla sağ tarafı gösterdi: “Çiftekavaklı’da suçulluğuna rastlanır.”

İhtiyar arkadaş başını ağır ağır salladı:

“Bırak o garibi! Suçulluğu hayvan değil, kuş değil, nazlı bir mahluk, içli bir kızdır. Fakat nasıl içli bir kız…” Eliyle omzuma dokundu: “Çulluk avladınız mı hiç?”

“Birkaç kere.”

“Anlıyorum, katı avcı yüreğiyle, görür görmez tetiği çekip vurdunuz. Onu gizlenip seyretmeli. Hava karlı, don… Subaşlarında, dere kenarlarında yüksek, yalçın kayalar vardır, çulluk bütün gün yuvasından çıkmaz. Belki de çıkar dolaşır fakat göremezsin. Akşam tam gurupta, ufuk tatlı bir kızıllıkla kızarıp perde perde solarken o, yuvasından dereye iner, su kenarındaki sazların, kamışların diplerini emerek karnını doyurur. Yattığı yer ne kadar temizse yediği içtiği de o kadar temizdir. Dere şayet donmamışsa su içtikten sonra gagasını, ayaklarını temizler ve fildişi, abanoz tarakla saçlarını tarayan bir gelin gibi, gagasıyla omuz başlarını, kanatlarının, boynunun tüylerini tarar, süslenir. Evet süslenir! Suda aksini görürse kendi kendine öyle bir kırıtışı vardır ki… Vurulduğu zaman başını çevirir, avcıya bakmaz. Sanki dargındır.” İhtiyar arkadaş derin göğüs geçirdi: “Suçulluğu, öteki çulluklara benzemez. Uçuşları bile ayrıdır. Döne döne birçok devirler yaparak uçar. Eti de ötekiler gibi kokutulmaz, taze yenir. Hatta kursağını bile temizlemeye lüzum görmezler. Öyle ya biçarenin kursağına pis bir şey mi girdi ki… Fazla tipilerde zavallı, kara gömülür, o zaman elle canlı tutulur. Canlı! Ne âlâ, değil mi? Evet, çok âlâ…” Yumruğuyla dizine vurdu: “Ben onu avlamaya tövbeliyim. Yine böyle bir karakıştaydı. Günlerden beri devam eden tipi bir türlü dinmek bilmiyordu. Sürekli tipiler avcıların bayramıdır. İşte böyle bir bayram günüydü…” Dişlerini gıcırdatır gibi çirkin çirkin güldü: “Bayram gününde benim de kısmetime canlı bir çulluk düşmüştü. Tuttuğum zaman biçarenin yürekçiği öyle çarpıyor, öyle çarpıyordu ki… Fakat onda kaçıp kurtulmak için ne bir gayret ne bir çarpınma ne küçük bir çırpınış, hiçbir hareket yoktu. Helecanlı1 bir teslimiyet, o kadar. Birçok canlı kuş, hayvan tutmuştum, onu da hemen kesmeye kıyamadım ve ellerim arasında seviyor, temiz gagasını öpüyordum. Küçücük yuvarlak gözlerinde bir kin, nefret yanıyordu. Boynunu iki parmağımla koparıp bıçağımla karnını yarabilirdim. Fakat o bir kuş gibi, bir hayvan gibi değil, aczini, zaafını anlamış lakin her şeye rağmen vakarını muhafaza eden, hissiyatını saklamaya lüzum görmeyen, izzetinefis sahibi bir esir gibi bakıyordu. Bir taşın üzerine çöktüm, göz göze bakışıyorduk. Yavaş yavaş nazarlarındaki2 parıltı sönmeye başladı, gözbebeklerindeki ışık söndü, gözleri kapanıverdi, başını asil bir infialle3 çevirdi. Yüreği halsiz, yorgun yorgun çarpıyordu. Çok geçmedi, avuçlarımdaki hararet de azaldı…” İhtiyarın sesi titriyordu, elinin tersiyle gözlerini sildi: “Çulluk ölmüştü…

Köylü de iç çekerek tasdik ediyordu: “Çulluk sağ tutuldu mu çok yaşamaz, ölür.”

“Korkudan mı, helecandan mı, yeisinden4 mi, aczini kabul edemeyişinden mi, bilmiyorum.” Kendi kendine söylenir gibi tekrar etti: “Çulluk ölmüştü…”

***

Çatırdayarak kırılan buz salkımları, çam dallarının yalçın kayalara çarpıp çıkardıkları madeni çatlamalar, sırtlara vura vura mükerrer akislerle ormanda dolaşıyordu.

Geyikçi Hoca süratle yerinden fırladı: “Karakış başladı… Tekeler çıktılar…”

Hep kalkmıştık. Herkes silahını düzeltiyor, köpeğini çağırıyordu: “Sarıkız yürü! Kocabaş sallanma! Haydi Kurtboğan!” Köpekler, adımlar kâh ağır, seyrek; kuyruk, kulaklar düşük, sarkık kâh sıçrayıp arada bir durarak önümüzden, ardımızdan yürüyorlardı. Çiftelerimizi koltuklarımıza sıkıştırmış ilerliyorduk. Ormanda keskin, kekre bir şehvet kokusu genzimizi yakıyordu.

Çamların seyrekleştiği tepe üzerinde büyük, efsanevi bir gölge; hafif kıvrık uzun boynuzları, terden, salyadan yapış yapış fakat vücudun hararetinden hiçbir zaman buz tutmayan sakalı havada, ön ayaklarını kaldırarak; güneşi ateşleyen, şimşeği yakan, çığları toplayan, rüzgârları kudurtan, enginleri coşturan ezeli kuvvetin müstesna şiddetiyle ileriye atılan kızgın bir teke hayali görünüyor. Sonra bir başkası… Sonra bir başkası… Kaya, uçurum, ölüm, hiçbir tehlikeyi görmeyen, aldırmayan; set, mâni tanımayan; aklı inkâr, muhakemeyi reddeden kör bir iman ve cesaretle kendini kaderin boşluklarına atıveren yüzlerce teke hayali beyaz yamaçlarda gözüküp kayboluyordu. Hiddetli bir homurtuyla açılan ağızlarından çıkan dumanlar sanki uzviyetlerinde1 için için yanan yangının beyaz alevleriydi. Önlerinde cılız, zayıf bir dişi… Lakin korkak değil; fettan, kıvrak, nazlı, oyunlu, kadın… Biliyor ki kırılan boynuzlar, sakatlanan ayaklar, kayaya çarpıp parçalanan kafatasları, dağdan dağa akseden kızgın homurtular hep kendisi içindir… Kim bilir hangi tufanın sularıyla yer yer oyulmuş dik bir kayaya sıçradı; kayanın ustura yüzü gibi ince, sert kenarına tırnaklarını geçirerek tutundu. Dönüp dönüp bakıyor. Tekeler durdu ve birden şimşek çakmış gibi, boynuzları birbirine takılarak, birbirlerini göğüsleyerek, itip sürerek bir hamlede atıldılar. Bir tekenin boynuzu, yanındakinin karnına takıldı. Karlardan derinliği ölçülemeyen uçuruma, hiçbir canlı mahlukun göğsünden çıkamayacak ateşli bir hasret, esef2 narasıyla yuvarlandılar. Şikâyetli son bir inleme…

Tekmil3 sürü hep aynı ustura yüzüne tırnaklarını geçirdi. Hiçbiri dişiye yaklaşamıyor. Yalnız burun kanatları açılıp, yorgunluktan değil, içten, ta yürekten soluyarak duruyor, vakit vakit homurdanıyorlar.

Dişi, ani bir sıçrayışıyla kayanın gerisindeki ağaçların altına kaçtı. Dönüp bakıyor, dönüp bakıyor… Tekrar koşmaya başladığı zaman tekeler de arkasından cehennemi bir atılışla atıldı. Bir teke, kırık sağ ön ayağı paçavra gibi sallanarak sürüyü takip ediyor.

Dar boğazın sağından bir dişi göründü. Geriden uçları sipsivri keskin boynuzları pala sırtı gibi parlayan iki teke gözüktü. Koşuyorlar… Dişi durdu. İki rakip de durdu. Dişi dönüp bakıyor, dönüp bakıyor… Yan yana giden tekeler karşılıklı vaziyet aldı, ikisi de yavaş yavaş geriledi. Ön ayaklarını kaldırarak hücum ediyorlar. Demir topuzla kemik kırılır gibi sert, kuru bir ses… Tekrar gerilediler, tekrar hücum. Çam dallarındaki buzlar çatlayıp kırılıyor. Demir topuz aynı muntazam fasılalarla1 işliyor. Ağızlardan çıkan beyaz alevler adeta mavileşti. Boynuzlar birbirine girmiş, alınlar yapışık; ağız, omuz başları, kasıklardan köpük köpük terler akarak soluk soluğa, narasız, homurtusuz bir mücadele… Silahsız, hilesiz, yalnız kendi kuvvetine dayanan zorlu, asil bir erkek kavgası… Dişi artık dönüp dönüp bakmıyor, bu sessiz düellonun sonunu merakla, endişeyle bekliyor.

Kırılan bir boynuz çatırtısı… Uçuruma yuvarlanan, ayağı kırılan, kafatası çatlayan, kurşunla vurulanların bile çıkarmadıkları acı, yanık bir inleme….

Kavgayı kazanan teke meydanda yalnız kaldı, iri yuvarlak gözleri alev alev, dişiye bakıyor. Dişinin nazı, istiğnası2 bitmiştir. Fettan değil, kıvrak değil, nazlı değil, oyunlu değil, lakin yine kadın… Kaçmıyor, güler eğlenir gibi boyun kırarak ileriye geriye atılıp sıçramıyor… Başı önünde, uysal, sakin, zifaf odasına giren bir gelin utancıyla yavaş yavaş tekeye yaklaşıyor, tekenin önünde duruyor, ona yol gösterir gibi dönüp bakarak, adeta manalı bir işaretle ormanın sık, kuytu tarafına yürümek istiyor. Tekenin ilk hareketi, önüne geçip yol kesmek oluyor. Dişi gerilemiyor, başka istikametten yürüyor. Bu hali naz değil, yaltaklanıyor, rica ediyor. Teke tekrar önlüyor, tavrı, “Neydi nazın?” demek ister gibi…

Dişinin de tekenin de bütün hareketleri cilve, oyun… Dişi hiç kımıldamıyor, bekliyor. Teke emreder gibi boynuzunu havaya dikerek dişiye yol verdi, önüne kattı, sık çamlar arasında kayboldular…

Ne onlar bize yaklaşmıştı ne de biz onların dolaştığı kayalar, çamlar arasına sokulabilmiştik. Sabırsız bir avcının tetiklediği tüfeğin sesi bile onları ürkütmemişti.

Erkek, kanını dökmeden, düşüp parçalanmadan, canını dişine almadan, dövüp dövüşmeden dişiye sahip olamıyor.

Dişi, bir sürü âşığa kıymadan, birbirine kırdırmadan, bin cana kıyılmadan ram olmuyor.1 Kaçıyor, kaçarken teşvik ediyor. Yalnız kuvvetin, galebenin verdiği hakla meydanda tek başına kalan erkeğe baş eğiyor, sokulup yaltaklanıyor…

***

Dönüşte Geyikçi Hoca’ya sordum: “Tekeler başka zaman vurulamaz mı?”

Elini şiddetle salladı: “Kânunuevvelin2 on ikinci gecesi girmeden, bir gece hatta birkaç saat evvel ormanda bir tekeye rastlayamazsın. Sizin arkadaşlar bu avın acemisi. Her teke vurulmaz, yaşı onu geçmeli. Boynuzunun boğmuklarını3 say, yaşını anlarsın. Rastlayabilirsen hep kurşunu böğründen yer. Hey gözünü sevdiğim, vurulduğu vakit de başı dönüktür. Tekeler karakış girince kızarlar. Siyme4 vakti gelip de boyunlarından, omuz başlarından, kasıklarından köpükler akarken vurdun mu, keyiftir işte… O zaman tüyleri ipek gibi olur, ibrişim gibi paril parıl yanar. Büyük bir pöstekinin üzerinde dört kişi namaz kılar.”

Kasabada misafir kaldığımız konağın duvarlarında çakılı, sedirlerinde serili gördüğümüz teke postları kaldırılmış, ortada yoktu. Ev sahibi, “Karakış girdiği gece, sepilenmiş deriler de kokmaya başlar, siyme zamanı bitene kadar da kokar,” dedi. “Evin içinde kokudan durulmaz. Dışarı çıkardık, havalandırıyoruz.”

Konakla ahır arasındaki bir yanı açık sundurmanın kirişlerine asılmış postları ayrı ayrı koklamaya lüzum yoktu. Sundurmaya çıkan art kapı açıldıkça, ormandaki aynı keskin, kekre şehvet kokusu alt taşlığı kaplıyor, sinirlerimizi gıcıklayarak aynı şiddetle genzimizi yakıyordu. Sepilenmiş derilerin boyun, omuz, kasık tarafları terlemiş, yapış yapıştı; cansız, ölü derisinde bile cinsiyetinin ulvi ateşini saklıyor, bu müebbet yangını ne ölüm ne bir şey söndürebiliyordu!

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hanife Hanım’ın İstanbul Maceraları ~ Mahmut YesariHanife Hanım’ın İstanbul Maceraları

    Hanife Hanım’ın İstanbul Maceraları

    Mahmut Yesari

    1930’ların başlarında Yeni Gün gazetesinde yayımlanan bu yazılarda İstanbul’un ve sosyal hayatımızın geçirdiği hızlı dönüşüm, Fatih Çarşambalı Hanife Hanım’ın şahitliğiyle anlatılıyor. Mahmut Yesari’yi yanına...

  2. Tipi Dindi ~ Mahmut YesariTipi Dindi

    Tipi Dindi

    Mahmut Yesari

    Çulluk, Pervin Abla, Ak Saçlı Genç Kız adlı romanlarını yayımladığımız Mahmut Yesari’nin bu kez de Tipi Dindi adlı kitabını sunuyoruz okurlarımıza… Her zamanki derin bakışıyla Yesari bu kez de...

  3. Çulluk ~ Mahmut YesariÇulluk

    Çulluk

    Mahmut Yesari

    Çulluk, öncelikle Münevver ile Murat Çavuş arasında yaşanan bir aşk öyküsüdür, ancak edebiyatımızın değerli aşk öykülerinden ve romanlarından çok daha farklı bir yerde durmasının...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Hayallerin Ötesinde ~ Dilek YardımcıHayallerin Ötesinde

    Hayallerin Ötesinde

    Dilek Yardımcı

    El ele hayallerin ötesinde… On binlerce okurun dimağında yer edinen Hayal Sözleşmesi kitabında, hayallerin gerçeğe dönüştüğü umut dolu bir dünya resmeden Dilek Yardımcı’dan, neşe ve hüznün...

  2. Çelişki ~ Barış İnceÇelişki

    Çelişki

    Barış İnce

    Çelişki’yi okudum ve bitirdim bu sabah. İçimde Cemal Süreya’nın kuşları. Havalı, esrik, fırlama ve canımı yakan bir dille yazmış Barış. “Kafamdan atamadığım soruları yüzüme...

  3. Kör Baykuş ~ Sadık HidayetKör Baykuş

    Kör Baykuş

    Sadık Hidayet

    Bir kalemdan ressamının mektubudur bu satırlar;  gölgesiyle dertleşmeye çabalar… Yalnızdır, yorgundur, herkesten ve her şeyden uzaktadır.  Sevdalıdır ama karısına mı kalemdanlar üzerine çizdiği latife mi? Yoksa ikisi de...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur