“Hak, yaldızlı fısıltılarla perdelenemez…”
Aslında her bâtıl ideoloji bir fısıltıdır. Ateizm, deizm, agnostisizm, feminizm, darwinizm…
Hepsi hakikatin önünü kapatıp durmaya çalışan süslü kelimelerle, ‘parlak’ fikirlerle bezenmiş şeytanî fısıltılardır.
Bu fısıltılar, insanı Hak’tan çeldirebilir ve onun anlam arayışına cevap verebilir mi?
Gerçek özgürlük, kalıcı mutluluk; bu yaldızlı fısıltıların arkasında mı saklı?
Yaldızlı Fısıltılar, insanın varoluşuna, kalbine ve akledişine meydan okuyan 15 ayrı ideolojinin perde arkasını aralıyor. Pozitivizmin kıt yaklaşımı, agnostisizmin ikircikli belirsizliği, feminizmin rövanşist öfkesi, darwinizmin başlangıçsız kör rastlantısallığı… Tüm bu izmler, hakikate alternatif sunmaya çalışırken, insanı nereye çağırıyor?
Bu kitap, her bir ideolojinin ışıltılı ama yanıltıcı yüzeyini kazıyıp, altındaki çelişki ve yanlışlıkları gün yüzüne çıkarıyor.
Hak yolun daveti sade ve nettir. Ancak bu davet, kişinin hevâsına uygun düşmediğinde; insan bu gerçeği göz ardı etmeyi seçer ve yaldızlı ama içi boş fısıltıların peşine takılır.
Yaldızlı Fısıltılar, kalbini ve akledişini hakikate bilerek kapatmayanlar için bir rehber; yanıltıcı fısıltıların ötesinde, hakikatin berrak ışığını gösteren bir pusuladır.
Gerçeği aramaya hazır mısın?
BİRİNCİ BÖLÜM
ATEİZM
GİRİŞ
Ateizm, hayatın ve varlığın herhangi bir Yaratıcı veya tanrı tarafından yaratılmadığını savunan bir düşünce sistemi olarak varoluşun kendinden menkul ve ezeli olduğunu ileri sürer. Bu bağlamda, hayatın ve varlığın ne bir amacı ne de anlamı olduğunu kabul eder. Ateizm, bir tanrı veya Yaratıcı varlığını reddettiği gibi, din ve peygamberleri de inkâr eder. Ateizmin tarihi kökenleri, Antik Yunan dönemine, özellikle Miletli Thales ve Demokritos gibi doğa filozoflarına kadar uzanır. Orta Çağ Avrupa’sında, yozlaşmış kiliselerin halk ve otorite üzerindeki baskıcı tutumu, ateizmin bu baskıdan bir kaçışı olarak görülmesine sebep olmuştur. Halk ayaklanmaları ve reformlar sonucunda kiliselerin etkisinin azalmasıyla birlikte, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda bilimsel keşifler ve sosyopolitik değişimler, ateizmin daha geniş kitleler tarafından kabul edilmesini sağlamıştır. Bugün ateizm, küresel çapta çeşitli düşünce ekolleri ve topluluklar tarafından benimsenmiş, bireylerin kişisel inanç sistemlerinin bir parçası haline gelmiştir.
İnsanın Anlam Arayışı
Ateizm, insanın aklını ve ruhunu tatmin eden bir anlayış mıdır? Hayatı anlamlandırma çabamızda bizi ikna edebilir mi? İnsanlık tarihine baktığımızda, insanın varoluşundan bu yana, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Niçin yaşıyorum? Neden ölüyorum? Bu varlığı kim var etti? Niçin var etti? Hayatın anlamı ve gayesi nedir?” gibi temel sorularla bir anlam arayışı içerinde olduğunu görüyoruz. Bu tür sorular, yalnızca insanın meselesidir, insana özgüdür; hayvanlar böyle bir sorgulama ya da anlam arayışı içerisine girmezler. İnsan dışındaki canlılar, belli bir yaşam döngüsü içinde doğar, büyür, çoğalır, beslenir ve sonunda ölürler. Hayatlarını sınırlı bir çerçevede, içgüdüsel bir biçimde sürdürürler ve bu dünyadan sessizce ayrılırlar. Ne hayatın manasını düşünürler ne de ölüm üzerine kafa yorarlar; varoluşlarının sebebini sorgulamaz, kendi aralarında bu konuları tartışmazlar. Bu konular üzerine düşünüp araştırma yapmaz, ciltler dolusu kitap yazmaz, bu alanlarda üniversiteler kurmaz ya da düşünce akımları oluşturmazlar. Çünkü onlar, akıl etme potansiyeline ya da anlamın peşinde koşan bir fıtrata sahip değildir. İçgüdüleriyle hareket ederler; acıktıklarında yer, susadıklarında içer, çiftleşir, uyur ve dinlenirler. Bu nedenledir ki, Yaratıcı onlara vahiy göndermemiş, peygamberlerle yol göstermemiş, onlara irade bahşetmemiş ve onları sorumluluklarla yüzleştirmemiştir. Sadece bu belirgin fark bile, insanın bu alemdeki varlığının diğer varlıklardan ayrı bir yeri ve anlamı olduğunu açıkça göstermektedir. Allah (cc) şöyle buyurur:
ْ ْر َ َ ا يِف اَاْل ََم َ ِ اِت َو َٰو َٰم َ ا يِف الَّس ْ َم ُْم َُك َ َل َر َ ََّخ ََس َو “O, göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsini size musahhar kıldı, sizin hizmetinize/istifadenize verdi.” İnsan, varoluşu boyunca sürekli bir anlam arayışı içerisindedir, çünkü insan anlamsızlık içinde yaşayamaz. Her sabah kalktığımızda, her akşam yatağa girdiğimizde, yaşadığımız günlük hayatın rutin akışı içerisinde karşılaştığımız birtakım uyaranlar, bizi varoluşsal sorularla tekrar tekrar karşı karşıya getirir. İnsanın yaradılışından gelen ve kendi fıtratında bulduğu bu sorulara tatmin edici yanıtlar araması, onun doğasında vardır. Bazıları bu soruları görmezden gelmeye çalışırken bazıları anlam arayışını yaşamın merkezine koyar. Varlığı sorgulayanların bir kısmı, konuyu yüzeysel ve menfî bir perspektifle ele alırken bazıları da farklı kaymalar yaşar. Ancak zaman durmaksızın aleyhimize ilerliyor ve her geçen gün, süremizi biraz daha azaltıyor. Gençlik döneminde bu gerçeği göz ardı etmek belki daha kolaydır; “Eee… Yaşayıp gidiyoruz işte. Sonrasında ne olacağını sonra düşünürüz, daha çok var, onu da ilerde düşünürüz.” diyebiliriz. Öyle midir gerçekten? Gençlikte daha çok mu zaman vardır? Hayır, sınavın başlangıcındaki süre de en az sona yaklaşırken kalan süre kadar önemli ve anlamlıdır. Her geçen dakika, her saat, her gün bu süre azalır; başlangıç ile bitiş arasındaki makas gitgide daralır. Allah (cc), insanı hem kendi içinden hem de dışından var ettiği bir sistem aracılığıyla anlamla buluşturduğunu haber verdi. Bu, yaratan Kudret olarak Cenab-ı Hakk’ın bizzat kendisi tarafından bize -yarattığı varlıklara- verdiği bir haberdir. Bu sistemde, her birimiz adeta birer denek gibiyiz; içinde yaşadığımız bu varlık âlemi ise Cenab-ı Hakk’ın ayetlerini ve delillerini gözlemlediğimiz, hakikati aradığımız temel hareket noktasıdır: “Varlık var; o halde bu varlık nasıl var oldu?” Bu soruyla başlayan arayış, özellikle “Tanrısızlık”, “Tanrı tanımazlık” veya adeta “Tanrıyı yok saymak” olarak tanımlanabilecek ateizm gibi çeşitli akımlar tarafından farklı cevaplarla karşılanmaya çalışılır. Ateistler, var eden bir Kudret’i tanımadıklarını iddia ettikleri andan itibaren aynı varoluşsal sorularla karşı karşıya kalırlar: “Peki, o zaman bu varlık nasıl var oldu?” “Peki, o zaman bizim varlığımızın ne anlamı var?” “Peki, o zaman biz niçin bir süreliğine bu hayatın içerisinde yaşıyoruz?” “Gelenler nereden geliyor, gidenler nereye gidiyor?” “Bu bedende hissettiğimiz ‘kendi öz varlığımız’ da nedir? Nerededir? Nasıl bir şeydir? Var mıdır, yok mudur? Eğer yoksa, niçin kendimizi bu kadar derinlemesine hissediyoruz?” “Eğer öz varlık yoksa, bizi diğerlerinden farklı olarak ‘kendimiz’ kılan; farklı düşünmeye, davranmaya, farklı şeyleri sevmeye, ilgi duymaya iten özelliklerimiz nereden geliyor?” “Öldüğümüzde, içimizde ‘kendimiz’ diye hissettiğimiz öz benliğe ne oluyor? Buharlaşıyor mu? Kayıp mı oluyor? Yoksa hiç yok muydu?..” İnsan, ister Yaradan’ı yok saysın ister ikrar edip kabul etsin, O’nun var ettiği bu alem içerisinde yaşarken başta kendi varlığı olmak üzere, varlığa dair bu bingo sorularla karşı karşıya gelir. Bu sorular, insanın anlam arayışına yönelmesine neden olan varoluşun temel meseleleridir.
Ateizmin Dogmatik Paradoksu
Ateizm, tüm bu varoluşsal sorulara “Varlık hep vardı.” diyerek yanıt vermeyi tercih ediyor; çünkü “Sonradan var edildi.” düşüncesi, beraberinde “Bir Var Edici”nin varlığını da zorunlu kılar. Bu yüzden ateistler, “Ne münasebet! Madde hep vardı, hep ezeli idi. Varlık sonsuzdan geliyor…” diyerek bir Yaratıcı olasılığına karşı bu kapıyı sorgusuz sualsiz kapatırlar. Bu tutumlarıyla dogmatik bir yaklaşım sergilemelerine rağmen, bilimde “dogma” olmadığını, dogmanın sadece dinde olduğu masalını anlatıp dururlar. Bir ön kabulü sorgulamadan benimsemek ve bu doğrultuda tüm alternatifleri reddetmek bilimsellikle bağdaşmaz. Oysa gerçek bilim insanlarının; her ihtimale açık, her türlü hipotezi deliller doğrultusunda sorgulamaları, her olasılığı önyargılardan arınmış bir bakış açısıyla ele alıp değerlendirmeleri gerekmez mi? Bu yaklaşımın aksine, uzun yıllar boyunca “Bir şey varken yok olmaz, yokken var olmaz.”2 tezini okullarda tedris ettiler; fakat bir yandan da “Peki varlık üzerindeki bu canlılığı, tıkır tıkır işleyen iç içe geçmiş sistemleri ve maddeler arasındaki hassas dengeyi nasıl izah edeceksiniz?” sorusuna yanıt bulmaya çalıştılar. Çünkü bir açıklama getirilmeksizin yanıtsız bırakılan her soru insanın üzerine hücum eder, zihnini kemirir ve içsel bir huzursuzluk meydana getirir; insan yaradılışı gereği doğru ve anlamlı cevaplar arar. Ancak ateistler, “Biz böyle bir imkân içerisinde değiliz ki ispat edelim. Hem zaten yok ki neyi inkâr edelim?” diyerek referansı/orijini kendi lehlerine çekmeye çalışırlar: “Karşımızda birtakım iddia sahipleri var, biz de bu iddiaya itibar etmeyen kimseleriz.” diyerek soruyu savuştururlar. Çünkü inkâr, tepkisel bir eylemdir ve içerisinde bir refleks ile olumsuzluk barındırır.
İnsan Fıtratı ve İman: Yaratılışın Derinlerinde Saklı Hakikat
Var eden bir Kudret’in varlığını kabul etmeyen ateizm, varlığın nasıl var olduğuna dair tutarlı bir açıklama sunmalıdır ki, “Bir Var Eden Yok.” diyerek Yaratıcı’yı yok sayabilsin ve bu iddiaları insanların zihninde bir karşılık bulsun. Çünkü ortada varlığın kendisi gibi inkâr edilemez bir gerçeklik vardır. Ve mevcudiyetin bu gerçekliği, “Varlık varsa bir Var Eden de olmalıdır.” diyen tarafa üstünlük kazandırır. Dışa bakan yönüyle ateistler, yaşadığı ortamda sadece gördükleriyle yetinen, görmediklerine itibar etmeyen ve Yaratıcı’yı serinkanlılıkla inkâr eden bir tavır sergileseler de gerçekte durum çok farklıdır. İnsanın yaratılışında bulunan ve “fıtrat” olarak adlandırılan bu içsel mekanizma, sadece dış dünyada gördüğü ayetlerle değil, aynı zamanda kendi içinde aklettiği süreçlerle de otomatik olarak harekete geçerek hakkı seslendirir. Tabi bizler, birbirimizin iç dünyasına nüfuz edemeyiz; yalnızca kendi içimizdeki süreçlere tanıklık edebiliriz. Dolayısıyla işin gizemli tarafı da bu noktada başlar. Bu durumu bir alıcı cihaz (receiver) üzerinden değerlendirebiliriz: Gökteki uydudan gelen datayı alan cihaz, bu bilgiyi kendi içinde işler ve nihayetinde bir görüntüye dönüştürerek ekrana yansıtır. İnsan için de buna benzer bir durum söz konusudur. Çevresinde gördüğü, duyduğu, okuduğu, gözlemlediği ayetler, onun iç dünyasında yankı bulur ve bu veriler orada bir karşılık oluşturur. Cenab-ı Hakk, 3 ْ ِْم ِِه ُ ُف ْ ْن َ َٖٓف�ٖي اِق َو ِ َ ٰ ا يِف ا َ َِن َاِت َي ٰ ْ ِْم َٖرُنِه َس “Biz onlara ayetlerimizi hem dış alemde hem de kendi içlerinde göstereceğiz.” buyuruyor. Dolayısıyla bu ayetler, sadece etrafımızda gördüğümüz haliyle işaretler olarak kalmaz; aynı zamanda insanın iç dünyasında da derin bir karşılık ve bir anlama tekabül eder. Cenab-ı Hakk, bu içsel mekanizmayı insanın yaratılışına kodlamıştır ve “Biz bu anlamı oluşturacağız.” buyurur. Peki, bu nasıl gerçekleşir? Cenab-ı Hakk’ın “kalu bela” ayetiyle insanları yaratırken Kendisini tanıttığını ve bu bilginin, insanın fıtratında yer alan karşılıklı bir ahitleşme ile olduğunu haber verir. Bu ahitleşme, sadece bir bilgi aktarımı değil, aynı zamanda insanın Yaratıcısı ile ilişkisinin temelini oluşturan bir bilinçtir. Cenab-ı Hakk, bu tanıtmayı ve ahitleşmeyi, 4 َ ِِِلَني َا اَغ َٰذ ْ ٰه َْن َا َع ُ َا ُك َّن ِِةِ َ ٰ ِِقٰي ْ َ ا َم ْ َ ا َي ُ ُ َ ْ َت ْن َ “Kıyamet günü biz bundan gafildik (haberimiz yoktu) demeyesiniz diye.” yaptığını ifade eder. Cenab-ı Hakk, insanı yaratıp sınav sistemine sokmadan, yani dünyaya göndermeden önce, hepimize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş. O zamanlar, bizim için özel olarak hazırlanmış bu dünya ortamında değildik. Dolayısıyla, O’nun huzurunda “Belâ!” “Elbette Rabbimizsin!” dediği mizde, bu iradi bir tasdik değildi, mecburen verdiğimiz bir cevaptı; çünkü irademiz henüz var olmamıştı. İrademiz ne zaman devreye girdi? Bizim için özel olarak hazırlanmış, izole edilmiş bu dünya ortamına girdiğimizde irade alanımız açılmaya başlar. Cenab-ı Hakk ile tanışıp O’nu Rab olarak kabul ettiğimiz ve ahitleştiğimiz o ilk aşamadan sonra, adeta resetlenerek, hayat dediğimiz bu sisteme bebek olarak gireriz. Bu noktadan itibaren Allah (cc) bizi ayetleriyle karşı karşıya getirir. Zamanla, bebeklik döneminden çıkarken çevremizle olan bağımız gelişir; büyüdükçe algılarımız açılır, gördüklerimizi anlama yetimiz ve irademiz güçlenir. Artık Allah’ın ayetleriyle karşı karşıya kalmaya başlarız. Her birimiz bu ayetlerle farklı anlamlar geliştiririz; irademiz ve tercihlerimiz devreye girer ve bu tercihlerle, kendi ekranımıza yansıttıklarımızla kimliğimizi inşa ederiz. İlk yaratılışımızda Cenab-ı Hakk ile tanışıp O’nu Rab olarak kabul etmişken, şimdi O’na verdiğimiz söze vefalı olacak mıyız, yoksa kısacık ve geçici olan bu dünya için ahde vefasızlık mı edeceğiz? Her birimiz bu sorunun cevabını kendi irademiz ve tercihlerimizle vererek, yürüyeceğimiz yolu ve sonucu belirleriz.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Din
- Kitap AdıYaldızlı Fısıltılar - "İzm'ler kıskacındaki insan..."
- Sayfa Sayısı384
- YazarProf. Dr. Halis Aydemir
- ISBN9786259424293
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş İnanç / 2025